İşte aylardan ocak, yine bir kahır ayı. Kederimizle bir karanlık boşluğa düşüyoruz ister istemez. Ama bize kalan, unutmamamız gereken o meşum 19 Ocak değil sadece, hepimizin olmasını arzu ettiği inançla, inatla taşıyıp getirdikleri de. Gideli on bir yıl oldu, acıları, sevinçleri ise yaşamımız.
“Beni çağırmadınız, kalkıp ben kendim geldim
Uzaklardan size bir haber getirdim geldim.”
Nasıl çağıralım ki ellerimizde kazma kürek yakınları canla başla uzak eylemeye çalışırken, suçumuzu küfürle savuşturup dururken. Gözlerimiz parlamış "hoş gelmişsin" dememizi beklemiyordun elbette, hem nasıl bekleyesin ki ev sahibiyken istenmeyen misafir kılmanın gayretiyle gözümüz dönmüşçesine pür telaş kapıyı gösterirken. Bizim için her kelimesiyle kolay sindirilesi değildi kanadında taşıdığın haberin. Kendi ellerimizle yarattığımız kâbustan kurtulmaya çalışıyorduk güzel güzel, iğneyle kuyu kazar gibi masumiyetimize karineler bulmanın peşine düşerek. Evet, zavallıydı halimiz belli ki, ama iyiydik böyle biz. Dehşetengiz huzurumuza çomak soktu haberin, besbelli bir armağandı bize ayna tutan. Ama biz, böyle armağanlardan ölesiye korkardık, ne de olsa verilene hıyaneti maharet bilen ahfadın evlatlarıydık, çok da aklına getirmek istemediğin. Tarihin yaşanmışlıklarına karşılık “beyaz sayfaların” başka türlü yazılabileceğine inanıyordun. Aynı sofranın etrafında aşı paylaşma imkânındaki ısrarına, dur durak bilmeyen direncine tabur tabur öfkelendik. Fikri bile çoğumuzun tüylerini diken diken etmeye yetiyordu. Çoktandır vicdanı paçavra deyip çöplüklere atmanın derdine düşmüştük velhasıl.
“Bıraktıklarınızdan, unuttuklarınızdan
Sımsıcak-anılası günler getirdim geldim.”
Bıraktıklarımız zaten yıkımdı çoğun, aralarında sarıdan mora yaban çiçekleri baş veriyordu ara sırada da olsa, ama biz onların aklımızı çelmesine, ruhumuza değmesine tahammül edemiyorduk. Zafer çığlıkları içinde iştihayla yıkıntılardan servetler ediniyorduk, aslında hiç de hayrını görmeyeceğimizi içten içe bilsek de. Kimilerimizin ağzına pelesenk ettiği "benim de bir arkadaşım vardı adı Agop" türünden abuk sabuk maskaralıklarla koskoca bir dağ olmuş yalanları örtbas etme telaşındaydık, ne kadar trajikomik olduğumuza bakmadan. Hatırlamak ne kelime unutturmak gayretiyle her yolu deniyorduk. Sarsılabilseydik az biraz getirdiğin haberle “sımsıcak-anılası günler”i yeşertmek için işe girişebilirdik belki. İrkildi evet bazılarımız getirdiğinle ama yetmedi, yetmiyor sarsıntı yaratmaya onların çığlıkları. Yine bildiğin aynı küfürler kaplıyor soluduğumuz havayı bol bol. Yıkıntılarımıza yeni kurbanlar eklemekle meşgulüz. “Ruhsal kopuşlar” dediğin girdap oldu, boğulmamak için çırpınıp duranların ümüğü sıkılıyor hararetle üstelik.
“Gömütleri andıran yapılarınızdaki
Yaşantılarınıza evler getirdim geldim.”
Sakin olduğumuz şehirler, duaları okunmamışların mezarları üstünde yükselen binalarla doluyken, yangın yerlerinin, mezarlıkların üzerinde parklarına kavuşmuşken, azimle yeni garabetler yaratmaktan geri durmadık. Yaptıklarımız yapacaklarımızın teminatıydı, bundan aldığımız güçle şurada burada kalmış izleri de birer ikişer silmenin peşindeydik hâlâ da peşindeyiz. Silemediklerimizi de köhneleştirdik, çirkinleştirdik elden geldiğince. Akdamar’ın haçına ustalıkla paratoner ekledik mesela. Şurada burada otoparklar yaptık gere gere göğsümüzü ‘kamu yararı’mızı gözeterek. Pencerelerinden şen kahkahaların duyulduğu yan yana yaşanan evlere ısrarla işaret ederken sen, halt ettiklerimizle yaşamaya devam edip berkittiğimiz soğuk, ruhsuz duvarların arasında volta atmaya durduk, “farklılaşsak da fıkralaşsak” temennini lanetimiz sayarak.
Tek-tek ayrık-soluyan bitkiseller yerine
Yüz yüze-dönük-gülen sizler getirdim geldim.”
Yan yana durarak birbirine kudret aşılayanlardan, nefesleri birbirine karışanlardan, kimi zaman diğerinin gölgesinde dinlenenlerden kimi zaman gövdesini diğerine destek kılanlardan oldum olası hoşlanmamıştık. Ortaklıklarına, benzerliklerine kani olmalarından korkardık, ayrık tutardık. Ayrık tutardık ki gerçekten ayrı olduklarına kolayca ikna edilebilsinler, hesapsızca sırtlarını dönüp gidebilsinler. Nifak sözlüğümüzün mümtaz kelimelerindendi ne de olsa. Bırakırdık her biri takatsiz kalsın, kendi dertlerine yansınlar, naçar kalsınlar. Kurduğumuz düzen bundan güç alırdı çünkü. Payidar kalmak başka nasıl mümkün olabilirdi? Yüz yüze bakma kudretini geliştiremedik. Kendi aramızda bile hayat bulması pek mümkün olamadı. Oysa sen, kendine benzer bir avuç halefin selefin gibi yüz yüze bakabilmenin, konuşabilmenin, böyle böyle de birbirine dokunarak birlikte gülebilmenin kapılarını kuvvetlice açabilmenin derdine düşmüştün. Hem dokunmak da neydi? Hele de birlikte gülebilmek?
“Solarken suladığım, koparken bağladığım,
Ölürken canladığım sözler getirdim geldim.”(1)
Solmasın, canlanıp daha bir serpilsin gayesiyle kardeşlik dediydin, bir arada yaşama zorunluluğu dediydin, “anlaşılır özgür ifadeler”den, “üslubu iyi tutturulmuş tartışma ortamı”ndan, demokrasiden dem vurdun durdun. Canlarına can katıldıkça kelimelerin kendilerini idrak etmesi handiyse kapıya dayanmışken ‘vatan elden gidiyor’ naraları atanlar dört bir koldan ortalığa döküldüler. Geçmişten gelen harçla kurulan ortaklıklarından “ölürken canladığı”n sözleri küfran eyleyip tarumar ettiler. Sahiplenip bayrak edenlereyse hayatı zindan eylemedeler. On bir yıldır gücünden çok ama çok şey kaybetti umutvar haller, her şeye rağmen senin ve senin gibilerin bıraktığınız mirasa halel getirmeyerek kendi meşreplerince direnmeye gayret edenler de var. Belki çok değiller, belki adımlarında kimi kez müteredditler, ama bilesin ki varlar.
Ruhun şad olsun.
(1) Özdemir Asaf, “Geldim”.