Her ne yapıyorsak, ne düşünüyorsak, nasıl tepkiler veriyorsak, neyi istiyor ya da istemiyorsak, neyi seviyor, neyden hazzetmiyorsak; öyle öğrendiğimiz için. Toplumsallığımız, öğrendiklerimiz ya da daha doğrusu bize öğretilenler dışında bir şey bilmiyoruz. Seçmediğimiz bir yerde, coğrafyada, kültürde, muhitte dünyaya geliyoruz. Seçmediğimiz insanlar tarafından yetiştiriliyor, onların seçimi olan okullara gönderiliyoruz. Hayata başlangıç adımlarındaki ufkumuz, tercihimiz olmayan insanların ufku kadar. Başlangıçta öğrendiklerimiz, bize zerk edilenlerin gölgesi, sonrasında ne kadar çok renkle karşılaşırsak karşılaşalım, az ya da çok, bir ömür takip ediyor hepimizi.
Kenar mahalle çocuğunun yaşamının özellikle ilk yıllarındaki penceresi, mahallesinin izin verdiği büyüklüktedir. Yaşamın geri kalanında her ne yaşarsa yaşasın, ilk öğrenilenleri aşmak, insanın kendisini dönüştürmesi kolay iş değil. Tabii söz konusu değişimi talep edenlerden söz ediyorum, buna hiç bir zaman gereksinim duymayanlardan değil. Ayrıca aynı durum herhalde diğer muhitler için de söylenebilir.
Fark ettiğiniz gibi, kenar mahalle hikâyelerine devam ediyorum!
Belki her kenar köşe için aynı şey söylenebilir; bununla birlikte yıllar içindeki gözlemim, kenar semtin dindar kesim ‘kadınlarının,’ erkeklerinden daha cesur ve dünyaya, ‘diğerlerine’ çok daha açık oldukları. Haliyle en büyük sıkıntıyı çeken, baskıyı gören ve zaman içinde o yaşam biçimini kabullenmek zorunda kalan (istisnalar olduğu gerçeğini unutmadan!), kadınlar oluyor. Daha önce de değinmiştim sanırım, kalabalık misafirliklerde isteyerek ya da bazen kendiliğinden oluşan ‘kadınlar bir odada, erkekler diğerinde’ alışkanlığına. Ciddi işler ve tabii mutlaka siyaset hakkında konuşan erkekler ile daha hafif konularda ‘gevezelik’ eden kadınlar! O erkek sohbetlerinde ele alınan konular, yapılan değerlendirmeler, biraz dışarıdan bakabilenler açısından bir yandan çok eğlenceli diğer yandan son derece irkilticidir. Çok şey bildiğini düşünen bıyıklılar! İşte bu tanıklıklar nedeniyle, iktidarın bizlere akıl almaz gelen bazı söylem ve fillerinin başka bir dünyada karşılığı olabileceğini, olduğunu sık tekrar ediyorum.
Tabii aynı sığlık içinde, ‘makul’ olanın da yer bulduğunu sezmek mümkün aslında. Evet, çok bilmişlik, eğitimsizlikten kaynaklanan kolay yönlendirebilme ve olmadık saçmalıkların rahatlıkla dolaşıma sokulabilmesi gibi marazlar var; buna mukabil Türkiye’de bunca gerilime, kamplaştırma çabasına rağmen hâlâ insanların/çoğunluğun sokakta birbirini yemiyor oluşunun nedenlerini de belki yine aynı evlerin ahalisinde bulmak mümkün. Çoğunluğun (ortalamanın), ‘ne olursa olsun, kim ne derse desin, ben hayatıma bakarım’ şeklinde düşünüyor oluşu, toplumsallaşma bakımından ciddi bir sorun, doğru; buna mukabil, ‘kendi işine bakan insan,’ komşusunu da aynı mantıkla ihbar etmiyor, örneğin. Hayran oldukları siyasetçiler var, ancak o hayranlığa her zaman bir ‘güvensizlik’ de eşlik ediyor. Hatırlayalım, Gezi günlerinde dönemin başbakanı, ‘tencere tava çalan komşularınızı ihbar edin,’ demişti. Bildiğim kadarıyla Türkiye’de yalnızca bir ya da iki ihbar vakası oldu.
Dindar kenar semt kadınlarının ve onların kız çocuklarının mücadele etmek zorunda kaldıkları ‘kapalılık,’ diğer mahallelerin kolay kavrayamayacağı türden. İnternet, sosyal medya gibi araçlar kuşkusuz kabuğu biraz kırıyor. Burada söylemek istediğimse, yalnızca kolay iletişim kurma imkânıyla hallolmayacak bir sorunun varlığını sürdürüyor oluşu. Yıllar içinde oluşan, öğrenilen ve herhangi bir iletişim aracıyla sorgulanması kolay olmayan alışkanlıklardan söz ediyorum. Yukarıda ‘Gezi’ dedim, oradan devam edeyim... Gezi’nin en önemli niteliklerinden biri, mizahi yanıydı. Gençler dalgasını geçti, kafa buldu sistemle, muktedirlerle. Dalgasını geçtikçe iyice çileden çıkardı, çünkü ‘meşru şiddet tekelinin’ ezberi bozuldu. O tekel, kendisine taş atıldığında iştahla harekete geçer, oysa karşısına geçip kitap okuyunca ne yapacağını şaşırıyor, sersemliyor. Gezi’de, mizahın kendisi en güçlü mücadele aracına dönüşmüşken bir sloganın kendiliğinden doğmasına neden oldu: “Orantısız zekâ.” Matrak bir adlandırma olduğu doğru. Şiddete karşı direnmenin haklı adlandırmasıydı. Ancak bu teşhis, bir diğerinin aynı olumlu niteliğe sahip olmadığı iddiasına yaslanıyor istese de istemese de.
Şu soruyu sorsak: Neden dindar/muhafazakâr kesimin mizahı yoktur? Ya da, yok mudur? Buyurun ‘kültürel iktidar’ tartışmasına! Hayır öyle Misvak filan gibi yüz kızartıcı işlerden söz etmiyorum. Ancak her ne kadar doğru dürüst bir mizah dergileri, mizahçıları, karikatüristleri, komedyenleri vs. olmasa da, takdir edersiniz ki bizim mizah anlayışımızı paylaşmayan milyonlarca yurttaş da bir şeylere gülüyor! Gülme edimi, yalnızca Kadıköy, Şişli, Beşiktaş, Çankaya ve sahil şeritlerine özgü olmadığına göre! Örneğin Hababam Sınıfı herkesçe çok sevilir. Kemal Sunal filmlerine bayılır o insanlar. Şener Şen’e. Ha keza Adile Naşit’e. Ortaklıklar mı demiştik, işte size bolca ortaklık! Unutmadan, en gülünen ve sevilen insanlardan biri de Nejat Uygur’du bizim mahallede. Ve yine hatırlayın, Erdoğan da Uygur’u çok seviyordu! Nejat Uygur’un daha ziyade mimik ve sakarlıklara dayanan komedi anlayışının bu denli hitap ediyor oluşunun da nedenleri olmalı.
Diyeceğim, mizah anlayışı yok değil, başka şeylere gülünüyor yalnızca ve o gülünenler bize pek hitap etmiyor. Tabii iki kültür karşılaşınca garip durumlar da yaşanabiliyor. Örneğin Gezi’deki ‘duran adam’ eylemine, ‘duran adamın karşısında duran adam’ ile yanıt vermişti bir grup iktidar yanlısı genç! Vahim bir espriydi ama bence ‘hiç yoktan iyi’ bir girişimdi. Yaratıcı değildi, demek istiyorum ama ne mümkün! O dünya ‘haşa’ ile cevap veriyor her seferinde. “Yaratmak Allah’a mahsustur,” diyerek. Anlatılmak istenenin ne olduğunu ısrarla anlamazdan gelerek. Bu saçma tepkiye ben de sinirleniyorum!
Konuyu toparlamaya çalışarak ‘kapalılık’ konusuna döneyim.
Kadınların içinde yer aldıkları cendereden çıkmaları hiç kolay değil. Hem tutucu kültürün, hem de o kültürün günlük yürütücüsü olan erkeklerin sıkı markajında yaşamak zorundalar.
Biraz geçmişe gideyim. 1950’lerde büyük şehre göçen (ailemin de dahil olduğu) ilk kuşak kadın ve erkekleri belli açılardan –ki kılık kıyafet buna dahil- bugünkü çocuk ve torunları kadar kapalı, muhafazakâr bir yaşam sürmüyordu. Siyah beyaz Türk filmlerindeki kenar mahalle insanını hatırlayın. Örneğin, dindar ‘geniş ailemin’ elli yıl önceki fotoğraflarıyla, onların çocukları ve torunlarının günümüzdeki fotoğrafları arasında ‘kapalılık’ lehine farklar var. Köyden şehre geldiğinin farkında ve uyum sağlamak zorunda hisseden bir kuşaktan; kendisini benzetmek zorunda hissettiği bir ‘şehirli’ ile sık karşılaşmayan bir kuşağa doğru yolculuk söz konusu. Yılbaşlarında tombala oynanıp kuruyemiş yenilip gece yarısı Nesrin Topkapı seyredilen mahalle yaşamından, ‘sakın kutlamayın’ denilenlerin sesinin fazlaca duyulur olduğu bir yere varıldı, sayısı azımsanmayacak bir kesim açısından. Ve tabii kabul etmek gerekir, din/dindarlık, özellikle AKP döneminde önceye nazaran çok daha popüler. Bu durumu yalnızca ‘kamusal alana’ çıkmış (çıkabilmiş) olmakla açıklamak eksik olur. İçeriği ‘sekter’ olmaktan daha çok ‘biçimsel’ ve açıkça günlük dile de yansıyan bir dindarlaşma bu.
Bunun sonuçlarından biri, ‘kapalılığın,’ o dünyanın insanlarının, gençlerinin ‘tepkilerini’ gösterme biçimlerini de belirliyor oluşu. Özellikle kadınlarının. Bakmayın yirmi yıl önceki o türban eylemlerine, kenar semt tutuculuğu içinde yoğrulmuş insanın protestolara vs. bakışı da, sol kesimin dünyasından hayli farklıdır. Son yıllarda özellikle AKP örgütlenme biçiminin ve seçmeninin mobilize etme yeteneğinin bir sonucu olarak kadınlar siyasi faaliyet içinde daha fazla görünür olsa da; örneğin örgütsüz, kendiliğinden bir protesto eyleminde yer alabilme ihtimalleri diğer kesimle karşılaştırılmayacak kadar düşük. Ola ki bir dindar muhit genci, o dünyanın değerleriyle bağdaşmayan bir eylemde görünürse, başını aile meclisi ile derde sokmayı da göze alıyor demektir! Oradan gelip solcu-demokratik değerleri benimseyen, sol dünya görüşü içinde yer almayı tercih eden kadınların, büyük yürek isteyen bir iş yaptıklarından ve çoğunun aileleri/çevreleri tarafından dışlandıklarından kuşkunuz olmasın. Onlar cesur ve bedel ödemeyi göze almış kadınlar, sakın aklımızdan çıkarmayalım. Nazım Hikmet kitapları okunan bir evin çocuğuyla, komünistlerden nefret edilen ve şiir kitabı olmayan bir evin çocuğu aynı caddede ve sloganda buluşuyorsa; marifetin, emeğin ve katlanılmak zorunda olunan fedakârlığın büyüğü ‘ikinci evde’ yetişendedir. İhmal etmeyelim.
Yazacak ne kadar çok şey varmış, konu bitemiyor bir türlü! Örneğin şu ‘haşema’ meselesine girmeyi istiyorum. Kadın-erkek ayrı havuz tartışmasına da. Belli ki bir-iki yazı daha uzayacak bu konu, zararı yok. Anayasa konuşmaktan iyidir! ‘Anayasa’ deyince çarpıntım arttı bak yine. Korkarım yakın zamanda yine anayasa tartışmaya başlayacak bıyıklı sevimsizler. Kabus gibi hakikaten. Neyse, biz daha ciddi ve anlamlı konular, örneğin kenar mahalle deneyimleri üzerine konuşmaya devam edelim inadına!
Zorunlu açıklama:
Değerli okur, benim sosyal medya hesabım yok. @muratsevincsbf adlı hesap benim değil. @muratsevincsbf adlı hesap benim değil. @muratsevincsbf adlı hesap benim değil. @muratsevincsbf adlı hesap benim değil. @muratsevincsbf adlı hesap benim değil...
Bu hesabı açan(lar) muhtemelen çok iyi niyetli. İyi güzel de, @muratsevincsbf adlı hesap benim değil.