Her gökdelen bir dikey mahalle. Kimsenin kimseyi tanımadığı, hijyenik, konuttan çok otele benzeyen bir mahalle. Mashattan’ın reklamlarını hatırlamıyorum, ama “yepyeni bir yaşam deneyimi” gibi bir şey olmalı. Zaten hepsinin reklamları birbirine benziyor. İstanbul’un yeni insanları, yeni yaşamı gökdelenlerde.
Eskiden camisi, imamı, bakkalı, kasabı, bekçisi, kahvehanesi, seyyar satıcıları ile mahalle, kenti kuran en küçük birimdi. "Müslüman mahallesi," "Rum mahallesi," "Roman mahallesi" gibi ayrışanları ya da bu ayrımlara önem vermeyelenleri ile her biri ayrı birer kültürel zenginlikti. Yan yana gelmeleriyle kent oluşur, kentin zenginliği ortaya çıkardı.
Daha önce bahsetmiştim, dedem veresiye defteri olan küçük bir mahalle bakkalı idi. Evin önündeki çıkmaz sokakta maç yapar, oyun oynar, bütün günü orada geçirirdik, ta ki pencereden “hadi gel, yemek birazdan hazır olacak” sesini duyana kadar. En azından çocuk gözünden, mahalle böyle bir şeydi.
Bir de mahallenin dışı, yaşımız büyüdükçe merak ettiğimiz başka mahalleler, başka çocuklar, başka hayatlar vardı. Sınır, çift yönlü, o zamanlar bize büyük gelen cadde idi. Daha ötesine geçmeye niyeyse korkardık. Henüz başka, yabancı dünyalarla karşılaşmaya hazır değildik. Bizden birkaç yaş büyük çocukların hikayeleri ile yetinirdik. Hoş, ben hepsine yabancı idim, dedesini ziyarete gelmiş bir çocuk olarak.
Beş yıl kadar önceydi, Adana’yı tekrar ziyaretimde çocukluğumun izini sürdüm, Büyük Saat’in dar caddesini takip ettim, önce sağa sonra sola kıvrılan yola girdim. Beklentim ne idi, bilmiyorum. Bakkal dükkanı yıkılmış, moloz yığını. Zaten eğik olan ev, biraz daha eğilmiş. Evin kapısı, pencereleri sokaktaki diğer pek çok ev gibi kalaslarla çivilenmiş, kapatılmış. Ne ummuş, ne hissetmeyi beklemiştim bilmiyorum ama yapacak bir şey yoktu. Geri döndüm. Neyse ki, Kazancılar Çarşısı’ndaki küçük kebapçı halen yerindeydi.
Şimdi yaşadığım şehre, İstanbul’a bakıyorum. “İstanbul’da yaşıyorum” demenin anlamı kalmadı. İşe gitmek dışında, dar bir alanda yaşıyoruz yaşamasına ama mahalle değil bu. Zaten İstanbul da bir kent değil, kentler toplamı, hatta yığını demek daha doğru. İstanbul, Avcılar mı? İstanbul, Sultanbeyli mi? İstanbul, Beşiktaş mı? İstanbul, neresi?
Bir sürü yabancı kent yan yana ve kimse kimseyi tanımıyor. Herkesin İstanbul’u farklı. Aralarında ilişki, iletişim yok. İstanbul büyüdükçe, irileştikçe fark daha da açılıyor. İnsanlar, birbirlerinin ötekisi oluyor. Kürtler Türklerin, Suriyeliler Türklerin, Aleviler Sünnilerin, kadınlar erkeklerin… Ve en sonunda Türkler Türklerin.
Geçmişin nostaljisini yapanlar, yatay mimariden yana olanlar, söz konusu mahalle olunca, onu korumaya, değer vermeye istekli, en azından olduğu şekliyle korumaya niyetli değiller. Kentin içinde, yüksek gökdelenler arasına sıkışmış, hele de değerli bir arsa üzerindeki mahalle parçacıklarının yaşama imkanı yok.
En sevmediğim iki kelime: “mutenalaştırma,” ve “soylulaştırma” (gentrification). Halen yerine gerçek anlamını veren bir kelime bulamadım. Her akademik makalede, yazıda eleştirilse de olumlansa da bu kelimeler kullanılır, bu şekilde geçer. Yoksul insanlar, kentsel dönüşüm adı altında yerlerinden, yaşamlarından, geçmişlerinden ve geleceklerinden sürülüyorlar. Anlayamayacağımız, anlatılamaz bir travma. Ne kadar nahif bir kelime bulmuşlar, anlamın içini ne güzel bezemişler.
Saskia Sassen, mutenalaştırma kelimesini sadece kentsel dönüşüm için kullanmaz. Yer altından maden/petrol gibi ürün çıkarma (excavation) ve toprağa el koyma projeleri için "kovulma” (expulsion) için de kullanır. Kovulanlar da insan dahil o bölgenin florası, faunası ile rant getiren bereketli topraklar. Bizler de “sürülme,” “kentin dışına atılma,” ya da her neyse, başka bir kelime kullanmayı öğrenmeliyiz.
Sulukule, Romanların yaşadığı bir semtti. İstanbul kültürünün bir parçasıydı. Özellikle 1950’lerde eğlence evleri ile ünlendi. Kendilerine özgü örf ve adetleri ile Sulukule’ye tutunmuşlar, oranın bir parçası olmuşlardı. Ama öyle kalmalarına izin verilmedi. Tüm itirazlara, direnmelere rağmen 2005 yılında, o sihirli kelime ile “kentsel dönüşüm alanı” ilan edildi. Sulukuleliler kentin çok ama çok dışına, Arnavutköy Taşoluk’da TOKİ’nin yaptığı tek tip konutlara sürüldüler.
Güya kira öder gibi ev sahibi olacaklardı. Ancak istenen ön ödeme ve kiralar çoğunun ödeyebileceğinden fazlaydı. Daha da önemlisi yıllardır para kazandıkları yerler Eminönü, Tarihi Yarımada, Vezneciler, Karaköy vb. Her gün işe gidilip dönülen uzun saatler. Mahalleden çok ruhsuz, soğuk evler. Esir kamplarını andırıyor. Çoğu taşındı Taşoluk’tan. Ne taşındıkları Taşoluk yeni bir Sulukule olabildi ne kentsel dönüşüm alanı Sulukule olarak kaldı. Sulukule yok oldu, yok edildi. İstanbul’un kültürel çeşitliliği azaldı.
Yeni Sulukule, yarısı boş, ıssız bir yer. İnsan dolaşırken tedirgin oluyor. Eski canlılığından iz yok. Taşoluk ise zaten dediğim gibi bir esir kampını andırıyor. Şimdi aynısı, kentin merkezinde, değerli Tarlabaşı arazisi için uygulanıyor. Yaşayanlar sürülecek, binalar yıkılacak, güya küçük parsellere inşa edilen yapılar yıkılarak Tarlabaşı korunacak, sahte cephelerin arkasına AVM’ler, lüks konutlar yapılacak. Bölge ehlileşecek, üst gelir grubu ve beyaz yakalılar buralara yerleşmek için şimdiden bekliyorlar.
KAPALI KONUTLAR
Bir de başka bir dünya var: Kapalı konutlar (kapılı denmesine çok sinir oluyorum, yine anlam saptırma). Dev, yüksek gökdelenlerden oluşan, dört tarafı yüksek duvarlarla çevrilmiş, kapısında güvenlik görevlisi olanlar. Öyle elini kolunu sallayarak giremiyorsun, bir x-ray cihazı eksik.
Bir arkadaşım Mashattan Konutları’nda yaşıyor. İlk (ve son oldu) gidişim. Maslak’a kadar metro ile geldim. “Nerede” diye sorduğum kişinin, “hemen şu yokuşun sonunda” demesine kanarak yürümeye başladım. Bir tarafım yol, bir tarafım yüksek duvar, dar kaldırımda yürüyorum. Yürü yürü bitmiyor. Nihayet güvenlik noktası. Telefonla arkadaşımı aradı, izninden sonra içeri girebildim. Ama dört güvenlik kapısından yanlış olanıymış. A, B, C, D, artık hangi bloksa bir o kadar da içeride yürümek zorunda kaldım. İçeride yürüdüğüm yol da, varmak için yürüdüğüm yol kadar ıssızdı. İnsan yok, koşuşturan, oyun oynayan çocuklar. Nadiren bir araba belki. Burası insan için değil, arabalar için yapılmış.
Ve ne bloksa, nihayet vardım.
Zili çaldım. Kameralı olanlardan. Kimden korkuyorsunuz? Zaten güvenlik geleceğimi haber vermiş. Birbirinden uzak üç asansörden yine bilmem ne kodlu olanına binmemi söyledi. Her yer gri mermer kaplı. Her yerde güvenlik kameraları. Soğuk, sessiz, yaşamsız. Aklıma Ballard’ın “Gökdelen” romanı geldi. Herhalde böyle bir şeyi kastediyordu.
Evin içi gayet modern. Kaçıncı kattayız bilmiyorum ama diğer gökdelenlerin oluşturduğu tuhaf bir İstanbul manzarası. İlk sözüm “aklını seveyim (!), yaşayacak başka yer bulamadın mı?” oldu. Neyse kendi tercihi, bana fazla laf düşmez.
Birazdan diğer iki arkadaşım da söylene söylene geldiler. Kurduğu sofra muhteşemdi. Uzun uzun mutfağın özelliklerini anlattı. Neyse sohbet falan derken, pencere olmadığını fark ettim. Nasıl yani? Yok işte. Bu kadar yüksekte rüzgar kuvveti çok güçlü oluyormuş. Yapay iklimlendirme.
Düşündüm de, her gökdelen bir dikey mahalle. Kimsenin kimseyi tanımadığı, hijyenik, konuttan çok otele benzeyen bir mahalle. Mashattan’ın reklamlarını hatırlamıyorum, ama “yepyeni bir yaşam deneyimi” gibi bir şey olmalı. Zaten hepsinin reklamları birbirine benziyor. İstanbul’un yeni insanları, yeni yaşamı gökdelenlerde. İşe araba ile gidiyor, yine benzer gökdelenlerde bütün gün çalışıyor ve hafta sonlarını AVM’lerde geçiriyorlar.
Geriye son bir soru kaldı: Kardeş, sen İstanbul’un hangi mahallesindensin?