Ajandalarınıza not alın; 15 Kasım günü bütün dünya bir doğum gününe davetliyiz. Hepimiz…
Şu an için davetiyede bir adres yok. Belki adres hiç bilinmeyecek ama olsun, dünyaca seyrettiğimiz onca cenazeden sonra bir doğum gününe davet almak yine de sevindirici.
Yıldönümü anlamında bir doğum gününden söz etmiyorum. Davetiye, doğumun kendisiyle ilgili. Dünyamızda, bu tatlı minik mavi bilye gezegenimizde doğacak bir bebeğin ilk anlarına şahitlik etmemiz bekleniyor.
Edelim işte, ne güzel.
Bu bebeği özel kılan bir şey var. Bir sayı… O, bu gezegenin sekiz milyarıncı (söylemek bile kulağa tuhaf geliyor) insanı olacak ve Birleşmiş Milletler’in bu yaz yayımladığı ‘World Population Prospects 2022 (Dünya Nüfus Beklentisi 2022) raporuna göre 15 Kasım’da dünyaya gelecek.
Tarih yaklaştı. Bu yazı, daveti cevaplamak için son bir hatırlatma olsun size.
Bebek nerede doğacak? Bilinmiyor. Adres o yüzden belli değil. Ama ihtimaller belli. Bu bebek, yüksek ihtimal Çin’de ya da Hindistan’da doğacak. Belki Nijerya’da.
Düşük ihtimal ise Batı’da, Avrupa’da ve evet Türkiye’de… Daha doğrusu, buralarda doğmayacak bu bebek. Çünkü buralardaki nüfuslar (Türkiye henüz tam o ritme girmese de) doğmaktan çok ölme eğiliminde.
Neticede dünyada bir yerlerde doğacak. Sekiz milyarıncı dünya vatandaşı… Rekortmen bebek. Dünyamızın bebeği…
*
Bu istatistikler yüzde yüz isabetli sayılmaz ama bize bir projeksiyon sunuyorlar ve ihtimaller üzerinde kafa patlatmamızı sağlıyorlar.
Bu bebek aslında çoktan doğmuş olabilir. Dünyanın bir yerinde çoktan pışpışlanıyor (ya da maalesef pışpışlanmıyor) olabilir. Yani, sekiz milyarı belki de çoktan geçtik.
Ama kilometre taşlarına, yıldönümlerine; hayatımızı yönetmemize, rutinimizi kurmamıza yardımcı tüm o fazladan detaylara ihtiyacımız var.
İşte bu yüzden, davete icabet etsek de etmesek de 15 Kasım’da bir doğum gününe davetliyiz.
*
Peki bu doğum günü bize ne anlatıyor?
Dünyanın değiştiğini…
Kutuplarda buzulların erimesi, görmediğimiz uzaklarda ormanların için için yanması gibi, dünya nüfusu bir yerlerde müthiş bir hızla artıyor (Bir yerlerde de yerinde sayıyor).
Dünya küçülüyor, nüfus artıyor, iklim değişiyor. Hepsi dönüp dolaşıp tek bir cümleye indirgeniyor:
Dünya değişiyor. Hem de görülmemiş bir hızda.
Biz bu değişimin bir kısmını gördük, görmeye devam ediyoruz. Nüfus hareketleri, göçler, kıt kaynaklar, yaşanmaz hale gelen topraklar…
Çocuklarımız çok daha sert bir versiyonunu görecek.
Onların çocukları daha da sertini…
*
Nüfus baskısı daha fazla enerji talebi demek, daha fazla su ve gıda ihtiyacı demek. Daha fazla kaynak tüketimi demek. Zaten tekleyen dünya ekonomisinin çok daha çapraşık meselelerle boğuşması demek.
Ama daha da önemli ve gözden kaçırmamak gereken bir başka mesele var. BM’nin raporunu haberleştiren Der Spiegel bu meseleyi son derece net bir şekilde işaret etmiş:
Esas mesele nüfusun artması değil, esas mesele nüfusun çok az bir kısmının kaynakların çoğunu tüketmesi.
Avrupa’nın, ABD’nin ve artık Çin’in dünyanın varını yoğunu büyük bir iştahla içine çekmesi…
Demek ki yeni dünyayı okurken, nüfusu hızla artan fakir ülkeleri problemin kaynağı diye göstermek yersiz. Problem, her zamanki gibi esasen zenginin şımarıklığında.
*
Şimdi raporun bize başka neler dediğine bakalım.
Öncelikle bir başka kilometre taşı: Hindistan, birkaç ay sonra, yani 2023’te, dünyanın en kalabalık ülkesi unvanını Çin’den devralacak.
1981’de milyar barajını geçen Çin, bugün 1 milyar 425 milyon 887 bin kişiye ev sahipliği yapıyor. Ama tek çocuk politikası nüfuslarındaki büyüme trendini çok aşağı düşürdü. Artık yaşlı ve giderek de yaşlanan bir nüfusu var Çin’in.
Hindistan daha genç. Gelecek yıl Çin’i geçecekler, 2050’de de yaş ortalaması 38 olan 1.6 milyar kişiye ulaşacaklar.
Zenginlerin sayısı azalırken, yoksullarınki artacak. Nüfus artışının yarıdan fazlası sadece sekiz ülkede yaşanacak: Tanzanya, Mısır, Etiyopya, Kongo Demokratik Cumhuriyeti, Nijerya, Hindistan, Pakistan, Filipinler.
En ilginç grafik Nijerya’da. Bugün 219 milyon kişinin yaşadığı ülke, BM raporuna göre 2050’de 377 milyona, 2100’de de belki 750 milyona ulaşacak. Muazzam bir artış. Muazzam bir zorluk.
*
Raportörler, nüfusun artma hızının giderek yavaşladığını, bununla beraber dünyamızın 2030’da 8.5, 2050’de 9.7 milyar kişiyi barındıracağını yazmış. Buna göre, 2080 civarında, 10.4 milyarlık nüfusla zirveyi göreceğiz, 2100’lere kadar da böyle gideceğiz.
Sonrası yokuş aşağı. Dünya nüfusu, tarihte ilk defa, savaş ve salgınlar harici, topyekûn azalmaya başlayacak. Ölenler doğanları geçecek…
Cem Karaca’nın ‘İşte Geldik Gidiyoruz’ şarkısı, biliyorsunuz, son derece karamsar ama realist “Deli gibi kutluyoruz yılbaşı doğum günümüzü / doğuma da ölüme de çiçekler yolluyoruz” dizelerini içerir.
İşte o günlerde dünyada ölüme daha çok çiçek yollanacak. Tabii çiçek kaldıysa…
*
Bu yazı için yararlandığım Der Spiegel makalesindeki ilginç bir bilgiyi daha paylaşayım.
Buna göre, dünya nüfusunun, hangi toplumda ne yönde değiştiğini, o toplumun kadınlarının kaderi belirliyor. Ülke ne kadar fakirse, kadınların eğitime, işe ve doğum kontrolüne uzaklığı o kadar artıyor. Yoksul ülkelerde kadınlar bu yüzden daha çok çocuk sahibi oluyor; o çocuklar da yaşamları boyu yoksul kalıyor.
1950’de bir kadın ortalama beş çocuk doğururken, bu sayı şimdi 2.3; 2050’de ise 2.1 olacak.
Dünya nüfusun üçte ikisi halihazırda, kadınların doğum sayısının azaldığı yerlerde yaşıyor ve giderek yaşlanıyor. 2050’de yeni doğan bir bebek için ortalama ömür beklentisi 77 yıl olacak (bugün 73 civarı).
Ama ömür beklentisiyle birlikte dengesizlik de artacak.
Fakirlik, kıt kaynaklar ve insan hareketleri artacak…
*
Gelelim memlekete…
Raporda Türkiye’yi içeren ifadelerde insan hareketleri var.
Dünyanın bazı bölgelerinde nüfus değişiminin esasen göçler üzerinden yaşandığına dikkat çekilmiş. Buna göre 2020 yılında Türkiye, dünyada en çok mülteci ve sığınmacıya ev sahipliği yapan ülke (dört milyon). Onu üç milyonla Ürdün, iki milyonla Filistin, 1.8 milyonla Kolombiya izliyor. Diğer önemli destinasyonlar: Almanya, Lübnan, Pakistan, Sudan, Uganda ve ABD.
Demek ki Batı’nın ‘göç’ üzerine çıkardığı o muazzam tantanada bazı veriler eksik. Dünyanın en çok kaynağını tüketen ülkeler, en çok göç alan ülkeler değil. Hep biliyoruz ya, yine de tekrar edelim, hiçbiri bir Türkiye, bir Ürdün, bir Filistin değil… Sadece Almanya ve ABD ikinci çembere dahil oluyor. Uganda’nın, Sudan’ın, Pakistan’ın yanına. Ama en çok gürültüyü, en çok göç almayan ülkeler çıkarıyor.
“İtalya İtalyanlarındır” diyerek faşizmin çeperlerinde dolaşan (şimdilik) aşırı sağcı bir partiyi seçen İtalya bu listede yok örneğin.
Sığınmacıları vahşetle geri iten Avrupa ülkeleri bu listede yok; onları Ruanda’ya göndermeyi planlayan Birleşik Krallık yok. Sığınmacıları toplayıp ücra adalara atan Avustralya da yok.
Yok olmasına yok ama…
Tüm bu ülkelerin nüfusa da ihtiyacı var. Kölesi oldukları o ekonomik büyüme oranlarını sürdürebilmeleri için çarkları çevirecek insanlara ihtiyaçları var.
Bu ülkelerin devletleri, siyasetçileri şu an bu raporlara bakıyor ve kara kara düşünüyorlar.
15 Kasım’daki doğum günü, onlara bu dengeleri yeniden hatırlatacak. Dünyanın en çok kaynağını tüketen ülkelerinin geleceği üzerine düşünecekler.
Nüfus baskısı ve iklim değişikliğiyle hareketlenen gezegenin geleceği üzerine düşecekler.
Büyüme oranları üzerine düşünecekler.
Derken seçim sandıklarını akıllarına getirecekler ve seçmenlerine yeni duvarlar vaat edecekler.
Ama sonra ne olacak?
*
PS: Birleşmiş Milletler’in ‘Dünya Nüfus Beklentisi Raporu’nu buradan okuyabilirsiniz.
Yazı için faydalandığım Der Spiegel makalesi de burada.