Her amatör müziksever 15 dakikalığına meşhur olursa
Bir kuryenin hayalini kurduğu müzik eğitimine kavuşmak için medyatik olması gerektiği algısını pompalıyoruz. Oysa Türkiye’de onun durumunda olan ve hatta on yıldır konservatuvar eğitimden geçen daha nice genç ve çocuk, sosyal medya üzerinden böylesine geniş bir erişim gücüne sahip değil veya buna sıcak bakmıyorlar. Konservatuvarda orkestra şefliği okuyan Öykü Yanık’ın söylediği gibi, “Bu meslekte “keşfedilmezsiniz”, çalışırsınız”.
Geçtiğimiz haftanın gündemine, piyano başına geçerek Mozart'ın Türk Marşı’nı çalan kurye genç damgasını vurdu.
Amerikalı ressam ve film yapımcısı Andy Warhol, kendisiyle yapılan bir röportajda "Bir gün herkes ünlü olacak" deyince, yanındaki fotoğrafçı arkadaşı Nat Finkelstein onun sözlerini şöyle tamamlamış: "Evet ama 15 dakikalığına".
Müziksever kurye Can İncir kaç dakikalığına gerçek anlamda “ünlü” oldu bilinmez, ama etrafında dönen tartışmalarla müzik dünyasının ciddi bir sarsıntıdan geçtiği kesin.
Yoksulluğun ve imkansızlıkların bu denli medyatikleştirilmesi ve romantikleştirilmesi, piyano hediye ederken bile cümle aleme duyurulması, kangren olmuş bir sektörün sorunları bir kenarda dağ olmuşken peri masalları yaratılması karşısında duyduğum rahatsızlığı ve tüm bu ilginin sabun köpüğü gibi dağılacağına dair önsezilerimi bir yana bırakıyorum.
Çünkü mesele, iddia edildiği gibi, “kuryesin, kurye kal”, “kuryeler piyano çalamaz” veya “onu eleştirenler ve destekleyenler kutuplaşması” düzeyinde değil.
Mesele, nitelikli ve erişilebilir müzik eğitiminin, uzunca bir süredir sosyal adalet ve fırsat eşitliği perspektifinden ivedi bir çözüm gerektiren alanlardan biri olması...
Dezavantajlı toplumsal gruplardan gelenler için “yetenek” veya popülist ve “fast food” bir kültürün ürünü olan TikTok görünürlüğü, tüm kapıları açmıyor.
Geçim derdinden veya çağın gerisinde kalan eğitim sistemimiz yüzünden nice yeteneğin keşfedilmeden kaldığı ve köreldiği, müzik eğitimine ancak ciddi bir yatırım yapma “lüksü” olan ailelerin çocuklarının bu pastadan pay alabildiği, bilinen bir gerçek.
Parası olan düdüğü de çalıyor, notaları da... Ama eğitime erişimde adalet, bir köşede boynu bükük duruyor.
Konservatuvara türlü özverilerle girmiş olan çok yetenekli öğrencilerin birer birer yok olması, kimisinin eğitiminin çok dışında işlerle “karnını doyurmak” zorunda kalması, kimisinin de yurtdışında okumaya gidip, bir yandan kuryelik veya garsonluk yapması (ancak bunun haklı olarak “haber niteliği” taşımaması), benim gibi sektörü yakından izleyen kişilerin sıklıkla karşılaştığı bir başka durum.
Madalyonun bir diğer yüzü de, kişinin hem kurye olup hem de müziğe ilgisinin olabileceği, bunu amatör düzeyde de geliştirebileceği gerçeği...
Bundan başarı anlatısı çıkartana kadar, Türkiye’deki imkansızlıklardan dolayı müziği bırakan, “müzik yapmak benim için lüks haline geldi” diyen, müzik enstrümanının bakımını bile yaptıramayan “mektepli” gençlerden ve çocuklardan da söz etmek gerekiyor.
Çok uzaklara da gitmeye gerek yok. Harika Çocuklar Yasası’nın son faydalanıcısı –ve belki de “faydalanamayanı”- piyanist Emre Yavuz’un hükümet değişikliği sonrası bursu kesildiğinde tüm yurtdışı planları ve eğitimini kendi öz kaynaklarıyla yapmak zorunda kaldığını anımsamamız yeterli. Kendisi, Avrupa çapında isminden çok söz ettiren Rachmaninoff icracılarından biri oldu.
Türkiye’de müzik eğitiminin hedefleri ve sonuçları açısından tamamen “sınıfsal” olduğu ve halen bir elit uğraş olarak kaldığı malum... İdealist aileler de varını yoğunu, bazen elindeki tek mülkü satarak çocuklarını okutuyor, devlet ise bu alana erken Cumhuriyet dönemindekinin aksine özel bir kaynak ayırmamakta inat ediyor.
Venezuela’da yaklaşık kırk yıldır milyonlarca dezavantajlı çocuğa ücretsiz müzik eğitimi veren El Sistema’nın yarattığı müzik devrimi modelini Türkiye’de yıllarca sessiz sedasız ama büyük bir dip dalgayla uyguladıktan sonra yine sessiz sedasız kapanan Barış için Müzik Vakfı’nın izinden şu anda irili ufaklı birçok sivil toplum girişimi gidiyor.
İKSV başta olmak üzere birçok vakıf ve holding de elini taşın altına koyuyor. Ancak bunlar da yeterli değil.
Müzik eğitiminde fırsat eşitliğinin en güçlü enstrümanlarından biri olabilecekken Köy Enstitüleri’nin “bilinçli” bir tercih sonucu kapatılmasından beri tüm çabalar bölük pörçük kalıyor; bir devlet politikası halini almıyor, toplum tarafından sahiplenilmiyor.
“Elimde olsaydı tüm dünya okullarına ‘insanın insanı sömürmemesi’ diye bir ders koyardım” diyen İsmail Hakkı Tonguç’tan bu yana köprünün altından çok notalar aktı.
El Sistema’nın kurucusu José Antonio Abreu’nün 2009 yılında gerçekleştirdiği TED Ödülü konuşmasını dinlemenizi veya çevirisini okumanızı öneririm. El Sistema bünyesinde eğitim gören alt ve orta sınıflardan çocukların kimisi Berlin Filarmoni Orkestrası’nın asli üyesi oldu, kimisi Los Angeles Filarmoni Orkestrası’nın müzik yönetimi, kimisi de Gothenburg Senfoni Orkestrası şefi.
“El Sistema, hiçbir ayrım olmaksızın bütün Venezuela toplumu için tasarlanmış olan fakat en zayıf ve tehlike altındaki toplumsal gruplara daha fazla yönelen bir toplumsal kurtarma ve derin kültürel dönüşüm programıdır” diyor Abreu.
Bu projeyle kurulan orkestrada ve koroda hem çocukların entelektüel yapısı güçlendirildi, hem özgüvenleri geliştirildi, hem de güçlü bir müzik eğitimi verildi.
Yoksulluğun, müziğe gönül vermiş çocukların toplum içindeki özsaygısını yitirmesine yol açması önlendi.
Çocuklarda “hiç kimse olma hissi”nin önüne geçilmek istendi; uyuşturucudan ve suça sürüklenme sebeplerinden uzaklaşmaları sağlandı.
Sosyal medya kullansın veya kullanmasın, marangoz babanın çocuğu kemancı oldu, gündelik temizliğe giden annenin kızı klarnet sanatçısı.
Çocuklarda bu şekilde yurttaşlık bilinci geliştirildi.
Kimse kimsenin “kurye” olup olmamasıyla ilgilenmedi veya kurye olup müziğe ilgi duyan birine “uzaylı”ymış veya “harika çocuk”muş gibi davranmadı.
El Sistema’da aslolan sosyalleşmek, yeteneklerini ortaya çıkarmak, birlikte bir müzik projesi üretebilmektib
Burada yetişen müzisyenlerden Venezuela Simon Bolivar Senfoni Orkestrası kuruldu ve dünyanın saygın orkestraları arasında yerini alarak en prestijli sahnelere işte bu çocuklar çıktı. Torpilsiz, araya kimseyi koymadan, tamamen bileklerinin ve müzik kulaklarının gücüyle...
“Müziğin kendi içinde ürettiği ve aynı zamanda onun içinde yatan muazzam ruhsal dünya, maddi yoksulluğun üstesinden gelmekle sona erer. Bir çocuğun bir enstrümanı nasıl çalacağını düşündüğü dakikadan itibaren, o çocuk artık yoksul değildir. O çocuk, sonrasında tam bir yurttaş haline gelecek şekilde, profesyonel düzeye doğru ilerleyen bir çocuk olmuştur artık,” diye açıklıyordu bu dönüşümü Abreu.
Yani esas olan sanatı toplumun hizmetine, hem de toplumun en kırılgan halkalarının hizmetine sokmak; sanatı toplumsal dönüşümün bir aracı haline getirmekti.
İşte tam da bu mantıkla müzik eğitiminin halen elit azınlığın uğraşı olarak kaldığı Türkiye’de müzik eğitimi dendiğinde akla ilk aşamada şu sorunlar geliyor: sanat kurumlarının niteliği, güzel sanatlar liselerinin erişilebilirliği, müzik eğitimi veren kurumlara devletin kaynak aktarımı, bu alanda çalışan eğitmenlerin hak ettikleri yaşam standartlarını bulamayışı...
Yetenekli ve eğitimli genç müzisyenler yurtdışı eğitim süreçlerinde sponsor bulamıyor; burjuvazinin desteğini aldığı sürece sanat eğitimini bir üst aşamaya çıkarabiliyor.
Bu gençler, evlerine duvar piyanosu almak için kitlesel fonlama dahil birçok yolu deniyor; eğer “üst düzey” bir tanıdığı yoksa Türkiye’de sahne deneyimi kazanamıyor. Birçok genç ve ailesi bir noktadan sonra bunu “onur kırıcı” bulup çocuğunu başka mesleklere yönlendiriyor.
Aynı gençler, orkestra eşliğinde bir konçerto çalabilmek için tüm kapıları çalıyor; yurtdışında kabul aldıkları bir yarışmaya katılmaları ise döviz kurları düşünüldüğünde ciddi bir servet gerektiriyor. Gençler, davet aldıkları ve ön elemeyi geçtikleri yarışmalara gidemiyorlar.
Tüm bu tablonun karşısına geçip hayatını bir film şeridi gibi izleyen genç ise, bu sektöre yıllarını, uykusuz gecelerini ve tüm kalbini verdikten sonra, bir video ile kapısına piyano gelen yaşıtının başına üşüşen, ama kendisinin hiçbir sorunu veya başarısında oralı olmayan medya karşısında yaşama öfkeleniyor, hatta ideallerinden ve müzikten soğuyor.
Ama biz bunların hiçbirini tartışmıyor, viral olmuş bir videonun peşi sıra bir Külkedisi masalı üreterek, müzik eğitiminin sorunlarını görmezden geliyoruz; “mış gibi” yapıyoruz; gerçekten yetenekli ve eğitim görmüş müzisyenlerin hakkını yiyoruz.
Bir kuryenin hayalini kurduğu müzik eğitimine kavuşmak için medyatik olması gerektiği algısını pompalıyoruz. Oysa Türkiye’de onun durumunda olan ve hatta on yıldır konservatuvar eğitimden geçen daha nice genç ve çocuk, sosyal medya üzerinden böylesine geniş bir erişim gücüne sahip değil veya buna sıcak bakmıyorlar. Konservatuvarda orkestra şefliği okuyan Öykü Yanık’ın söylediği gibi, “Bu meslekte “keşfedilmezsiniz”, çalışırsınız”.
Birçoğu, evde tuşu kırık duvar piyanosuyla çalışarak dünya çapında müzik yarışmalarında ödüller almalarına rağmen sahiplenilmiyorlar, çünkü sanal görünürlükleri güçlü değil. Müzik de ne yazık ki dünyayı her katmanda saran popülizm virüsünden nasibini alıyor.
Benzer şekilde, soprano Pervin Chakar, yıllardır Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan kendisine ulaşan yetenekli ancak ekonomik imkanları kısıtlı çocukları ve gençleri yetiştirip, onlara konservatuvarlarda ilgili burs olanaklarını sessiz sedasız sağladı.
Diyarbakırlı Delal Arin, 6 yaşında Bach çalan, öğretmen bir ailenin üstün yetenekli bir çocuğuydu. Mütevazi piyanosuyla, piyano öğretmeni annesinin ona verdiği eğitimle harikalar yaratıyordu. Ama bu eğitimde aile hep kendi kaynaklarını kullandı. Sosyal medyadaki videosu 285 bin kişi tarafından izlendi. Ben ve Pervin, kişisel bağlantılarımızla ona bir duvar piyanosu bulmak için çırpındık, ama kimse oralı olmadı.
Müzik dünyasında yaşları 6 ila 40 arasında değişen müzisyenlerle son iki yılda yaptığım ve sayısı toplamda 450’ye varan “Harika Çocuklar” ve “Harika Gençler” röportaj dizilerindeki birçok kişi bana gönderdikleri mesajlarda, “bu zamana değin uluslararası düzeyde prestijli yarışmalarda edindiğimiz başarıları hiçbir ana akım medya kuruluşu haber yapmamıştı, sizin röportajınızla kendimizi değerli hissettik” dediler.
Sahne ışıkları üzerlerinden çekildiğinde unutuluşa sürükleneceği şimdiden bilinen, videosu viral olduktan üç gün sonra sosyal medya hesaplarında kendisini “sanatçı” diye tanıtan kullanışlı “başarı öyküleri”ne yoğunlaşmak yerine, müzik eğitiminde “büyük resmi” görmemiz ve oradaki işlevsizlikleri çözmek üzere harekete geçecek toplumsal baskıyı geliştirmemiz gerekiyor.
Bir örnekle bu kadar mobilize olabiliyorsak, müzik eğitimi sistemindeki çarpıklıkları gündeme getirmek, üzerine gitmek ve çözülmesini sağlamak için de aynı toplumsal ortaklığı ve duygudaşlığı yaratabiliriz.
Külkedisi masalları üretmek kolay, sistemi dönüştürmek zordur, ancak asıl kalıcı olan da bu dönüşümdür. Gerisi sabun köpüğü gibi dağılır gider.
Ve umarım ki popülizm tüm renkleri kirletirken, müzik eğitimi de bir süre sonra çamur rengine bürünmez.