Her genç kızın rüyası

Bu hafta gösterime giren "Küçük Deniz Kızı" ve "Suzume" filmleri kendini bulmaya çalışan iki genç kadını başrole taşımaları ve masalsı/fantastik hikâyeleriyle pek çok ortak yön barındırıyor.

Şenay Aydemir sinesenay@gmail.com

Bazen tesadüfi denk gelişler, üzerinde konuşulacak bir malzeme biriktirebiliyor. Bu hafta da öyle oldu. Aynı gün peş peşe gerçekleştirilen iki basın gösteriminde izlediğimiz "Küçük Deniz Kızı" ve "Suzume" filmleri kendini bulmaya çalışan iki genç kadını başrole taşımaları ve masalsı/ fantastik hikâyeleriyle pek çok ortak yön barındırıyor.

Hans Christian Andersen’in onlarca kez sinema ve televizyona aktarılan öyküsü "Küçük Deniz Kızı" (The Little Mermaid) bu filmlerden ilki. Bu öykü birebir uyarlamalar dışında çeşitli yorumlarla da geldi üstelik karşımıza. Bu hafta gösterime giren yapım ise Ron Clements-John Musker ikilisinin 1989 tarihli animasyon uyarlamasının yeniden çevrimi. Dönemin koşullarında üç boyut olarak çekilen ve hayli ilgi gören bu müzikal yorum bu kez Rob Marshall ("Mary Poppins: Sihirli Dadı", "Sihirli Orman", "Chicago", "Karayip Korsanları: Gizemli Denizlerde", "Bir Geyşanın Anıları") yönetiminde yarı kurmaca yarı animasyon bir hale bürünmüş.

Hikâye klasik metne oldukça sadık ama radikal bir değişiklikle. Küçük deniz kızı bu kez siyah bir genç kadın. Bu ilk bakışta hoşluk ya da politik doğruculuk uğruna yapılmış gibi görünüyor ama sadece öyle olmadığını söylemek gerek. Birkaç ay önce, filmin fragmanı çıktığında ABD’de siyah kız çocuklarının tepkilerini gösteren bir TikTok akımı yayıldı. Çoğunluğu 2-10 yaş arası kızlardan oluşan çocukların fragmanda 'Küçük Deniz Kızı’nın siyah olduğu gördükleri andaki şaşkınlıkları ve ardından gelen sevinçleri çok şey anlatıyordu bir yandan da. Daha çocuk yaşta bile ırkçılığa maruz kalmanın içselleştirilmiş olması örneğin. Dolayısıyla bu tepkilerin ortaya çıkardıkları için bile söz konusu tercih anlamlı olabilir.

Ama öte yandan klasik hikâyeyi yorumlarken 1989’daki animasyona sadık kalışın hayli eski bir dil ortaya çıkardığını da söylemeliyiz. Malum, denizlerin hakimi Triton’un yedi kızından biri olan Ariel, insanoğlunu merak etmektedir. Ancak annesi insanlar tarafından öldürüldüğü için şiddetle yasaklanır bu isteği. Ama asi bir genç kız olarak babasıyla kavga etme pahasına suyun yüzüne çıkar ve Prens Eric ile karşılaşır. Prense aşık olan Ariel, amacına kavuşmak için kötü kalpli halası Ursula ile pazarlık yapar. Sesini ona vermek zorunda kalır. Andersen’in Yunan mitolojisinden esinle kendi çağına uyarladığı bu yapımda genç bir kadının kendi yolunu bulmakta, gerekirse hatalar yapmaktaki ısrarı hala geçerliliğini korusa da, "beyaz atlı prens" temasının hayli eski olduğunu düşünenlerdenim.

Öte yandan, filmin görkemli bir görsel dünya sunduğunu söylemeden geçmeyelim. Yönetmenin daha önce defalarca birlikte çalıştığı, "Bir Geyşanın Anıları"ı ile Oscar kazanan görüntü yönetmeni Dion Beebe özellikle su altı sahnelerinde etkileyici bir iş çıkarıyor. Son "Avatar" filmindeki görselliği sevenler bunu da sevecektir.

Küçük Deniz Kızı

SUZUME’NİN YOLCULUĞU

Japonya anime sinemasının yükselen yıldızlarından Makoto Shinkai’nin yönettiği "Suzume" ise bambaşka bir genç kadın hikâyesi anlatıyor. "Your Name" ve "Weathering with You" filmlerinde tanıdık yönetmen, ağırlıklı olarak gençlerin hikâyelerini taşıyor perdeye. Bu iki film de gençlik hikâyeleri olmak dışında gerçek üstü ögeler de barındırıyordu. "Suzume" de böyle bir yapım. Berlin Film Festivali’nde yirmi yıl sonra yarışma bölümüne seçilen ilk anime olan yapım, ülkesinde on milyondan fazla seyirci tarafından izlendi. "Suzume", ülkede yakın dönemde yaşanan doğa felaketlerini, genç bir kadının büyüme hikâyesinin parçası haline getiriyor. Ama doğal olayları doğaüstü bir yorumla ele alarak.

Annesini beş yaşında tsunamide kaybeden, 17 yaşındaki Suzume, teyzesiyle birlikte kalıyor. Bir gün okula giderken yolda yakışıklı bir adam görüyor. Souta adlı bu genç adam, ülkenin felaket yaşamaması için çeşitli yerlerde bulanan ve öte dünyaya açılan kapıları denetlemek ve kapalı tutmakla görevlidir. Souta’ya ilgisi nedeniyle sürecin parçası olan ve öteki boyutlardaki kötülüğü kapıların ardında tutan işleyişi bozan Suzume hatasını düzeltmek için yollara düşer. Souta ile birlikte kötülüğün sızdığı kapıları birer birer kapatırken genç kadın hem aşkı tanıyacak hem de geçmişiyle yüzleşip anne travmasını da kapatacaktır.

Biraz da karikatürize edersek, Makoto Shinkai’nin depremlerin varlığını "öte dünyadan gelen" kötücül varlıklara bağlayan yorumunun bizimkilerin "bunlar hep hak yolundan çıktığımız için oluyor" temalı saçmalıklarıyla örtüştüğünü söyleyebiliriz. Ancak yönetmen bunu bir masalın parçası olarak ele alıyor daha çok. Burada asıl mesele, depremin ya da doğal afetlerin nasıl olduğu değil, bunların yarattığı duygusal tahribatlarla baş edilebileceği. Haliyle işin bu boyutu yönetmenin daha öncesi filmlerin de kullandığı özel güçleri olan genç bir kadın, birbirlerinin bedenlerine giren kız ve oğlan çocuğu gibi fantastik motifler olarak da düşünülebilir. Bu bakımdan daha çok bir büyüme ve kendini bulma hikâyesi "Suzume". Ancak hikâye derinliği açısından Miyazaki ekolü bir iş bekleyenler hayal kırıklığına uğrayacaktır.

Suzume

Bu haftanın ‘iki genç kız’ temalı yapımlarının ortak yanı ikisinin de karakterlerinin büyüme, olgunlaşma ve kendini bulma hikâyesi olması. İkisi de anne travmasından mustarip bu iki gencin yolculuğu kaçınılmaz olarak fantastik ve gerçek üstü bir rotayı takip ediyor. Bu yolların da biri prense, diğeri doğa üstü ile mücadele eden gizemli bir adama çıkıyor. Tercih sizin.

Tüm yazılarını göster