Hepimiz bu distopyanın parçasıyız!

Berna Durmaz’ın son öykü kitabı "Metal Hayatlar”, İletişim Yayınları’ndan çıktı. Durmaz, öykülerinde insanların robotikleştiği, sistemin işlemesinin her şey olduğu, betonların yegane yaşam kaynağına döndüğü dünyanın çarkına çomak sokuyor.

Abone ol

DUVAR - Pekin’de hava kirliliğinden güneşin doğduğu artık anlaşılmıyor diye şehrin çeşitli yerlerine güneşin doğuşunu gösteren dev ekranlar yerleştirilmişti. Galiba hiçbir distopya, gerçeğe bu kadar yakın olmamıştı. O zamandan beri insan kusan şehirlere, şehirlerin atığına dönüşmüş bizlere daha büyük bir hayretle bakıyorum. Şehirde daha fazla yaşayabilmek için şehirlere yaptıklarımızla sonsuz bir döngünün içine girmiş durumdayız. Sadece şehirlere değil, insanoğlunun tüm yaşam alanlarına yaptığı zulüm akıl alır gibi değil. Gerçekten başka bir gezegenden gelip “bunu neden yaptınız” diye sorsalar, nasıl açıklar; kendimizi, ellerimizle hazırladığımız bu cehennemde yaşamaya neden mecbur ettiğimizi nasıl anlatırız, kim bilir. Gerçi bunları anlatmak için dünya dışından birilerinin gelmesine gerek yok. Kendimize de sorabiliriz elbette. Ama verecek yanıt olmadığı için kendimize de sormaya cesaret edemiyoruz. Berna Durmaz, “Metal Hayatlar”da bu soruları ortaya saçıyor.

İletişim Yayınları’ndan çıkan “Metal Hayatlar”, özellikle şehir yaşamının insanı körelten detaylarına odaklanıyor. İşin kötü yanı, şehir yaşamının neredeyse tüm detaylarıyla insanı körelttiğini hatırlatıyor. Kitap, 16 öyküden oluşuyor. İnsanların robotikleştiği, sistemin işlemesinin her şey olduğu, betonların yegane yaşam kaynağına döndüğü dünyanın çarkına bir çomak sokuyor. Yürüyerek bir yerlere ulaşmaya çalışan insanlara tahammülün kalmadığı, kaldırımların inşaat iskeleleriyle işgal edildiği ve eve giden yolların her gün değiştiği bir parkura dönüşen bu şehirlerin çoğunlukla neye hizmet ettiğini unutmuş biz ‘sakin’lerine de birer tokat atıyor. Dâhil oldukça beslediğimiz sistem döngüsünün dışından sesleniyor: siz burada durdukça umut yok! Hiçbir şey yapmayarak da bu suça ortak olduğumuzu, nasıl kendi kendimizin cellatlarına dönüştüğümüzü açıklıyor.

Berna Durmaz

“Gün başladı ya, durmayın evlerinizde. Doldurun sokakları, otobüsleri, binaları. Akın akabildiğiniz kadar oluk oluk. Delin, deşin, parçalayın yerin yüzünü. Derinine temel atıp, bıçak gibi saplayın toprağın karnına binalarınızı. Camlar, metaller giydirin üzerlerine ki ışısın... Bahçe zararlıları gibi kıymık kıymık, parça pinçik her gün, her saat, düzenli yiyip bitirin bu dünyayı. Bu yüzden bu sabahın erkeninde kalkmalar.”

Metal Hayatlar, Berna Durmaz, 91 syf., İletişim Yayınları, 2018.

BİZLER: ŞEHRİN ORGANİZMALARI!

Sadece şehre değil, şehrin birer organizması olarak bizlere de yakından bakıyor. Şehrin acısını bizim içimizden duymaya çalışıyor. Bunu yaparken de şehirde yaşamayı bir geçim sıkıntısından sebep mecbur görenlerle bir gurur meselesine dönüştürenleri ayrıştırıyor. Metal makinelerin başında uzuvları eriyip yok olmuş, gövdeleri metale kesmiş emekçilerle varlığını başkalarının varlıklarını sömürerek anlamlandıranları aynı kefeye koymuyor. Plazalarına, arabalarına, sitelerde sonsuzluğa uzanan, bir güvenlik önlemi olarak pencereleri aralanamayan, zili çalınmadan kapıları açılamayan dairelerine, giysilerinin etiketlerine aşık güruhu sorguluyor.

“Bu koca şehre kapılmanın nedenini sorar ya annem, beni en çok bu soru yorar. Düşünür dururum. Bir yanıt bulamam.

İnsan kökünü illaki saplamalı toprağa, öyle mi? Düzenli bir işi olsun, evi, arabası, takım elbisesi, parası... Düzgün adam desin görenler. Annemle babamın istediği. Bilmezler ki bunu yapanlar, her gün bir başın üstüne basıp bir baş daha yükselirler. Ayakları balçık kan.”

Şehrin ikiyüzlülüğünü, işi bitince arkasını dönüp gidişini sahiplenenleri, kırdığı kalplerin çetelesini bir kahramanlık anıtına dönüştürenleri de unutmuyor Berna Durmaz. Şehir adeta bir rende gibi her birimizi küçük parçalara ayırırken, hayata tutunmak için bir kuş ötümünü, bir ağacın gölgesini, bir ırmağın şırıltısını, bir meyvenin tazeliğini, gerçek bir rüzgâr esintisini, en basitinden toprak kokusunu arayanların yanında duruyor. Her şeye rağmen göğsünde çiçekler yeşertmeye çalışanları beton gölgeleriyle boğmaya kalkışanların arasındaki farkı da kraldan çok kralcıları da iyi tanıyor. Kimseyi açıktan yargılamıyor ama hiçbir şeyi hafifletmeye, anlatılanı acısız ve esirgeyen bir dille aktarmaya da çalışmıyor. Öykülerinin gerçeğe teması, Durmaz’ın bu direkt üslubuyla daha da güçleniyor.

Berna Durmaz, “Metal Hayatlar”da kitaplarını heyecanla okuyup, dizilerini bölüm bölüm kovaladığımız, bir yenisi çıksa da izleyip halimize şükretsek dediğimiz, bir gün gerçek olmasından korktuğumuz o distopik öykülerin en gerçekçisini; hepimizin zavallı birer kahramanına dönüştüğümüz kısmını anlatıyor. “Metal Hayatlar”, güneşin doğamadığı dünyayı, güneşin batamadığı şehir öyküleriyle tarif ediyor.

“Ta uzakta, yüksek bir cam bine kızıl ışıkla alev almış yanıyor gibiydi.

“Ne olacak,” dedi, “güneş batıyor.”

“Öyle de dedim, batmaya yer bulabiliyor mu? Işığı şehre vurup geri yansıyor.”