Gazetemiz yazarlarından Hamza Celâleddin “Okumadan ölmeniz gereken beş felsefe kitabı” başlığı ile bir yazı yazdı. Hemen ‘tık’ladığım bu ilginç başlıklı yazı çok okundu. Felsefe ile ilgili yazılar, çok okunanlar listesinde böyle uzun kalınca çocuksu, taze bir heyecan duyuyorum.
Listede Hegel’in “Tinin Görüngübilimi” isimli eseri de vardı. Bu nedenle Sayın Celâleddin’e çok özendiğimi itiraf etmeliyim. Fizik, bilinç, epistemoloji, tarih, etik, politika, felsefe, din gibi konulara değinen bu kitap, yalnızca bir felsefi eser olarak değil; aynı zamanda bir edebi eser olarak da dikkat çekicidir.
İkinci okumamı sürdürdüğüm bu kitabı, henüz bütünüyle anlamış değilim. Felsefeye benden daha hakim olan dostlarım, bu durumun normal olduğunu, bu kitabı hemen anlamanın olanaklı olmadığını söylüyorlar. Eseri, okuyup anlayarak, okunmaması gerekenler listesine koyan Sayın Celâleddin’e hayran kaldım, hem de çok. Ayrıca, Aziz Yardımlı çevirisinden uzak durulmasını önerdiğine, Yardımlı’nın çevirilerini beğenmediğine göre, eseri orijinalinden takip edecek denli Almanca biliyor olmalı. Ne mutlu, sanırım Almanlar bile kendisine özenirler. Bense, ana dilimde okurken dahi çok zorlanıyorum. “Tinin Görüngübilimi” kapattığım hâlde satırlarında tutuklu kaldığım kitaplardan; bilincimin, hangi sayfaları yetkin bir biçimde geçebildiğinin hesabını vermekte zorlandıklarından.
Tutucu değilim, Osmanlıca ile aram kötü sayılmaz, anlamak için çaba sarf ederim. Bir metinde, önyargılarımı aramaktan daha çok, anlatılmak istenen öze doğru okuma yaparım; zorlansam da dile nüfuz etmeye çabalarım. Felsefe çevirilerinde ise, Sayın Yardımlı’nın çevirilerini yeğler, öncelikle ve özellikle onun çevirdikleri tercih edilmeli derim. Niçin? Çünkü, ana dilimizde; çünkü, perişan çeviri standardımızı uluslararası ölçeğe taşıyan yüz akı; çünkü, Türkiye’de eşine az rastlanır bir titizlik ürünü; çünkü, Aziz Yardımlı bu toplum için bir lütûf.
Emin olun, felsefeyi, özellikle Hegel’i hangi dilde okursanız okuyun, anlamanız ilk etapta olanaksızdır. Sorun dil değil, bilinç seviyesi ile ilgilidir. İmgelere simge iliştirilmesi, kavramsal süreçlerin yapılandırılması gibi karmaşık ayrıntılarla yüklü dil dirimlidir; bir kültür ürünüdür.
Bir dostum, şakacı bir yaklaşımla, kendi dilini anlamayan tek milletin biz Türkler olduğunu söyler. Karşılaştığımız Türkçe sözcükleri anlayamamızın nedeni, kavramsal düşünme yetersizliğimizdir. Hukuk, biyoloji, matematik ile ilgili terimleri duyduğumuzda onları anlayamıyor olmamız bizde bir sıkıntı yaratmaz; aksine bunun ciddi bir eğitim süreci sonunda elde edileceğini bilir saygı duyarız. Oysa, düşünme söz konusu olduğunda, felsefeye ve felsefi dile tepki duymamız, kavramları, gündelik bilinç düzeyimize indiremememizin, duyusal bilince ait tanıdık basit sözcüklere dönüştüremememizin bizde yarattığı sıkıntı nedeniyledir.
Çocuklar ve deliler dışında herkes bilir ki, düşünmenin sorumluluğu başkalarına bırakılamaz, bırakılmamalıdır. Düşünmeyen bir insan onurlu olamaz. Felsefeden uzak durmak, düşünmek istemiyorum demektir. Kurtuluşun, daima başkaları eliyle getirileceğine inanan; şikayet hastalığından muzdarip; bedende yetişkin, ruhta çocuk olma nedenimiz başka yerde aranmamalıdır. Hep kandırılırız, dış mihraklar vardır, düzenbaz ABD ve İngiltere elinden kurtuluş yoktur…
Size bir oyun önereyim: Bu cümlenin sonunda gözlerinizi ekrandan uzaklaştırın ve ‘cisim’ nedir? sorusuna yanıt verin. Birçoğumuz, dokunabildiğim, görebildiğim şey kıvamında bir yanıt verecektir. Bakınız, yanıtlar duyu algılarından hareketle verildi. Oysa kavramsal düşünmeye şu türde yanıtlar eşlik eder: Üç yönde bölünebilir olan şeye cisim denir; Derinlik boyutu kazanmış uzaya cisim denir.
Nüfusunun yarısından fazlası cisim, şey, adalet, varlık ve benzeri kavramların tanımlarını, duyu algılarından bağımsız yapabilen bir toplum ile ilgili başka bir bilgiye sahip olmaksızın demokrasi ve eğitim düzeylerinin oldukça ileri olduğunu çekinmeden söyleyebiliriz.
Ülkemizde kutuplaşma dil alanında başlıyor. Basit bir selamlaşma, örneğin ’hayırlı sabahlar’ ve ‘günaydın’ sözcükleri tonlarca etiket getiriyorlar yanlarında. Arapçadan ‘tiksinen’ler bir yanda, Arapçaya boğanlar diğer yanda. Takım tutar gibi taraf tutuyoruz; henüz felsefe yapmaya başlamadık, olsun öğreniyoruz.
Başkası bir şeyler söylesin, biz de onu tekrarlayalım istiyoruz çoğunlukla: Otorite bağımlılığı. Bu yolla ezberlediklerimizle de otorite kurmaya çalışıyoruz başkaları üzerinde. Ezber bilgi, kendisine uymayanı kesip atmakta pek yetenekli: Kesilip atılanlar arasında dinler, diller, uygarlıklar bile olabiliyor!
Aristoteles, biçim ve şekil arasındaki farkı fark edip, üzerine düşünmeleri doruğa ulaştıran filozoftur. Ona göre, biçim gerçekleşmiş maddedir. Buradan kalkarak, Tanrısal olana öyle bir uzanır ki, payımıza yalnızca, okurken zevk etmek düşer! Şimdi, bu bağıntıları birebir kendisi kuramamış düşünce yapısı, örneğin merhamet kelimesine ‘acıma’ anlamını yüklerse rhm kökünden türeyen, rahim, rahman, rahmet, merhamet, harem ve nicesi anlam geçişlerini önemsemez.
Batı dillerinde olmayan bir olanak Türkçede vardır: Hece bazında türetme. Arapça, İbranice, Aramice vb dil grubunda ise harf temelinde türetme olanaklıdır. Bunlara niyet dilleri de denir. Kavram ağaçları oluşturulabilir böylelikle. Türkçe ‘an’ ‘öz’ gibi heceler oldukça bereketlidir. İstiklâl , hürriyet gibi sözcüklerin bir Türk için bağ’ımsızlık, öz’gürlük kadar anlamlı olması beklenemez; bu kökler üzerine nice kavram inşa etmek olanaklıdır.
Aynı biçimde, Türkçe olmadığı için ‘hakikat’ sözcüğünü ‘gerçek’ ile karşılamak yanlıştır. Hakikat, gerçek, doğru kelimelerine aynı anlam, yalnızca kavramsal farklılıkları ihmal edilerek verilebilir; sıradan okur için, düşüncenin henüz öz-devinmediği felsefe okuru için bunlar aynı şeyler olabilir. Oysa, bu üç kavram felsefe tarihinde, farklı ekollerin oluşmasında bile etkili olmuş kavramlardır. Ciltler dolusu çalışma, yalnızca bu üç kavramı sağlıklı olarak ayırt edebilmek üzerine yazılmıştır. Bu ve benzer sorunlara daha önce de değinmiştim.
Daha fazla uzatmadan önereceğim ikinci kitaba geleyim: “Fusûsu’l-Hikem”. Israrla Ahmed Avni Konuk’un şerhini bulup, okumanızı öneririm.
Üçüncü kitap ise, kendiniz. İlk iki kitabı layıkıyla okuyan için, kendini okuma sırası gelecektir elbet. İlk iki kitap on yılınızı alsa da okuyunuz. Aman dikkat: lâyıkıyla!