Ahmet Türk’e "terörist" diyen şuursuzluk, milyonlarca yıl evvelinden korunup gelmiş, barbarlıklardan sıyrılıp gelmiş anıtlara, değerli eserlere ya da antik malzemeye baltayla saldıranın cahilliğiyle konuşuyor. Nefret nesnesinin muhtevasını da hasletlerini de anlamasının imkanı yok. Çünkü baktığı yerde “bildiği tek şeyi ve kendisine belletildiği kadarıyla” görüyor.
Bugünlerde sosyal medyada dolaşıma giren bir Ahmet Türk fotoğrafı var. Rastlamışsınızdır. Çok güçlü, etkileyici ve aynı zamanda kimilerimiz için “kırıcı” bir imge. Hem Ahmet Türk’ün adaletsizliklerle dolu bir dünyada durmayı seçtiği yerle hem de ona reva görülenlerle yüzleştiriyor bizi. Ahmet Türk’ün kararlı adımlarla geldiği ve şu yaşında durup oturduğu yer orası... Halkının hakarete ve gaza boğulduğu bir anın, acılarının ve kırgınlığının tam ortası... Burası Ahmet Türk’ün o yaşa kadar attığı adımları “doğrulayan” yer. Onun gibi bir ismin tam olarak olması gereken yer. Dokuz köyden kovulup metanetle oturduğu ve yalnızlığını sigarasının dumanına sardığı yer... Sosyal medyada bu fotoğrafı paylaşan kişi fotoğrafın başına insanın içine işleyen “Yüzyıllık Yalnızlık” ifadesini isabetle ekleyivermiş zaten.
“Attığım adım yanlış mıydı
durduğum yerden biliyorum”
Sessiz Arka Bahçeler kitabındaki “Pratik” isimli şiirinde böyle der Gülten Akın. İşte Ahmet Türk’ün fotoğrafına baktığınızda, yüzüne yerleşmiş ıstıraba rağmen, attığı adımın yanlış olmadığını durduğu yerden, o yerin zorluğundan ve “yalnızlığından” kendisinin de bildiğini açık seçik anlarsınız. Yalnızlık; adımlarını dosdoğru atanın ve doğru söyleyenin yerleşmeye mahkum olduğu onuncu köy... Evet evet, Ahmet Türk politik mücadele veren biri olarak elbette yalnız değil... Milyonlarca yurttaşla birlikte. Ama işte onlara reva görülenlerin yarattığı duygunun adı bu. Yalnızlık... Kırgınlık.
Pekala bambaşka bir yerde durabilirdi Ahmet Türk. Aşiret gücünün “devletle” ve iltifatla sarmalandığı müreffeh bir hayata yerleşip orada ömür boyu gönenebilirdi... Çevresinde torunları neşeyle koşturabilirdi... Oysa öyle bir noktada durmayı seçmemiş. Hatta belki de seçim filan da değil elinden başkasını yapmak gelmemiş. Peki kendini zora sokan, toplumsal ve siyasal iktidardan aldığı payı küçülten böyle bir seçimi niye yapmış olabilir ki? Sosyal medyadaki sığ, saldırgan ve kofti trollüğe bakarsak gözü dönmüş, kana susamış bir “terörist” olduğu için. Ahmet Türk’ün kim olduğunu açıkladığını sanan bu şuursuzluk, milyonlarca yıl evvelinden korunup gelmiş, barbarlıklardan sıyrılıp gelmiş anıtlara, değerli eserlere ya da antik malzemeye baltayla saldıranın cahilliğiyle konuşuyor. Nefret nesnesinin muhtevasını da hasletlerini de anlamasının imkanı yok. Çünkü baktığı yerde “bildiği tek şeyi ve kendisine belletildiği kadarıyla” görüyor.
Karmakarışık duyguları çağıran bu fotoğraf, BBC’nin Ahmet Türk belgeselindeki görüntülerle birlikte önümüze geldi. Belgeseli izlediyseniz, zihniniz bu fotoğraftaki hareketi de kendiliğinden tamamlayacaktır. Ahmet Türk’ün yanına birazdan diğer partililer gazdan gözleri yanmış, nefesleri daralmış olarak gelip oturacak ve soluklanacaklar. Gazdan kaynaklanan yanmayı yelpazelenerek yüzlerinden ve gözlerinden uzaklaştırmaya, serinlemeye çalışacaklar.
Ahmet Türk’e gelince gözlerini yerden ayırmadan ve yoğun bir üzüntüyü gizlemeye çalışmadan önüne bakıyor ve sigarasından derin nefesler çekiyordur. Böyle başka fotoğraflarını da hatırlayabiliriz Ahmet Türk’ün. Unutamadığım bir tanesi, Tahir Elçi’nin cenaze töreninden bir fotoğraftır. Ahmet Türk’ün yanında Tahir Elçi’nin yakın arkadaşı Meral Danış Beştaş ve Selahattin Demirtaş vardır. Bu üçlünün gözlerindeki derin acıyı hafızamıza çıkmamacasına yerleştirme kabiliyetindeki bir fotoğraf...
Ahmet Türk’ün yüzüne inen yumruktan sonraki fotoğrafa gelince, hiçbir şekilde hatırlamak istemediğimiz ve maalesef asla unutamadığımız bir diğer fotoğraf... Kırgınlığın kaçınılmaz paradoksu.
Mümkün olsa Ahmet Türk gibi onurlu bir siyaset adamına yıllar yılı reva görülenleri bambaşka bir dille yazardım, 73 yaşında ona bunu yaşatan zavallı siyasetle eğlenebileceğim kadar eğlenirdim. Ama maalesef bu fotoğraflardan gidebileceğimiz hiçbir “eğlence” yok. Bazen politik bir direnç üretme adına bile olsa ortada “gülümsetecek” bir şey kalmamıştır.
O yüzden de dilimin döndüğünce bu son fotoğrafa dikkatimi kilitleyen şeyden söz edeyim. Geçtiğimiz günlerde gazeteci Ahmet Tulgar benimle bir söyleşi yapmıştı. Söyleşinin bağlamı içinde de “Kürt kırgınlığı” diye bir şeyden söz edilip edilemeyeceğini sordu. Şaşırtıcı ve düşündürücü gelen ve yanıtladıktan sonra da -işte mesela Ahmet Türk fotoğrafıyla karşılaştığımda olduğu gibi- ara ara yeniden aklıma düşen bir soru. Ahmet Türk kendisini ve kendi toplumunu hedef alan süfli siyaset dilinden, çirkin müdahalelerden ve müptezellikten dolayı kırgınlık içinde midir bilemiyorum. Büyük olasılıkla duygularını “kırgınlık” biçiminde ifade etmeyebilir. Fakat onun bu fotoğrafları başta Kürt toplumunun büyük bölümü olmak üzere birçok kişiye çok “kırıcı” geliyor. Her türlü kırılıyoruz...
“Kırılıyoruz, ya sen ya ben
ya da kırılmışlığımız
öyle derin öyle onarılmaz
bir yol arıyor yüzeye vurmak için
bir bahane. Onarılamıyoruz
onaramıyoruz, ekimiz görünmeden
sen ve ben
...”
Bu da yine Gülten Akın’ın aynı kitaptaki “Tuhaf Bir Aşk” şiirinden. Türkiye’nin Kürtlerle ilgili meselesi belki de “tuhaf bir aşk” anlayışı ve alışkanlığıyla ilişkilidir... Üzerine düşünmeye değer. Duygular üzerine düşünmeye değer.
Feminist kuramcı Sara Ahmed “onarıcı adalet”in duygulara adalet sahnesinde yer açtığını ve o sahneye dönmesine izin verdiğini söyler. Ona göre duygular adaletsizliğin kişisel ve sosyal yaşamdaki karmaşık sonuçlarıyla başa çıkmanın bir yoludur. Adalet sahnesinde duyguların bir yerinin, bir işinin olduğunu düşünmek onların politik karakterini ve potansiyelini düşünmektir. Sara Ahmed bunu Duyguların Kültürel Politikası adlı kitabında çok güzel izah eder (s.239-254). Bu çerçevede, nefret nesnesi olmanın nasıl bir his olduğunu önceden bilemeyeceğimizi, bazıları için nefretin mizanseninde acı, bazılarında öfke olduğunu ve bu anlamda nefretin karmaşık sonuçları olduğunu söyler. Nefretin sonuçlarını duyabilmek için kulağımızı dört açmamız gerektiğini belirtir. (s.79-80).
Bu düşünceler ışığında baktığımızda, mesela Kürtlere yönelik dışlayıcılığın ya da nefretin nesnesi olmanın herkese acı vermeyebileceğini, bu amacı gerçekleştiremeyebileceğini de kavrarız. Kırgınlık da böyle bir şey. Nefret nesnesi olmak herkesi benzer biçimde kırgın hissettirmeyebilir de… Fakat hissettirebileceği de kesindir.
Kısacası nefret nesnesi olmayı kırgınlık, acı, öfke veya kayıtsızlıkla karşılamak bu durumla farklı baş etme biçimleri olabilir. Bu karmaşık duygular gözden silinmemelidir.
Ahmet Türk’e yönelen nefretin “kırıcı” imgeleri üzerine düşünürken bu sese kulak vermeyi denedim. Ben tam bunları kafamda düzene sokmakla uğraşırken, Bülent Arınç “Ahmet Türk’ü tanıyorum, terörle bir ilişkisi yoktur” dedi. Devamında Cumhurbaşkanlığı sözcüsünden cevap gelmekte de gecikmedi tabii: “Sayın Arınç tecrübeli bir siyasetçidir. Büyüğümüzdür. Yaptığı bu açıklamalar şahsi fikirleridir. Cumhurbaşkanlığını bağlamaz.” Kırgınlıkları şimdilik onarır(mış gibi) yapma aşamasına bile gelinmediğini bir biçimde söyledi yani. Haksız bir siyasetin kendisinden bile “kırıcı” gelgitleri...
Kırgınlık politika sahnesine açılabilecek bir duygudur. “Onarılamıyoruz” derken bile onarmaya açıklığı dile getiren bir duygu. Kırgınlığımızı dile getirmemiz gerekliliğini edebiyatın bilge sesi Gülten Akın yine aynı şiirden, “Tuhaf bir aşk”tan devamla söylesin. Çünkü;