5 yaşımda, evde uslu uslu oturmuş, televizyon seyrediyordum. Birden, ekranda koca kafalı, koca ayaklı, cam suratlı, yumuk elli, biçimsiz şişkolukta bir yaratık belirdi. Zıplayarak yürüyor, ara sıra ahenkle havalanıp tekrar yere iniyordu. Daha önce hiç bu kadar korkunç ve garip bir yaratık görmemiştim.
Zaten televizyon siyah beyaz, durum yeterince üzücü. Bu yetmezmiş gibi, o azar azar uçan yaratık, sırtından fışkıran kabloları savura savura bana doğru ilerliyordu. Hafifçe tırsarak, “Anne? Bu ne?” dedim.
Annem, göz ucuyla televizyona baktı, son derece sakin bir şekilde cevap verdi: “Astronot.”
Hiç başka açıklama yapmak, ne bileyim, "O bir insan aslında yavrum. Antin kuntin kıyafetler giyip uzaya giden bir insan." demek, bir iç rahatlatmak, bir dondurma vermek yok... Sadece, “astronot”.
Ben de “Peki astronot ne?” demedim. Zaten, o sırada aya ayak basan (ki, bu bilgiyi yıllar sonra öğreneceğim ve “Acaba gerçekte aya hiç ayak mayak basılmadı da Amerikalılar stüdyoda çekim yapıp, bizi mi kandırdı?” bunalımına gireceğim ama bu ayrı konu) korkunç yaratık kayboldu ve yerine, Ajda Pekkan çıktı.
Astronot denen melunla tanıştığım günün gecesi, rüzgar yüzünden, ağacın dalları tık tık cama değdi. Öyle kibar bir tıklatma değildi ama. Sanki biri gelmiş de “Hşşt, çabuk pencereyi aç!” diyormuş gibi bir tıklatma.
Korktum. Kesinlikle astronot gelmişti ve cama vuruyordu ve birazdan o koca ayaklarıyla camı kıracaktı, içeri girecekti... Bir süre, içimde gerilim müziği çaldı, sonra uyudum.
O günden sonra bende hafif bir astronot fobisi başladı, nerede bir astronot görsem, içim fena oldu. Bu nedenle uzaya hep mesafeli durdum ve ülkemizin, uzay konusunda pek ileri durumda olmamasına, televizyona zırt pırt astronot çıkmamasına hep gizli gizli sevindim.
Olabildiğince uzak durduğum (ve çaktırmadan korktuğum) bu insanlarla aynı hisleri paylaşacağım, hiç aklıma gelmezdi.
Chris Hadfield diye nefis bir emekli astronot var. Uzaya çıkıp çıkıp, dünyaya geri dönmüş. Oradan fotoğraflar paylaşmış, mesajlar yazmış, uzayda gitar çalmış, şarkı söylemiş bir kişi.
Uzaya giderken, astronotların neler yaşadığını, korkunun garip boyutlarını anlatıyor birçok yerde.
“Ölme ihtimaliniz çok yüksek… Geri dönememe, bir şeylerin ters gitmesi, acı çekme, patlama, yanma, kör olma, sakat kalma ihtimaliniz var. Aklınıza gelen her türlü tehlikeye ek olarak, o ana kadar hiç düşünmediğiniz tehlikeler var. Her an, bir şey olabilir. Dev bir patlayıcının içinde, bilinmeze doğru hızla ilerliyorsunuz.” diyor.
Bizi anlatmıyor mu yahu? Biz de her gün evden çıkarken, tam da böyle hissetmiyor muyuz?
Biz de cebimizde ölme ihtimalimiz, aklımızda kötü kötü düşünceler, dev bir patlayıcının içinde, bilinmeze doğru hızla ilerlemiyor muyuz?
“Nasılsın?” diye soran olursa, rahatlıkla “Astronot gibiyim” diyebiliriz artık.
İşin kötüsü, onlar gidip en azından uzayı görüyor, yerçekimsiz ortamda eğleniyor, havada duran su damlalarıyla oynuyor, koskoca Dünya’nın çevresini, 92 dakikada geziyor. Biz, trafik varsa, 92 dakikada ancak 5 kilometre filan ilerliyoruz.
Peki, astronotlar bu korku meselesini nasıl çözmüş?
Korku ve karamsarlığı birbirinden ayırarak. Karamsarlığa izin de yokmuş, zaman da.
Haklılar. Korku, insani bir şey. Karamsarlık, insanı insanlıktan çıkaran bir şey. Korku kısa, karamsarlık uzun. Korku hafif, karamsarlık ağır. Üstünüze çöktü mü, yerinizden kalkamıyorsunuz. Kötü olanı daha da kötüleştiriyor, yıldırıyor, umutları kemire kemire bitiriyor. Çaresiz hissetmeye, her şeyi bırakmaya, vazgeçmeye sebep oluyor. Sonuç olarak, hiçbir işe yaramıyor.
Madem biz de her gün roketle uzaya fırlatılıyor gibi hissediyoruz, bizim de karamsarlığa yerimiz, zamanımız, iznimiz olmasın. Belki o zaman ilerlememiz ve içine sıkıştığımız bulutlardan kurtulmamız mümkün olur.