Her eylemci gerçek provokasyonu tanır

Onlara deniyor ki “Direnmek boşuna, seçimi bekleyin”. İktidarın atadığı kayyım rektör diyor ki “En fazla altı ay sürer”. Fakat hakları uğruna mücadele eden insanlar biliyor ki direniş uzun süren bir sabırdır. Her halükârda halk iktidardan daha uzun ömürlüdür.

Ahmet Murat Aytaç aaytac@gazeteduvar.com.tr

Boğaziçi Üniversitesi’nin tüm bileşenleriyle günlerdir yürüttüğü mücadele değişik açılardan tartışılıyor. Üniversitenin içinde bulunduğu eylemlilik süreci gösterdiği süreklilik, protestonun üniversite ölçeğindeki kapsayıcılığı ve eylemcilerin talepleri konusundaki kararlılığı bakımından tüm dikkatleri üzerine çekmiş durumda. Dışarıdan yapılan bazı destek açıklamaları veya küçük öğrenci gruplarının gerçekleştirdiği dayanışma eylemleri dışında Boğaziçi şimdilik kıyılarını döven azgın dalgalarla baş etmeye çalışan yalnız bir ada görünümünde. Ama iktidar yine de burada açığa çıkan iradenin diğer üniversitelere yayılmasından, hatta Gezi gibi yeni bir protesto dalgası çıkmasından endişe ediyor. Diyorlar ki “Melih Bulu’nun istifa etmesi söz konusu bile olamaz. Bu durumda üniversiteler yönetilemez hale gelir.” Halkın kendi kendini yönetme talebinin iktidar sözcülerince “yönetilemezlik” olarak nitelenmesi ilginçmiş gibi gözükebilir, ama aslında değil. Zira devamlılığını keyfilik, hesap sorulamazlık ve hukuksuzluk üzerine oturtmuş bir yönetim, yönetilenlerin özgürlük, eşitlik ve adalet gördüğü yerde disiplinsizlik, düzensizlik ve parçalanma görüyor. Zaten başka türlüsü mümkün değil ki!

İnsanların dikkatini üzerine çeken, hatta giderek kızdıran asıl şeyse muhalefetin bu konudaki tutumu. CHP, büyük toplumsal olaylarda hep adeti olduğu üzere yine hem nalına hem mıhına vuran çelişkili açıklamalarla olaya müdahil oldu. En sonunda da Kılıçdaroğlu tüm bu tutarsız ve çelişkili tavırları bir araya getiren bir açıklamayla halka seslendi. Yaptıkları açıklamaların tümünün ortak paydasınıysa ortada bir provokasyon olduğu düşüncesi oluşturuyor. CHP, provokasyonun “görünen” ve “görünmeyen” sorumlularından hesap sorulmasını istiyor. Belli ki iktidarın böyle bir atamayı kasıtlı bir provokasyon olsun diye yaptığına, Boğaziçi’nde Kâbe resmini yere seren öğrencilerin de ya provokatör olduğuna ya da bu iktidarın ekmeğine yağ sürdüğüne inanıyorlar. Gösterdikleri tepki, siyaset iki kutuplu bir ittifak mekanizmasının cenderesinde sıkıştığından bu yana içine girdikleri eğilimle tutarlı. CHP bir süreden beridir kendini toplumu kutuplaştıran olayların dışında tutan, ecdat yadigarı olduğu için kutsal kabul edilen değerleri sahiplenen, iktidara “yapıcı” eleştiriler getiren bir muhalefet partisi olarak sunma gayretinde. Öğrenciler, akademisyenler ve diğer üniversite bileşenleriyle değil, “kutsal aile” kurumuyla muhatap olmak istemeleri de inşa edilen yeni CHP profilinin bir parçası sadece.

Muhalefetin bu gayretkeşliğini sadece muhafazakâr oylara dönük susuzluğun bir işareti olarak değerlendirme yönünde genel bir eğilim var. Ama Ayasofya’nın ibadete açılmasından bu yana toplumsal olaylar karşısında takındığı tavırlar, ana muhalefetin ağır ama istikrarlı bir zihniyet değişimi sürecinden geçtiğini gösteriyor. Şimdiki protestolarda kullanılan “provokasyon” argümanı üzerinde söz ettiğim değişikliğin bir işareti olarak durmak bu bakımdan açıklayıcı olabilir. Konuya iki bakımdan yaklaşabiliriz: İlk husus provokasyonların amacı ve provokasyonlarla nasıl mücadele edileceğiyle ilgilidir. Bu açıdan yaklaşınca provokasyonun muhalefeti bastırmak amacıyla geliştirilmiş bir protesto kontrol yöntemi olduğunu görürüz. Demek ki provokasyonlara karşı olmak ve halkı provokasyona gelmemesi için uyarmak ancak protestonun önünü daha da açmak ve hak mücadelesini geliştirmek amacıyla yapıldığında anlamlı olabilir. Diğer önemli bir husus, bir şeyin provokasyon olup olmadığına karar verirken başvurduğumuz ölçütlerle bağlantılıdır. Bu bağlantıyı anlamak muhalefetin siyasal alanda verilen hegemonya mücadelesini nasıl kaybettiğini de görmemizi sağlar.

Bir kitle gösterisine dahil olmuş, herhangi bir mitinge veya protesto gösterisine gitmiş herkes provokasyon derken neyin kastedildiğine dair az çok fikir sahibidir. Zira her eylemci bu tür siyasi gösterilerde ya gerçek bir provokasyona tanık olmuş ya da bir şeyin provokasyon olup olmadığına dair bir tartışmanın içine girmiştir. Kitle eylemlerini bastırmakta tartışmasız bir çıkarı olan polisle doğrudan veya dolaylı bir şekilde bağlantılı provokatörler kitle hareketlerinin evrensel düşmanları olarak görülürler ve teşhis edilmeleri kitle açısından hayati bir önem taşır. Zira provokatörün amacı eylemci topluluğu kışkırtarak sonuçta suçlu çıkacakları bir pozisyona sürüklemek, bu da olmadı insanların haklı olduğuna inandığı bir davayı aklı başında hiç kimsenin savunamayacağı işler yaptırarak savunulamaz hale getirmektir. Bu amaçları yüzünden provokatörler genellikle ortalama bir eylemcinin aklına gelmese de çekici bulacağı kesin olan uç, radikal eylem biçimleri önerirler. Böylesi bir provokasyon başarılı olduktan sonra gelişecek sürecin sonuçları kitle açısından hiç de iç açıcı olmayacaktır ve eylemin başarısızlıkla sonuçlanması olası olumsuzluklar arasında en hafifidir.

Boğaziçi protestolarına bu açıdan yaklaşınca CHP’lilerin provokasyon olarak gördükleri şeyin tam olarak ne olduğu konusunda bir açıklık olmadığını görüyoruz. Elbette meselenin “görünen” yanının Kâbe resminin yere konulmasıyla ilgili olduğu açıktır. Ana muhalefet kendine biçtiği mukaddes değerlerin asıl savunucusu olma misyonuyla uyumlu bir şekilde bunun açık bir provokasyon olduğuna inanıyor. Provokasyonun “görünmeyen” kısmıyla da üstü kapalı olarak iktidarı kastettiklerini tahmin etmek güç değil. Zira söylemlerinden iktidarın bu türden gerginliklerden beslendiği, toplumu bu şekilde kutuplaştırarak kendi devamlılığını sağladığını düşündükleri anlaşılıyor. İşin bu boyutunu hesaba kattığımızda, sadece iktidar yanlısı basının kutsal değerlere saygısızlık olarak lanse ettiği olayın değil eylemlilik ve protesto sürecinin bütün olarak provokasyon ürünü olduğu sonucu çıkıyor. Başka bir deyişle, burada provokasyon iddiası protestonun önünü açmak ve direnişi geliştirmek adına değil, halkı siyasetsiz bırakmak ve hak aramanın yararsız olduğunu ispatlamak adına ileri sürülmektedir. Her şeyden önce kabul edilemez olan nokta budur. Çünkü bu bağlamda halka provokasyona gelmeyin demek, “yollar yürümekle aşınmaz” demekten başka bir anlama gelmemektedir.

Üniversiteye dışardan rektör atanmasıyla ilgili hoşnutsuzluğu olanlara bu hükümet zaten gidici, ellerine koz vermeyin demek de bu söylemdeki başka bir yanlış olarak karşımıza çıkıyor. Seçimler her ülkede belli aralıklarla yapılır, oysa siyasi kararlar ve gelişmeler hayatın akışı içerisinde günübirlik etkiler yaratırlar. Bu durum yönetilenlerin sürekli olarak hareketli, canlı ve tepki verecek durumda olmasını gerektirir. Katılımcı demokrasiyi anlamlı ve gerekli kılan temel gerçek budur ve iktidarın kararlarına tepki göstermek için seçimleri beklemek gerektiği düşüncesi gerçekçi değildir. Dahası böyle bir bakış açısı sadece iktidarın durduğu yerden savunulabilir. Çünkü seçimlerin iktidarı değiştireceğinin garantisi yoktur. Kaldı ki böyle bir değişiklik olacak olsa dahi, insanlara kendi yaşam alanını dönüştüren ve orayı yaşanılmaz kılacak hale getiren değişiklikler karşısında tepkisiz kalmalarını söylemek yine de doğru olmayacaktır. Çünkü bazı hakların kazanılması, korunması veya geliştirilmesi için seçim gibi büyük ölçekli değişiklikleri beklemek gerekli değildir. Protestocular iktidara istediklerini kabul ettiremeseler dahi en azından onların kendi yaşadıkları alanı diledikleri şekilde yönetemeyeceklerini gösterebilirler ve bu durum sayesinde ilk başta imkansız gözüken bazı tavizlerin alınması veya bazı hakların korunması söz konusu olabilir.

Meselenin ikinci boyutuna, yani ideolojik mücadeleyle ilgili kısmına gelince, karşımıza çok daha vahim bir tablo çıkıyor. Burada CHP’lilerin artık ittifak zorunluluklarının belirlediği siyasi bir arenada birleştirici olmak adına, tüm ideolojik iddialarını geri plana itmeye başladığını görüyoruz. Boğaziçi Üniversitesi’ndeki sergide Kâbe resminin yere konmasının belli kesimleri rahatsız ettiği açık. Ancak inanç özgürlüğü, insanlık onurunun bir gereği olarak saygı görme ve kendi değerlerine saygı gösterilmesini bekleme, sadece bir dinin inançlılarının hakkı değildir. Geniş anlamıyla ele alındığında inanç özgürlüğü inanmak kadar inanmamayı da içerir. Burada inançlı ve inançsız insanlar arasında doğası gereği çatışmalı bir karakteri olan, temel meselesi uzlaşmazlığı düzenlemek olan bir özgürlükten söz ediyoruz. Laiklik ilkesinin gerçek işlevi tam olarak bu uzlaşmazlığın barışçıl bir şekilde düzenlenmesiyle ilgilidir. Türkiye’de tarihsel olarak uygulandığı şekliyle laiklik, yani dinin devlet tarafından kontrol edilmesi siyaseti baskıcı ve itici bir karakter kazanmıştı. Laikliğin gerçek değeri devlet gücünün din karşısındaki tüm tutumlar konusunda tarafsız kılınması noktasında açığa çıkar. Bugün devletin, “halkın dini değerlerini aşağılamak” suçu üzerinden dini inancı inançsızlık karşısında koruduğu açık bir gerçektir. 28 Şubat’ın başlattığı dinamiklerin tersine döndüğünü, şimdi Türkiye’de ateist veya şüpheci insanların, dini veya mezhebi azınlıkların baskı altına alınmaya başladığını görüyoruz. Önceki dönem yanlıştı, ama bu dönem de en az onun kadar yanlış.

Buna karşın muhalefetin ideolojik açıdan en iddialı olduğu konuda, yani laiklik konusundaki sessizliği dikkat çekicidir. Üstelik bu konudaki sessizlik sadece CHP ile de sınırlı değildir ve muhalefetin genelini kapsamaktadır. Bugüne kadar kutsal değerlerin siyasetteki yeri konusunda uzlaşmazlığa düşmüş olanların en azından bir konuda uzlaştığını görüyoruz: kutsala saygı göstermek. Suç sabit görülse dahi cezası 6 aydan 1 yıla kadar olan bir suçlamadan ötürü öğrencilerin tutuklu yargılanması kararının çıkması bu uzlaşmanın bir ürünü. Dini değerleri eleştirmenin en hafif biçimlerinin dahi yargılanmadan cezalandırıldığı bir ülkede, yapılabilir siyasetin sınırlarını kutsala saygı göstermenin belirlemesi ve bu sınırın dışındaki tüm siyasi duruşların “provokasyon” olarak görülmesi de doğal aslında. Muhalefet ve iktidarın yaşam hakkı, sanatsal ifade özgürlüğü ve üniversite özerkliği uğruna mücadeleye girmiş bir topluluğun bileşenlerine farklı biçimlerde karşı çıkmakta birleşmesinin nedenini de bu şekilde anlamış oluyoruz. Hak aramanın neden bir provokasyon olmadığını, yasal olan ile meşru olan arasındaki farkın ne olduğunu, akademinin neden özgürlüğün üniversitesi olması gerektiğini Boğaziçi öğrencilerinin hazırladıkları videolardan, her gün geliştirdikleri yeni argümanlardan çok güzel öğreniyoruz. Buna karşın onlara deniyor ki “Direnmek boşuna, seçimi bekleyin”. İktidarın atadığı kayyım rektör diyor ki “En fazla altı ay sürer”. Fakat hakları uğruna mücadele eden insanlar biliyor ki direniş uzun süren bir sabırdır. Her halükârda halk iktidardan daha uzun ömürlüdür.

 
 
Tüm yazılarını göster