Sık sık giyindiği, yüzüne yerleştirdiği anda kendinden çok emin olduğu müstehzi ifadesi eşliğinde, “Biliyorsunuz değil mi, Avrupa ülkeleri aşıyı paralı yapıyor” deyiverdi. Dinleyenler de zaten biliyormuş veya bilmemeleri eksiklikmiş gibi. Sonra, (kim olduklarını belirtmeden) “Siz de biraz bedel alsanıza” diye akıl veren ecnebiler olduğunu söyledi. (NATO zirvesinin kapalı oturumlarında mı oldu acaba?) Sonra, “’Herkes gibi aşıyı biz de parasız yapıyoruz” “noktasına” geri döndü ama “testten alıyorlar, biz almıyoruz” diye yine tam doğru olmayan bir çapak bırakmayı ihmal etmedi. Muhtemelen bir dakikadan daha kısa sürede, öyle olmadığı anlaşılacak gerçek dışı şeyleri söylemek gerçekten çok garip.
Bunu bir kere yapıp bırakmamak, tekrar etmek ve yan hikayelerle süsleme ihtiyacı daha da tuhaf. Sonra unutturmak yerine, hiçbir şey olmamış gibi doğru bilgiye geri dönmek iyice acayip. Bütün bunların toplam bir haftanın içine sığmış olması, halka açık ve canlı yayınlar sırasında yaşanması ise olayı iyice ilginç hale getiriyor. Bunlar hakkında konuşurken, Erdoğan ne söylese inanacak seçmenleri olduğundan, sözlerin doğruluğuna değil yaratacağı etkiye baktığından, anlatacak hikâye olmayınca üretmek gerektiğinden, hadi çok ısrar edilirse “etrafını sarmışların” yanıltılmış olabileceğinden bile bahsetmek mümkün. Erdoğan’ın bunu ilk defa yapmadığını da biliyoruz. Fakat bu her biri kendi başına son derece sorunlu cevaplar, havada asılı “ama niye yapıyor” sorusunu tam olarak karşılayamıyor.
Bugünlerde –aslında başından itibaren- Erdoğan’ın bütün yaptıklarında bir keramet aramak, onun müthiş bir siyasi deha olduğunu söylemek, risksiz ezberlerden biri halinde. Şimdi bu durum, “ne olacaksa onun yapacağı hamle ile olacak” tespitine ve buna bağlı çok uyanıkça olduğuna inanılan stratejilere zemin teşkil ediyor. Bütün oyunları kuran şahsın, en sıkışmış anında da şapkasından çıkacak tavşanı bekleyenler var. Ancak her yaptığında bir keramet aramak çok lüzumsuz, çünkü böyle bir şey yok. Niyet ettikleri, umdukları elbette vardır ama o kadar. Erdoğan’ın yüksek bir siyasi zekadan çok, arkasında çok da karmaşık hesapların olmadığı bir kurnazlığa sahip olduğu açık. Bunu ustaca kullanmanın yanı sıra, geniş bir çevreyi inandırdığı da görülüyor.
Fırsat ve pazarlık imkânı yakaladığı, başkalarını hamleye zorlayarak elverişli pozisyon sağladığı olayların son derece karmaşık olması, onun bulduğu “çözüm” formüllerinin de fazla komplike olduğunu düşündürüyor. Oysa çoğu zaman hiç öyle değil. Zaten uyanıklığın zekâ ile en önemli farkı, hızla süzülmüş yakın ve olabilir sonuca gidebilen kestirmecilikten -ve basitlikten- geliyor. Erdoğan’ın ideolojik sağlamlığı olsun olmasın, seçmenden devşirebildiği destek için kullandığı bir başka siyasi becerisi ise yaptıklarının önünde arkasında olup bitenleri aynı basitlikte ve anlaşılırlıkta anlatabilmesi(ydi). Benzer bir akıl yürütmeye veya anlatıya aşina kalabalıklar üzerinde hipnoz etkisi yaratabilmesi(ydi). Olanı, eskiyi, bugünü ve yarını bu zihni kutuya sokup, kolayca hikâye ediyordu. Hikâye bitti, anlatma tarzı eskidi, bağlam değişti.
Son bir haftanın meselelerine ve onların içindeki Erdoğan’a bakalım. Bir yıl içinde üç kere ekonomi yönetimine müdahale edip akut sıçramalar yaratmış, kronik sorunlarının çözümsüzlüğünü göstermiş ve sıkışmışlığı açığa çıkmış iktidar, dünyanın parlayan yıldızıyız, olmadı olacağız demeye devam ediyor. Erdoğan, yoksulluk ve sıkıntı diyenleri nankörlükle, yolsuzluk diyenleri ihanetle suçlamaktan geri durmuyor. Bir haftadır, porsiyon küçültmekten –bazı ayrıcalıkların korunduğu- tasarruf genelgelerine, “ihaleleri şeffaf yapın” talimatından “inşallah beraber atlatacağız” temennisine gelindi. Soğan üreticisi ve hâl esnafını sıkıştırarak, tanzim satışla çözülemeyen enflasyonun varlığı birden kabul edildi. Adıyaman’daki tütün çiftçisi bile kendilerine yakıştırılamayan akıllı telefonları sallayarak çoktan “tırşikçi kapatalistlere” lanet okumaya başlamıştı bile.
Boğaziçi’nde hocalar okula alınmaz, öğrencilere dayak atılırken, Erdoğan televizyon yanında, öğrencilerle buluşup üniversitenin nasıl özgürleştiğini anlattı. İstanbul Sözleşmesi'nden çıkıldığı gün kadın cinayetlerini önlemekten bahsedildi. Ömer Faruk Gergerlioğlu, AYM tarafından verilen ihlal kararına rağmen tahliye edilmezken, adalet isteyenler ve oğlu polis saldırısına maruz kaldı, yeni yargı reformunun ve anayasanın muhtevasından dem vuruldu. Kanal İstanbul’un parasını ödemeyecek muhalefete, -daha kısa bir süre önce Türkiye’yi batırma operasyonu yaptığını iddia ettiklerini ima ederek- “söke söke alırlar” dendi. Çürüme ve çözülme karşısında, “bir süre benim yanımda görünmesin” tedbirleri haricindeki sessizlik devam etti. Çözülme, çürüme eşliğinde çökme tablosunun önünde verilen pozlar ve söylenenler tuhaf oldu.
Bir haftalık bu tablonun bütününden veya tek tek olaylardan, değil siyasi keramet çıkartmak, mantıklı bir neden-sonuç ilişkisi üretmek bile zor. “Bunların çoğu, apaçık tuhaflıklar, bocalamalar; pek de karşılığı olmayan işler, sözler. Bunları neden yapıyor olduğunun cevabını, varılmak istenen amaçta arayınca, tatmin edici karşılıklar bulmak zorlaşıyor. Belki “eskiden” işe yaramış bazı pratiklerin tekrar edebileceği inancı, cevabı buralarda arama ısrarını uzatıyor. Ancak yapılan işlerin, söylenen sözlerin artık eskisi gibi sonuç vermediğini her gün tazelenen anket sonuçlarından izliyoruz. O yetmezse, -bilgi edindikleri çevrelerin yönlendirmesiyle- bir türlü aksine ikna olamayan dış basında, artık “güç kaybetti” yorumlarına daha sık rastlanıyor.
Daha önemlisi, “eskiden” bu söz ve tavırların içine yerleştiği resim çok daha farklı olduğu, en azından öyle gösterilebildiği için acayiplik böyle göze batmıyordu, tuhaflık gibi durmuyordu. “Çıplağı” gören çocuk öne atlayacak fırsatı bulamıyor ya da sesi cılız kalıyordu. Gündelik hayatta da öyle değil mi, ortalıkta olan, gayet alıştığımız bir objeyi birdenbire başka bir şeyle yan yana koyduğumuzda, farklı bir açıda başka bir görüntünün içine girdiğinde veya bunu fark ettiğimizde garip, ne kadar işlevsiz hatta sakil olduğunu anlayıveririz. Bazen de “eskiden” fark etmediğiniz bir eskilik, rahatsız edici oluverir. Hem o eskimiştir, hem görme biçimi. Israrla “eskiden” deyip durmam boşuna değil. Bu gördüğümüz şeyin –başka şeylerle de var elbette ama- eskimekle çok ciddi bir ilişkisi var.
Yirmi yıllık iktidar elbette bir miktar yıpranır, sürece bakılınca az bile olduğu düşünülebilir. Sonuçta, bir memlekete bir-iki asır yetecek kadar olağanüstülük sığdırılmış yirmi senede, gele gele başlangıç noktasına dönmüş. Ancak yer artık başladığı yer değil. 40-50 yıl hayatı basit sloganlara indirerek siyaset yapan insanların da, söylediklerinin de eskimesi doğal. Fakat durumu, bu “normal” eğrinin biraz dışında, daha özel hale getiren iki önemli noktayı gözden kaçırmamak gerek. Birincisi, bu aktörlerin ve söyleme biçimlerinin içine yerleştiği, tarif etmeye kalktıkları tablo dramatik biçimde değişti. Aynı kalanlar, değişenlerden daha az. İkincisi, bir tür “etme bulma diyalektiği” içinde, kısa bir aralıkta yoğun ve hor kullanım eskimeyi, eprimeyi olağanüstü artırdı. Her şey için kullanışlı olmak çok yıpratıcı.
Şahsileştirilmiş siyaset mimarisi, hikayesi tükenmiş bir iktidar için bir çıkış veya en azından uzatma stratejisi olarak fonksiyonel bulunmuştu ama hem devleti hem siyaseti kuşatan bütün kurumsal yapıyla birlikte, öne çıkan “şahsı” daha hızlı eskitti. Gerçeğe uymayan iddiaların gerçeklerle tezadı rahatsızlık verince, aynı şeyleri yapan ve aynı yerde duran daha tuhaf görünmeye başlıyor. Büyük bir kalabalığın bunu görmediğini, görmek istemediğini öne sürmek mümkün elbette. Fakat “bizim gördüğümüzü kimse görmüyor sanmanın, ‘kral çıplak’ demeyi zorlaştıran şey olduğunu da unutmamak gerek. Bunun görünmemesi imkânsız ve gayet net görünüyor. O bildiği şeyi yapıyor ama yapmasına neden olan şey ve zemin (fon) değiştiği için artık eskisi gibi görünmüyor.