Öyle günlerden geçiyoruz ki: Eğer kötü bir şeyler söyler, fena bir kehanette bulunursanız, kısa bir vadede mutlaka “ben söylemiştim” deme imkanını, “ben bildim” iddiasını sağlayacak bir gelişmeyi size armağan ederler. 7 Ağustos tarihinde bu köşede şöyle yazmıştım: “Önümüzdeki günlerde ne ekonomik krizin, ne kilitlenen sistemin, ne yolsuzluk ve israfın, ne çevre talanının gündemde yer edinemeyeceği, parti girişimlerinden başka bir siyasi dile kadar yeni olan hiçbir şeyin kendine alan açamayacağı bir atmosfer oluşması olasılığı hiç küçük değil. İktidar sorunlarını çözdüğü, yeni çözümler bulduğu için değil, her şeyi aynı yapmaya devam etmeye hâlâ imkan bulduğu için böyle.”
Kendi çaresizliğini memleketin kaderi haline çeviren iktidar, aynı şeyleri yapıp sonuç alamadıkça, yaptıklarından geri durmak yerine, aynı şeyleri tekrar etmeye -daha da artırarak- devam ediyor. Bağımlılığın, çaresizliğin, çıkışsızlığın, basiretsizliğin, gözünü karartmışlığın, korkunun beslediği saldırganlığın, kötülüğün her durumda, her zamanda ve her yerde tekrarlanan kısır döngüsü yine işliyor. Tarihin çeşitli anlarında, bu gezegenin hemen her coğrafyasında, birbirinden farklı yüzlerce siyasi figür, kendi sonlarına bir sürü günahsızın acısını ekledikleri bu döngüye girdiler. Ülkelerini, bölgelerini ve bazen bütün dünyayı bu saçmalığın, tercihlerinin kaçınılmaz türbülansının içine çektiler. Destekleyenlerin, seyredenlerin, direnmeye cesaret, durdurmaya takat bulamayanların önünde olup bitti her şey.
Bir süredir, iktidarın -ister başındaki tek adamın sarsılmaz iradesiyle, ister iktidar kanatlarının kapışmasıyla olsun- yıllardır yapıp ettiklerinden daha farklı bir yöne, yola, üsluba, siyasete doğru gitmeyeceğini gösteren işaretler çoğalmıştı. İktidar endişesinin, durup kendi eksiğini düşünmeye değil, korkulan her şeye saldırmaya teşvik edeceği anlaşılmıştı. 17 yıl boyunca yaptıkları nedeniyle “pardon” demişliği olmayan, “kusura bakmayın” lafını sadece yapacağı kötülüğün öncesine yerleştiren bir tarzın, yenilgilerden alabileceği tek ders, yeterli güç gösteremediği için yaşadığı zafiyete üzülmek oluyor. Yanlıştan dönmek yerine, yeterince “yanlış” yapmadığına hayıflanmaya başlıyor. Yine son dönemde iktidar gündem belirleme gücünü kaybetmesini, yeni bir gündem kurulmasını geciktirerek telafi etmeyi becerdi. Sorunları altına süpürecek halı tedarikine yöneldi.
Yerel seçimden sonra aylarca iktidarın yenilgi sebepleri arasında sayılan -hatta doğrudan AKP’nin yaptığı toplantılarda kendi mensuplarınca dile getirilen- kayyım politikasının aceleyle geri çağrılması, bu yüzden çok şaşırtıcı sayılmaz. Sandıktan çıktığı için istediğini yapmanın, yalnızca iktidara verilmiş özel bir hak olduğunu açıkça iddia eden İçişleri Bakanı’nın, Bahçeli tarafından kutlanmasında da bir sürpriz yok. “Ama” ile başlayan cümlelerle destek, bahane sırasına yazılanların utanç resmi, yine bu yüzleri kızartmayacak. Bu gelişmeleri “siyaseti terörün vesayetinden kurtarmak”, görevden almaları demokrasiyi korumak diye yorumlama kepazeliği yeniden saklandığı yerlerden çıktı. Oldukça alçak perdeden de olsa buna itiraz eden herkesi -kendi içinden çıkmış cumhurbaşkanı ve başbakanları bile- hainlikle suçlayan kampanyalar başlatıldı.
Yenilenmiş soruşturma dalgaları, belki yeni kayyım atamaları, gözaltılar ve sokaklara yayılan gazlı, coplu saldırılarla genişleyebilecek bu dönemde, iktidarın yapabileceklerini, onu sesli ve sessiz destekleyenlerin bulabilecekleri bahaneleri, hepsinin ortaklaşa yaratacakları baskı iklimini artık iyi tanıyoruz. Dünyadaki başka heveslilere örnekler yaratacak, ihraç edecek kadar çok kez bunu deneyimledik, çeşitli türlerini ve dozlarını yaşadık. Çok da yaratıcı olmayan bu kaba saldırganlığı iyi biliyoruz. Buradaki asıl soru, bu atmosferde ve böylesi niyetlerin gölgesinde, “her şey çok güzel olacak” hissinin devam edebilmesi mümkün olabilecek mi? Yine şimdiye kadar bildik gelişmelere karşı olanlardan daha farklı bir dayanışma yöntemi bulunacak mı? Elbette öncelikle, bu sloganı sahiplenen, onun sırtında epey yükselen özgüven ayakta tutulabilecek mi?
Eşlerinin Selahattin Demirtaş’ın eşiyle buluşmasının ertesi günü gelen kayyım mesajına, Kılıçdaroğlu ve İmamoğlu’nun nasıl cevap vereceği merak ediliyor. HDP Eş Genel Başkan Pervin Buldan’ın ağzından doğrudan Kılıçdaroğlu’na yapılan “sessiz kalmayın” çağrısının karşılığı da. Sıra İzmir’e, İstanbul’a, Ankara’ya gelebilir diye değil, asla gelmeyecek olsa da, karşı duran bir itiraza dair sorular dolaşıyor zihinlerde. Sıranın gelmesini beklemeden, sıra gelmeyecek olsa bile, susmamak mümkün olacak mı? Bu sorulara verilecek cevap, bu hamlenin doğrudan amaçlarından birinin başarılı olup olmaması açısından da önemli: İktidar için, karşısındakilerin güçsüzlüğünü göstermek, kendi gücünü kanıtlamak kadar önemli. Muhalefet hattını oluşmadan bozmak da öyle.
2015 yılı yazında Bahçeli yeni iktidar kombinasyonunun aritmetiğini yüzde 60-yüzde 40 olarak işaret etmişti. Milliyetçi-muhafazakar çoğunluk fikri, Kılıçdaroğlu’nun 7 Haziran seçim sonuçlarını, AKP dışındaki partilerin yüzde 60 oyunu ‘ortak itiraz’ potansiyeli saymasına cevaptı. Ancak 2017 referandumu itibarıyla, bu aritmetiğin sadece Kılıçdaroğlu’nun yorumu açısından değil, Bahçeli’nin tezi açısından da doğru olmadığı görüldü. Bu yıl içinde yaşanan yerel seçim, ittifaklı iktidarın da yeniden yüzde 40 sınırına doğru itilme olasılığını ortaya çıkarttı. Şimdi sadece kendi varını yoğunu değil, memleketin bütün imkan ve risklerini kullanarak iktidarını korumak isteyenlerin önünde iki önemli mesele var:
Yakın vadede bu yüzde 40’ı yeniden büyütmenin bir yolu yoksa -ki yok ve bulunması pek olası görünmüyor- diğer yüzde 60’ı en azından yan yana durmaktan uzaklaştırmak, oluşmaya başlayan sayısal özgüveni erken bastırmak. İkinci önemli mesele ise, sıkışılmış yüzde 40 içindeki kanat ağırlıklıklarıyla ilgili hızla sonuç alacak hamleler yapmak. Başka arayışlara fırsat tanımayacak güçlü bir pozisyon oluşturmak. Küçülmekte olanın kimin olacağına karar verilmesini sağlamak. Yerel seçim öncesinde başlayan ittifaksız seçim tartışmalarını, İstanbul seçiminin yenilenmesi sürecini, kısa süren Türkiye ittifakı lafını, seçim kampanyasının özelliklerini, iktidar bloku kapışmalarının alenileşmesi hakkındaki dedikoduları, bütün değişim iddialarına rağmen uzun hareketsizliği, herhangi bir soruna el atmadan bekleyerek zemin-zaman kazanmayı birlikte düşünüp üstüne kayyım hamlesini koyunca, bu iki meselenin ağırlığı ve aciliyeti daha net görülüyor. Erdoğan’dan önce Bahçeli’nin hızlı tebrik açıklamasını da bu resmin sağ tarafına asıverin.
:::::::::::::::::::::
Elmas Eren’e saygıyla,
Zulmün kristalleşmiş hali olan devlet şiddetinin en bariz, en yakıcı, en alçakça biçimlerinden biri, gözaltında kaybedilenler. Türkiye’de on yıllardır süren kayıplar davasının en eski neferlerinden, bu ülkede hak mücadelesinin sembol insanı Elmas Eren’i kaybettik. 39 yıldır aradığı oğlunun katilleri ve bütün zalimlerin yakasındaki ellerini hiç bırakmadı. Acıyla birlikte, azim ve kararlığı gösteren uzun bir mücadelenin yüzü oldu Elmas Anne. Yüzyıllardır acıların taşıyıcısı annelerin kardeşi, kaybedilmiş bütün evlatların annesi oldu ve hep olmaya devam edecek. Oğlu için önünde dua edebileceği bir mezar yeri isterken, hepimiz için daha yaşanılır bir dünyayı istedi aslında. O bu dünyadaki yükü hepimize örnek olacak biçimde bugüne kadar taşıyabildi, kötülüğe yüreği bu kadar dayanabildi. Huzur ve nur içinde yatsın. Umarım inandığı gibi oğluyla hasretinin bittiği cennete ulaşsın. Kaybettirilen abisinin ve bu mücadelenin kitabını ölmeden annesine yetiştiren kardeşim, arkadaşım Faruk Eren’e de sabır dilerken, bize hatırlamayı hatırlattığı için tekrar teşekkür etmek istiyorum. Hepimizin başı sağolsun.