Boğaziçi Üniversitesi’nin tüm bileşenleriyle günlerdir yürüttüğü
mücadele değişik açılardan tartışılıyor. Üniversitenin içinde
bulunduğu eylemlilik süreci gösterdiği süreklilik, protestonun
üniversite ölçeğindeki kapsayıcılığı ve eylemcilerin talepleri
konusundaki kararlılığı bakımından tüm dikkatleri üzerine çekmiş
durumda. Dışarıdan yapılan bazı destek açıklamaları veya küçük
öğrenci gruplarının gerçekleştirdiği dayanışma eylemleri dışında
Boğaziçi şimdilik kıyılarını döven azgın dalgalarla baş etmeye
çalışan yalnız bir ada görünümünde. Ama iktidar yine de burada
açığa çıkan iradenin diğer üniversitelere yayılmasından, hatta Gezi
gibi yeni bir protesto dalgası çıkmasından endişe ediyor. Diyorlar
ki “Melih Bulu’nun istifa etmesi söz konusu bile olamaz. Bu durumda
üniversiteler yönetilemez hale gelir.” Halkın kendi kendini yönetme
talebinin iktidar sözcülerince “yönetilemezlik” olarak nitelenmesi
ilginçmiş gibi gözükebilir, ama aslında değil. Zira devamlılığını
keyfilik, hesap sorulamazlık ve hukuksuzluk üzerine oturtmuş bir
yönetim, yönetilenlerin özgürlük, eşitlik ve adalet gördüğü yerde
disiplinsizlik, düzensizlik ve parçalanma görüyor. Zaten başka
türlüsü mümkün değil ki!
İnsanların dikkatini üzerine çeken, hatta giderek kızdıran asıl
şeyse muhalefetin bu konudaki tutumu. CHP, büyük toplumsal
olaylarda hep adeti olduğu üzere yine hem nalına hem mıhına vuran
çelişkili açıklamalarla olaya müdahil oldu. En sonunda da
Kılıçdaroğlu tüm bu tutarsız ve çelişkili tavırları bir araya
getiren bir açıklamayla halka seslendi. Yaptıkları açıklamaların
tümünün ortak paydasınıysa ortada bir provokasyon olduğu düşüncesi
oluşturuyor. CHP, provokasyonun “görünen” ve “görünmeyen”
sorumlularından hesap sorulmasını istiyor. Belli ki iktidarın böyle
bir atamayı kasıtlı bir provokasyon olsun diye yaptığına,
Boğaziçi’nde Kâbe resmini yere seren öğrencilerin de ya provokatör
olduğuna ya da bu iktidarın ekmeğine yağ sürdüğüne inanıyorlar.
Gösterdikleri tepki, siyaset iki kutuplu bir ittifak mekanizmasının
cenderesinde sıkıştığından bu yana içine girdikleri eğilimle
tutarlı. CHP bir süreden beridir kendini toplumu kutuplaştıran
olayların dışında tutan, ecdat yadigarı olduğu için kutsal kabul
edilen değerleri sahiplenen, iktidara “yapıcı” eleştiriler getiren
bir muhalefet partisi olarak sunma gayretinde. Öğrenciler,
akademisyenler ve diğer üniversite bileşenleriyle değil, “kutsal
aile” kurumuyla muhatap olmak istemeleri de inşa edilen yeni CHP
profilinin bir parçası sadece.
Muhalefetin bu gayretkeşliğini sadece muhafazakâr oylara dönük
susuzluğun bir işareti olarak değerlendirme yönünde genel bir
eğilim var. Ama Ayasofya’nın ibadete açılmasından bu yana toplumsal
olaylar karşısında takındığı tavırlar, ana muhalefetin ağır ama
istikrarlı bir zihniyet değişimi sürecinden geçtiğini gösteriyor.
Şimdiki protestolarda kullanılan “provokasyon” argümanı üzerinde
söz ettiğim değişikliğin bir işareti olarak durmak bu bakımdan
açıklayıcı olabilir. Konuya iki bakımdan yaklaşabiliriz: İlk husus
provokasyonların amacı ve provokasyonlarla nasıl mücadele
edileceğiyle ilgilidir. Bu açıdan yaklaşınca provokasyonun
muhalefeti bastırmak amacıyla geliştirilmiş bir protesto kontrol
yöntemi olduğunu görürüz. Demek ki provokasyonlara karşı olmak ve
halkı provokasyona gelmemesi için uyarmak ancak protestonun önünü
daha da açmak ve hak mücadelesini geliştirmek amacıyla yapıldığında
anlamlı olabilir. Diğer önemli bir husus, bir şeyin provokasyon
olup olmadığına karar verirken başvurduğumuz ölçütlerle
bağlantılıdır. Bu bağlantıyı anlamak muhalefetin siyasal alanda
verilen hegemonya mücadelesini nasıl kaybettiğini de görmemizi
sağlar.
Bir kitle gösterisine dahil olmuş, herhangi bir mitinge veya
protesto gösterisine gitmiş herkes provokasyon derken neyin
kastedildiğine dair az çok fikir sahibidir. Zira her eylemci bu tür
siyasi gösterilerde ya gerçek bir provokasyona tanık olmuş ya da
bir şeyin provokasyon olup olmadığına dair bir tartışmanın içine
girmiştir. Kitle eylemlerini bastırmakta tartışmasız bir çıkarı
olan polisle doğrudan veya dolaylı bir şekilde bağlantılı
provokatörler kitle hareketlerinin evrensel düşmanları olarak
görülürler ve teşhis edilmeleri kitle açısından hayati bir önem
taşır. Zira provokatörün amacı eylemci topluluğu kışkırtarak
sonuçta suçlu çıkacakları bir pozisyona sürüklemek, bu da olmadı
insanların haklı olduğuna inandığı bir davayı aklı başında hiç
kimsenin savunamayacağı işler yaptırarak savunulamaz hale
getirmektir. Bu amaçları yüzünden provokatörler genellikle ortalama
bir eylemcinin aklına gelmese de çekici bulacağı kesin olan uç,
radikal eylem biçimleri önerirler. Böylesi bir provokasyon başarılı
olduktan sonra gelişecek sürecin sonuçları kitle açısından hiç de
iç açıcı olmayacaktır ve eylemin başarısızlıkla sonuçlanması olası
olumsuzluklar arasında en hafifidir.
Boğaziçi protestolarına bu açıdan yaklaşınca CHP’lilerin
provokasyon olarak gördükleri şeyin tam olarak ne olduğu konusunda
bir açıklık olmadığını görüyoruz. Elbette meselenin “görünen”
yanının Kâbe resminin yere konulmasıyla ilgili olduğu açıktır. Ana
muhalefet kendine biçtiği mukaddes değerlerin asıl savunucusu olma
misyonuyla uyumlu bir şekilde bunun açık bir provokasyon olduğuna
inanıyor. Provokasyonun “görünmeyen” kısmıyla da üstü kapalı olarak
iktidarı kastettiklerini tahmin etmek güç değil. Zira
söylemlerinden iktidarın bu türden gerginliklerden beslendiği,
toplumu bu şekilde kutuplaştırarak kendi devamlılığını sağladığını
düşündükleri anlaşılıyor. İşin bu boyutunu hesaba kattığımızda,
sadece iktidar yanlısı basının kutsal değerlere saygısızlık olarak
lanse ettiği olayın değil eylemlilik ve protesto sürecinin bütün
olarak provokasyon ürünü olduğu sonucu çıkıyor. Başka bir deyişle,
burada provokasyon iddiası protestonun önünü açmak ve direnişi
geliştirmek adına değil, halkı siyasetsiz bırakmak ve hak aramanın
yararsız olduğunu ispatlamak adına ileri sürülmektedir. Her şeyden
önce kabul edilemez olan nokta budur. Çünkü bu bağlamda halka
provokasyona gelmeyin demek, “yollar yürümekle aşınmaz” demekten
başka bir anlama gelmemektedir.
Üniversiteye dışardan rektör atanmasıyla ilgili hoşnutsuzluğu
olanlara bu hükümet zaten gidici, ellerine koz vermeyin demek de bu
söylemdeki başka bir yanlış olarak karşımıza çıkıyor. Seçimler her
ülkede belli aralıklarla yapılır, oysa siyasi kararlar ve
gelişmeler hayatın akışı içerisinde günübirlik etkiler yaratırlar.
Bu durum yönetilenlerin sürekli olarak hareketli, canlı ve tepki
verecek durumda olmasını gerektirir. Katılımcı demokrasiyi anlamlı
ve gerekli kılan temel gerçek budur ve iktidarın kararlarına tepki
göstermek için seçimleri beklemek gerektiği düşüncesi gerçekçi
değildir. Dahası böyle bir bakış açısı sadece iktidarın durduğu
yerden savunulabilir. Çünkü seçimlerin iktidarı değiştireceğinin
garantisi yoktur. Kaldı ki böyle bir değişiklik olacak olsa dahi,
insanlara kendi yaşam alanını dönüştüren ve orayı yaşanılmaz
kılacak hale getiren değişiklikler karşısında tepkisiz kalmalarını
söylemek yine de doğru olmayacaktır. Çünkü bazı hakların
kazanılması, korunması veya geliştirilmesi için seçim gibi büyük
ölçekli değişiklikleri beklemek gerekli değildir. Protestocular
iktidara istediklerini kabul ettiremeseler dahi en azından onların
kendi yaşadıkları alanı diledikleri şekilde yönetemeyeceklerini
gösterebilirler ve bu durum sayesinde ilk başta imkansız gözüken
bazı tavizlerin alınması veya bazı hakların korunması söz konusu
olabilir.
Meselenin ikinci boyutuna, yani ideolojik mücadeleyle ilgili
kısmına gelince, karşımıza çok daha vahim bir tablo çıkıyor. Burada
CHP’lilerin artık ittifak zorunluluklarının belirlediği siyasi bir
arenada birleştirici olmak adına, tüm ideolojik iddialarını geri
plana itmeye başladığını görüyoruz. Boğaziçi Üniversitesi’ndeki
sergide Kâbe resminin yere konmasının belli kesimleri rahatsız
ettiği açık. Ancak inanç özgürlüğü, insanlık onurunun bir gereği
olarak saygı görme ve kendi değerlerine saygı gösterilmesini
bekleme, sadece bir dinin inançlılarının hakkı değildir. Geniş
anlamıyla ele alındığında inanç özgürlüğü inanmak kadar inanmamayı
da içerir. Burada inançlı ve inançsız insanlar arasında doğası
gereği çatışmalı bir karakteri olan, temel meselesi uzlaşmazlığı
düzenlemek olan bir özgürlükten söz ediyoruz. Laiklik ilkesinin
gerçek işlevi tam olarak bu uzlaşmazlığın barışçıl bir şekilde
düzenlenmesiyle ilgilidir. Türkiye’de tarihsel olarak uygulandığı
şekliyle laiklik, yani dinin devlet tarafından kontrol edilmesi
siyaseti baskıcı ve itici bir karakter kazanmıştı. Laikliğin gerçek
değeri devlet gücünün din karşısındaki tüm tutumlar konusunda
tarafsız kılınması noktasında açığa çıkar. Bugün devletin, “halkın
dini değerlerini aşağılamak” suçu üzerinden dini inancı inançsızlık
karşısında koruduğu açık bir gerçektir. 28 Şubat’ın başlattığı
dinamiklerin tersine döndüğünü, şimdi Türkiye’de ateist veya
şüpheci insanların, dini veya mezhebi azınlıkların baskı altına
alınmaya başladığını görüyoruz. Önceki dönem yanlıştı, ama bu dönem
de en az onun kadar yanlış.
Buna karşın muhalefetin ideolojik açıdan en iddialı olduğu
konuda, yani laiklik konusundaki sessizliği dikkat çekicidir.
Üstelik bu konudaki sessizlik sadece CHP ile de sınırlı değildir ve
muhalefetin genelini kapsamaktadır. Bugüne kadar kutsal değerlerin
siyasetteki yeri konusunda uzlaşmazlığa düşmüş olanların en azından
bir konuda uzlaştığını görüyoruz: kutsala saygı göstermek. Suç
sabit görülse dahi cezası 6 aydan 1 yıla kadar olan bir suçlamadan
ötürü öğrencilerin tutuklu yargılanması kararının çıkması bu
uzlaşmanın bir ürünü. Dini değerleri eleştirmenin en hafif
biçimlerinin dahi yargılanmadan cezalandırıldığı bir ülkede,
yapılabilir siyasetin sınırlarını kutsala saygı göstermenin
belirlemesi ve bu sınırın dışındaki tüm siyasi duruşların
“provokasyon” olarak görülmesi de doğal aslında. Muhalefet ve
iktidarın yaşam hakkı, sanatsal ifade özgürlüğü ve üniversite
özerkliği uğruna mücadeleye girmiş bir topluluğun bileşenlerine
farklı biçimlerde karşı çıkmakta birleşmesinin nedenini de bu
şekilde anlamış oluyoruz. Hak aramanın neden bir provokasyon
olmadığını, yasal olan ile meşru olan arasındaki farkın ne
olduğunu, akademinin neden özgürlüğün üniversitesi olması
gerektiğini Boğaziçi öğrencilerinin hazırladıkları videolardan, her
gün geliştirdikleri yeni argümanlardan çok güzel öğreniyoruz. Buna
karşın onlara deniyor ki “Direnmek boşuna, seçimi bekleyin”.
İktidarın atadığı kayyım rektör diyor ki “En fazla altı ay sürer”.
Fakat hakları uğruna mücadele eden insanlar biliyor ki direniş uzun
süren bir sabırdır. Her halükârda halk iktidardan daha uzun
ömürlüdür.