Kadınsız ekranlarda kadın hakları, kadınların hayatı ve kadınlara yönelik erkek şiddetiyle mücadele konularında erkekler tarafından ahkam kesilişine sık rastlanır. Öyle ki kadınsız ekranların birinde, bırakın jinekolog olmayı hekim bile olmayan birkaç erkeğin ‘sezaryen doğum mu daha iyidir normal doğum mu?’ sorusuna cevap arayıp ve tabi ki anında bulduklarını görmüşlüğümüz vardır. Normal doğum elbette kutsandı o erkekler tarafından. Kaykılarak oturdukları sandalyelerinde gevşek gülüşlerle ‘tabi ki normal’ dedikleri o doğumun, epidural doğum mu olduğu veya salt ebe/hekim desteğinden mi söz ettikleri yoksa kadınlara ‘gidip tarlada bi başınıza doğurun’ mu, demek istediklerini kendileri de bilmiyordu kuşkusuz. Doğal doğum adıyla kutsadıkları şey doğumun yöntemi değil, mümkünse bedavaya değilse en ucuza mal olması.
Anne bebek sağlığı, doğurana ve yeni doğana asgari saygı, hürmet insanca bir konfor alanı yaratmak, bütün kadınların hakkı değil o anlayışta. Nitekim devletler de doğa/doğalsever oldukları için değil sosyal güvenlik sistemlerinin yükünü azaltmak için sezaryen doğumu kısıtlıyorlar malum. Daha az maliyetle daha çok doğum neoliberal nüfus politikasının altın kuralı gibi. Ha parası olan özel hastanelere gitsin ki devletin sosyal güvenlik sistemine yük olacağına özel hastanelere, sigorta şirketlerine para kazandırsın. Buna engel olan yok. Ancak sıradan insanın insan hakları, maliyeti arttırır. Haklar seçkinlere mahsus kabul edilince çarkların dönüşü de hızlanır, işte al sana katma değer. Doğallık ya da dindarlık gibi gerekçelerle herkesin nabzına uygun propaganda yöntemi bulunur elbet. Çelişki şu ki söz konusu olan kadınların hayatı ve emeği fakat karar verme sırasında kadınlara söz düşmez.
Tıpkı Afganistan’da Taliban tarafından gerçekleştirilen eğitim çalıştayında olduğu gibi. Kız çocuklarının da eğitimi hakkında, kadın eğitimcilerin de meslek yaşamı hakkında karar verilirken salonda tek bir kadın bile bulundurulmadı. Erkek ekranlardan farkı varmış gibi yapılması da ayrı tuhaf. Taliban zihniyetinde olan veya öyleymiş gibi görünen erkeklerin özgür, Taliban zihniyetinde olsun olmasın bütün kadınların ev hapsinde olduğu ‘bağımsız’ Afganistan’ı selamlayanlar, orada yaşasalardı burunlarını bile kapıdan dışarıya çıkaramayacaklarını biliyorlar ama doğu emperyalizmine bağımlı siyaset yapmanın bedeli böylesi çelişkileri sineye çekmek olmalı. Kim bilir belki çelişki yokmuş gibi yapılınca yok oluyordur o çelişki.
Gözünü kapayınca yok olacağı sanılan çelişkilerden birisi de laiklik gerekçe gösterilerek kadın haklarının ihlal edilmesiyle şeriat gerekçe gösterilerek kadın haklarının ihlal edilmesi arasında fark olduğunun zannedilmesi. Bugün pek çok kadın, Cumhuriyet Kadınları Derneği tarafından Taliban yönetiminde bir Afganistan’ın bağımsız olacağı zannıyla, kadın hakları ihlalini destekleyişine inanamıyor. Bu nedenle hayal kırıklığı yaşayanlar az değil. Cumhuriyet Kadınları Derneği'nin aldığı siyasi pozisyon nedeniyle hayal kırıklığına uğrayan kadınlar ‘şeriata karşı’ kurulmuş bir derneğin ‘şeriat savunucusu' oluşuna şaşırıyor. İstifalar ve kendini fesheden şubelerle ilgili haberler birbirini kovalıyor günlerdir. Slogan siyasetinin eseri olarak görüyorum bu şaşkınlıkları ve tanıdığım pek çok kadının şaşırmasına şaşırıyorum.
1997 yılında 28 Şubat Darbesi'ni desteklemek için kurulmuş bir dernek, feminist ilkelerle çalışıyor gibi takdim edildiğinde buna herkesten önce kurucuları ve üyeleri inanmış anlaşılan. Oysa devletin o günkü sahiplerinin ideolojisini kadın haklarının önüne yerleştirip önceleyen bir derneğin, devletin bugünkü sahiplerinin ideolojisini de yine kadın haklarının önüne yerleştirmesinde şaşılacak bir taraf yok. Bu pozisyon alış normal bir durum olmanın da ötesinde kaçınılmaz sonuç. Kurulduğu gün laiklik gerekçesiyle kadın hakları ihlalini desteklemek amacı taşıyordu. Şimdi ideolojisi doğrultusunda Taliban yönetiminde bir ülke olmasını selamlıyor. 28 Şubat darbecilerinin yaptığı şey kadın ve kız çocuklarının eğitim ve çalışma haklarını yasaklamaktı. Taliban’ın yaptığı şey de kadınların ve kız çocuklarının eğitim ve çalışma haklarını yasaklamak. Aradaki fark ne? Var mı bir fark?
Doksanlar Türkiye’sinde statükocu siyasetin rüzgarı, darbeciler tarafından yasaklanan muhaliflerin yelkenini şişirdi. İktidara taşınmasında darbe yasakları temel etken olduğu halde AKP hükümetlerinin siyasi hataları seçmene fatura edilip darbeciler aklanmaya çalışılıyor. AKP’nin yanlışları darbecilerin yanlışlarını silermiş gibi düşünmek de görmezden gelmek için özel çaba harcamayı gerektiren çelişkilerden. Devlette devamlılık esas denir ya devam ettiği iddia edilen o şeyin seçkinlerin hukuku olduğunu düşünüyorum.
Bu çerçevede nasıl 28 Şubat darbecileri gün gelip yasaklamak için sıradan insanlara zulm ettikleri siyasetçilere biat etmişlerse şimdi o günün iktidarı, darbecilerin ceza almış olanlarını bile cezaevine girmekten korumak için elinden geleni esirgemeyeceğine eminim. Devlette devamlılık esas ya tıpkı 12 Eylül darbecileri ceza aldığı halde Yargıtay temyiz dosyasını işleme almak yerine sabırla “birkaç ihtiyarın” ölümünü beklediyse yine benzer şeyler olacaktır. Ha birileri cezaevine girse benim içim mi soğuyacak? Hayır. Çünkü bütün darbelerde, bütün hak ihlallerinde olduğu gibi hiç kimsenin mahpus olması haksızlığa uğrayanların çiğnenen onurunu yüceltmez. Sadece hukukun üstünlüğünü ve bütün insanların hukuk önünde eşit olduğunu göstermesi bakımından ve toplumun selameti için kıymetli olur(du). Devletle devamlılık esas olduğu için yekdiğerine muarız görünen devletlüler birbirini kollar. Hukukun temel işlevi böyle bir şey…