Her şeye rağmen bahar

Kendi içimizdeki, ‘mahallemizdeki’ arızalı durumları teşhis edip bunlara itiraz etmezsek, sürekli şikayet ettiğimiz kesimlerden bir farkımız kalmaz. Failleri de gerçek anlamda düşünmeye, özeleştiriye sevkedemeyiz. Bu tür bir suskunluğun herhangi bir açıdan iyicil bir sonucu olmaz. Bahar her şeye rağmen geliyorsa, solmayan umutlar ve yerinde itirazlar sayesinde geliyor.

Zehra Çelenk zcelenk@gazeteduvar.com.tr

Seçimler baharı getirdi, uykuyu götürdü. Bitmiyor. 31 Mart akşamından bu yana, trajikomik bir “uyursak kaybederiz,” duygusuyla uykular paramparça. Hem hiçbir rasyonel açıklaması yok bunun hem de her an her türlü dümenin dönebileceği bir durumda, yapılabilecek tek mantıklı şey gibi görünüyor… “Kaşık yok.” O kadar yok ki, telefonun başından ayrılırsa beklediği aramanın gelmeyeceğini düşünen takıntılı âşıklara döndük. Bir yandan da temkinlice seviniyoruz, olmuş bitmişe hâlâ inşallah diyoruz. Sakuralar sakur sakur ekranları şenlendirirken havada kış soğuğu var. ‘Post-truth’un zirvelerinde, inadına çiçekleniyoruz.

Bir yandan da kazananı da kaybedeni de bu kadar net olan bir seçim, az görülmüştür herhalde. Hakikate giden yol Sisifos’tan beter bir döngüdeyken, bir şeylerin değişebileceğine olan inanç, kazandı. Ekrem İmamoğlu’nun kapsayıcı, kucaklayıcı, empatik ruh ve beden dili, söylemi, kriz yönetimi kazandı. Rengarenk, minik bir serçenin hatrı, nefretin, ayrıştırıcılığın tepemizdeki gri göğü de görmemizi zorlaştıran iri kanatlı kuşunu alt etti.

.

Elbette ki hâlâ her şey olabilir, yarın sabahın bile ne getireceği, olası en olumlu senaryonun devamında neler olacağı belli değil. Ama bu tür bir umudun mazbataya ihtiyacı yok. Metaforik babalarımızın birer birer öldüğü bir çağda, gücünü eril tahakkümden değil sevgiden alan bir dil, buna dayalı bir liderlik anlayışı kazandı. Jimi Hendrix’in “sevginin gücü, güce olan sevgiye üstün geldiğinde, dünya barışı tanıyacak,” sözüne epeydir bu kadar yaklaşmamıştık.

Seçimin en güzel yanlarından biri, kadın gücü ve kararlılığının yansımaları oldu. Batman’da ilk kez bir kadın, Sağlık Mahallesi muhtar adayı Fatma Türkan, yedi erkek adaya karşı yarıştı ve kazandı. Bilecik Pazaryeri’nde, kendisine mobbing uygulayan belediye başkanı Muzaffer Yalçın’a bağımsız adaylığıyla rakip olan Zekiye Tekin, 15 puan fark atarak seçimi kazandı.

Bu seçimin görünmeyen kazananlarından biri de Anadolu Ajansı Müdürü’nün kızı. Eski usül bir öykü kitabı ismi gibi. Seçim gecesi uzun süre İstanbul’da veri akışını keserek büyük tepki toplayan ajansın bu hamlesi genel müdür Kazancı’nın talimatıyla gerçekleşmişti. OdaTV'nin AA kulislerine dayandırdığı bir habere göre, Şenol Kazancı dün sabah ajans çalışanlarıyla bir toplantı yaparak “Her iki aday da ayrı ayrı kazandım diye açıklama yaptı. Benim veri akışım durdu, ne yapabilirdim ki… YSK veri göndermedi. Beni hedef gösterdiler (…) Olanlara kızım çok üzüldü. Ona ‘yanlış hiçbir şey yapmadım’ dedim. Kızıma da anlatamadım…. Başımıza bir şey gelirse hayırlısı olsun. Siz de çocuklarınıza durumu anlatın. Muhtemelen onlar da benimki gibi ikna olmayacaklar…” dedi.

Anadolu Ajansı yaptığı açıklamayla haberi yalanladı; ajansa ve yöneticilerine açıkça itibar suikasti yapılmaya çalışıldığını, bu yalan, iftira ve ithamların yöneticilerin ailelerini de içermesinin Türk medyası adına esef verici bir gelişme olduğunu söyledi.

Kulise dayalı bu haberin doğruluğunu iddia ve ispat etmek mümkün görünmüyor. Yine de seçim gecesi sinirleri zıplatan, günlük dile ‘veri alamamayı’ geçirecek asap bozuculuktaki bu duruma, ‘hane içinden’ bir kadının itirazı ihtimal olarak bile insana güzel geliyor.

Suskunluğun erdemini öven binlerce söz var. Özellikle, öylesi işe geldiği için kadınlara çok yakıştırılır. Duygusal ilişkilerde erkeği susa susa yola getiren kadın makbul sayılır. Gündelik ve toplumsal olaylarda da bir değil, iki değil üç dinleyip çok lüzumluysa ses çıkarması beklenir… Görüp de görmezden gelen, başını öte tarafa çevirmeyi bilen kadının korku ile işbirliğinin ortak sonucu olan mağduriyeti çilekeşlikle, taşın yerinde ağırlığıyla falan, güzellendikçe güzellenir.

Ama artık kadınlar konuşuyor, gayet de dolu dolu konuşuyor, lafı da her alanda gediğine oturtuyor. Tüm çelme ve tuzaklara rağmen kadınlar birbirinin sesine ses katıyor, gelecek için de umut doğuruyor. Buradan sözü seçimlerin gölgesinde kalan bir başka konuya bağlayayım.

YAYINCILIK SKANDALLARI VE KADIN İTİRAZLARI

Haftanın önemli olaylarından biri Sel Yayıncılık’a dair taciz ve telif gasbı, bandrol dolandırıcılığı iddialarıyla patlak veren skandaldı. Yayıncılık camiasından fazlaca ses çıkmasa da özellikle okurlar seçim telaşında bir uygulama aracılığıyla bandrol okutma yarışına girerek konunun gündemde kalmasını sağladı.

Bir yazının bir bölümüne sığdırılamayacak kadar geniş bu konuya dair en üzücü noktalardan biri, Sel Yayıncılık’ın yıllardır feminist ve queer harekete ilişkin yayınlar da dahil olmak üzere, pek çok güzel kitabıyla gönlümüzde taht kurmuş bir yayınevi oluşu. İrfan Sancı’nın açıklamasında yer alan “Aralık ayında iki kadın arasında (bunu özellikle vurguluyorum, çünkü Sel’de maalesef toplumsal olarak alışılageldiği üzere herhangi bir erkeğin bir kadını taciz edebilmesi vâki değildir,) sözü bu açıdan da oldukça sorunluydu.

.

İkinci bir ‘kaynayan’ mesele de Kalem Ajans kurucularından Nermin Mollaoğlu’nun Instagram hesabından Ece Temelkuran’a dair yaptığı bir paylaşım oldu. Mollaoğlu, hesabında Temelkuran’la yabancı basında yapılmış bir söyleşinin üstüne “güzel bacak olmadan olmaz yahu, ver bacağı gelsin satışlar anam babam” aşırı cinsiyetçi ifadesini kullanmıştı. Kalem Ajans’a bağlı şair- yazar Sinem Sal’ın kendi hesabından paylaştığı bir gönderi, olaya dikkat çeken başlıca şey oldu. Devamında Mollaoğlu’nun daha ağır hakaretamiz ifadeler içeren başka bir gönderisinin de olduğu, yazıp yazıp sildiği ortaya çıktı. Nermin Mollaoğlu bunlar üzerine bir özür metni paylaştı ama bu da maalesef ‘aşırı’ samimiliğiyle kabahatten beter özür kontenjanına girdi. Fazlasıyla duygusal bir tonda yazılmış bu özür, dikkati yapılandan çok yapanın ruh haline bağlayan, “yaptım ama niye yaptım,” diyen, haksızken empati bekleyen bir edadaydı çünkü.

Ece Temelkuran ya da başka herhangi bir yazar, bağlı olduğu bir edebiyat ajansından usulünce ayrılıp başka bir yere geçebilir. Ayrılığı, kaybı profesyonel bir ilişkide bile bu derecede hazmedememek nedir? Türkiye’nin en tanınmış yazar ajanslarından birinin kadın kurucusunun bir kadın yazara karşı böyle bel altı, eril söylemlerde bulunabilmesi, nasıl gerekçelendirilebilir? Herhangi bir ruh hali, çekilen bir acı ya da mağduriyet varsayımı bunun özrü olabilir mi?

Olamaz. Bu gibi durumlarda ancak gerçek ve bilinçli bir özür, özür olabilir. Mollaoğlu’nu uzaktan tanıyorum. Evet, deli dolu, nevi şahsına münhasır, renkli birine benziyor. Yayıncılık dünyasındaki, pek çok yazarın da kariyerini olumlu etkileyen başarılarını görmezden gelmek mümkün değil. Ama şu zamanda, entelektüel camiadan bir kadının diğerine yaptığını görmezden gelmek de mümkün ve adil değil.

Sel Yayıncılık meselesine dair önemli gelişmelerden biri, Queer Düş serisi kurucuları Berfu Şeker, Gülkan ‘Noir’, Leman Sevda Darıcıoğlu ve Pınar Büyüktaş’ın, derdini iyi anlatan, içten bir metin aracılığıyla yayıneviyle ilişkilerini kestiklerini duyurmaları.

Her yazar, çevirmen ve editörden bu ölçüde bir tavır beklenmez, şart da değil bu. Ama zaman zaman üstünde durduğun yeri de, kendini de eleştirebilmek, önemli.

Kendi içimizdeki, ‘mahallemizdeki’ arızalı durumları teşhis edip bunlara itiraz etmezsek, sürekli şikayet ettiğimiz kesimlerden bir farkımız kalmaz. Failleri de gerçek anlamda düşünmeye, özeleştiriye sevk edemeyiz. Bu tür bir suskunluğun herhangi bir açıdan iyicil bir sonucu olmaz. Gözünü kaçırıp kendi işine bakmayı tercih etmekten ya da mevzudan çok kendini öne çıkarmaktan kaçınarak, yapıcı ve kapsayıcı bir eleştirellikle ses çıkaran herkese teşekkür borçluyuz bu gibi durumlarda.

Bahar her şeye rağmen geliyorsa, solmayan umutlar ve yerinde itirazlar sayesinde geliyor.

Tüm yazılarını göster