Hepsi estetik operasyonlarla birbirine benzetilmiş, yıldız olmuş zamane şehirlerine karşı, çarpık çurpuk, kusurlu, eski ama şahsiyetli karakter oyuncularını tanımak, anlatacaklarını dinlemek çok kıymetli. Şehrinizi tanısanız, belki seversiniz...
Melih Gökçek gidecek mi, gitmeyecek mi tartışması sürerken, istifası geciktikçe ona intikamcı bir tavır vehmedip, bu intikamcılığı da içimizi soğutmak için kullanıyoruz. Gökçek'in inadıyla muktedirin çileden çıkmasını izlemek her ne kadar hoşumuza gitse de, o ve benzerlerinin AKP iktidarı boyunca, inatla, iştahla ve pis bir sırıtışla Türkiye'de kentlerin giderek karaktersizleştirilmesine aracılık ettiklerini de sık sık hatırlamak lazım. Hatta bu dönüşüm seferberliğinin, AKP karşıtı olanlardan bile onay gördüğünü de...
Kentsel dönüşüm diye şık bir tabirle anılmasına rağmen, yıkım, yeniden inşa ve nihayetinde rant sağlamak için kentleri yerle bir etmek çağımızın kabusu. Tabii yaşadığı şehri önemseyen, mekanla dikey, yani yakın ve derinlikli bir ilişki kuran, yer duygusu güçlü olan insanlar için.
İşte Hakan Bıçakcı'nın Uyku Sersemi romanı böyle bir kabusa uyandı. Geçtiğimiz haftalarda çıkan kitabın kahramanı Kahraman Kara, kentsel dönüşümün karabasan olup uykusunu haram ettiği bir metropol sakini. Kelime anlamıyla da sakin olan yaşamı ve zararsız tabiatı, bir yayıneviyle anlaşarak hazırlamaya giriştiği İstanbul kent rehberiyle heyecan dalgasıyla ve yaşama sevinciyle sarmalanıyor. Sevgilisi Elif, piyasa ekonomisinin cilalı imajını üreten reklam sektöründe hayatı sorgulayan bir karakter. Dul annesi, oğlunun ergenlikten olgunluğa geçiş yolunu tıkayan bir vekilharç. Zamanın dışına düşmüş babaannesi, zamanın ruhunu taşımayan Kahraman için akran sayılır. Sonradan hayatına giren temizlikçisi Serap ise Kahraman'ın sınıfsal ve kültürel önyargıları aşmasını sağlayan, kayıt dışı ekonominin sömürü düzeni içine hapsolmuş bir emekçi. Bu kadınlar ve bir de kedisi Kahraman'ın hayatının yapı taşları.
İstanbul'un hemen hemen her semti gibi inşaat gürültüsünün fon müziği teşkil ettiği, molozların şehir mobilyasına dönüştüğü bir semtte yaşıyor Kahraman. Ama onun peşinde olduğu bir başka İstanbul var. Kentsel dönüşümün tozu dumanına karışıp kaybolmadan bir rehbere hapsetmek istediği, kendine has dokusu, kokusu ve kültürüyle metropol haline gelmeden önceki İstanbul. Yazarlığa soyunmasına vesile olan mekanlar kentsel dönüşüme ve zincir mağazaların zulmüne teslim olup birer birer kapandıkça, Kahraman da içine kapanıyor. Onun dönüşümü Elif'in çektiği bir fotoğrafta kendisinden başka biri gibi göründüğünü fark etmesiyle başlıyor.
Hakan Bıçakcı'yla Uyku Sersemi hakkında yaptığımız sohbette, Kahraman Kara'nın ironik adının onu tipik bir kaybeden gibi göstermesi niyetiyle seçilmediği ortaya çıkıyor. Çünkü Kahraman, çalışkan, hayata bağlı ve titiz biri. En azından başlangıçta. Kentsel dönüşümün birbirine benzer kıldığı sokaklar, mahalleler, gürültü ve kaos onu yıldırıyor ama asıl tasası, her gün biri tarihe karışan kadim İstanbul mekanlarının kaybı. Onlar bir bir kayboldukça, en büyük hayali olan İstanbul rehberi de hayal olacak çünkü. Bugün onlarca yıllık bir sinema, yarın tarihi bir pastane, derken kuşaklar boyu hizmet vermiş bir sahaf... Kahraman, muvazenesini bu mekanlarla birlikte kaybederken, TOKİ'leşen, siteleşen, rezidanslaşan şehir de romanın ana karakterlerinden biri olarak bizi huzursuz etmeye başlıyor. Kahraman onca derdi arasında bir de kentsel dönüşüm için dertlenmekle uğraşmıyor ama. Bunun için dertlenmeyi okura bırakmış, öyle diyor Bıçakcı.
***
Romanı bitirdiğimde, yine aynı soru kurcaladı kafamı: Son on-on beş yıldır, hepimiz aynı şehirde yaşıyormuşuz gibi gelmiyor mu size de? Şehir planları, konut ve sosyalleşme alanları, kamu binaları, üslup denemeyecek, rantı maksimize etme kaygısıyla yapılmış mimari çiziktirmeler, alışveriş mekanları, parklar, caddeler, hatta şehir mobilyaları nasıl da birbirlerine benziyorlar. Artık hangi şehirde yaşadığımızı ayırt etmek mümkün olmuyor. Amaçları ve tarzları aynı aç gözlü gayrimenkul ortaklıklarının inşa ettiği birbirine benzer siteler, TOKİ imparatorluğu haline gelen Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'nın yığma binaları neredeyse taşra-büyük şehir ayrımını ortadan kaldırdı.
Mahalle kültürünün çözülüşü ve merkezin kaymasıyla konut alanlarının şehrin kenarına yönelmesi ve otopark sorununun yarım asırlık, görmüş geçirmiş binaları yıkıma mahkum etmesi, bir yerleşime karakterini veren temel unsurları birer birer yok ediyor. Motorize dünya şehirlerin tarihlerini, doğal dokularını ezip geçiyor. Bir mimari üslupla, bitki örtüsüyle, kozmopolit nüfus yapısıyla, bir iş koluyla, bir sosyal ilişkiler ağıyla anılan şehirler tek tipleştikçe ve geçmiş de Bıçakcı'nın deyimiyle "nostalji kavramına indirgendikçe" şehir görülesi ve sevilesi bir yer olmaktan çıkıyor, sakinleri içlerine kapıyor, bu içe kapanma eve ve AVM'lere kapanmayla sürüp gidiyor. Hazır beton ve granit, ahşabın, mermerin yerini alıyor. Tüketim kültürünün vaaz ettiği gibi, daha eskimeden yenileniyor yaşam alanları. Eskimek yenilmek anlamına geliyor çünkü.
Bıçakcı'nın Kahraman'ı da değiştirmeye elinin varmadığı tekleyen bilgisayarı, suyu aniden soğutan şofbeni ve eprimiş yeşil koltuğuna bir vicdan borcu duyuyor ve eşyanın eskirken verdiği eziyeti, çok sevilen bir dostun küçük kaprisleri gibi karşılıyor. Yenilemeye, moda olana tepkisi, hayalini kurduğu mekanları elinden alan zamanın ruhuna duyduğu düşmanlıkla birleşiyor.
Artık eve bağımlı hale gelmeye başlayan ve pencere kenarındaki koltuğundan sokağı izleyerek vakit geçiren babaannesiyle yaptığı son derece düşük tempolu yürüyüşler, aynı zamanda hızlanan ve değişen dünyaya meydan okuma gibi. Bıçakcı bunlara "protesto yürüyüşü" diyor. Yaya olmak hız çağında devrimci bir konumlanış. Motorize olanın göremeyeceği yerler, ayrıntılar keşfetmek, neoliberal düzenin kurallarına uymayı reddetmek demek. Çevreye ve iklim değişikliğine, kentsel dönüşümün tahribatına ters düşmek, hayatı yavaşlatıp sindirerek yaşamayı seçmek. Kahraman, babaannesi ölünce hızla akan bir dünyada öksüz kalıveriyor.
***
Neredeyse on yıldır hafıza yürüyüşleri düzenliyorum bu sevilmeyen, kararıp kaldığına inanılan şehirde, Ankara'da. Gerek ders kapsamında, gerekse merak edenler için yaptığımız bu yürüyüşlerde, şehrin çocukluğu, gençliği ile tanıştırmak istiyorum katılımcıları. Şehrin üzerindeki örtüyü kaldırmak... Yoktan var edilmiş bir şehir olmadığını, dinlemek istersek bize birçok hikaye anlatabileceğini göstermek istiyorum. Benedict Anderson'un isabetle ifade ettiği gibi, coğrafyayı zamana yerleştirmek için, şehrin eski mekanlarını, insanlarını, olaylarını, hikayelerini bilmek çok önemli. Uyku sersemi Kahraman da bir İstanbul rehberi hazırlayarak bunu yapmaya çalışıyor benim anladığım. Hepsi estetik operasyonlarla birbirine benzetilmiş, yıldız olmuş zamane şehirlerine karşı, çarpık çurpuk, kusurlu, eski ama şahsiyetli karakter oyuncularını tanımak, anlatacaklarını dinlemek çok kıymetli. Şehrinizi tanısanız, belki seversiniz...