Türkiye’deki Suriyeliler...
Bir yanda, her sorgulama ve eleştiriyi, sorunun konuşulma çabasını dahi ölçüsüzce, faşizm olarak adlandıranlar. Bir yanda, iktidarın olup bitendeki payının üstünü örtmek için sahtekârca çaba harcayanlar. Bir yanda, göçmenlik ve neden olduğu travmaları olması gerektiği gibi anlatmaya çalışan ama elbette sesini duyuramayan çaresiz azınlık. Bir yanda, hiçbir fırsatı kaçırmak istemeyen, profesyonel ırkçılar.
Ve tabii bir de, sokakta dilenen, dilendirilen, çıplak ayaklı çocuklar, kadınlar. Satılan kadınlar. Kaybolan, muhtemelen organ mafyası eline düşen çoluk çocuk. Atölyelerde, inşaatlarda sömürülen erkekler.
Ah, neler söylüyorum! Akıl alır gibi değil. Ah bu duygusal değerlendirmeler, ah bu insancıl yaklaşım, ah bu nasıl bir aymazlıktır, ah bu nasıl bir enayiliktir! Siyaset mi? O da ne! Uluslararası ilişkiler? İlk kez duyuyorum. Reel politik? Reel mi, yenir mi, içilir mi! Ortadoğu’da olanlar? İlgilenmiyorum. İŞİD kılıklılar? Aaaa hani şu öfkeli gençler?! Kafam çalışmıyor benim, düşünemiyorum ülke çıkarlarını, belli ki hıyarın biriyim. Doğrudur, aşağıdaki satırlar bir hıyarın hezeyanlarıdır. Zaten ne yazılırsa yazılsın, üç sözcük okuduktan sonra tüm küstahlığı ve kibriyle, “yaa abi dünyadan haberi yok bu entellerin, geçen gün bizim enişte...” diye söze başlayan bir tür var ki, yazı kesinlikle onları hedeflemiyor, kazara Gazete Duvar’ı ‘tıkladılarsa’ da, devamını okumamalarında çok büyük yarar var. Eh, hep okur, yazar seçecek değil ya!
Bir süredir Gazete Duvar’daki yazılarımı okuyanlar, Londra’daki garsonluk hikâyelerinden haberdardır. Hatta April’den bir de kitap çıktı o yazılardan. Biraz garsonluk, biraz ukalalık, olabildiğince eşit yurttaşlık talebi ve hayaliyle kaleme alınmıştı. Bir yerde yabancı olmakla, hissetmekle ilgili ufak tefek gözlemler, hatıralar. İşte bu yazı, o diziye biraz kızgınca bir ek olsun istiyorum.
Ben Londra’da bir göçmen değildim. Sığınmacı değildim. Koruma altında değildim. Gurbetçi değildim. Oraya dil eğitimi için gitmiş, okumak için çalışmak zorunda kalan ve öğrenciler için öngörülen çalışma saatleri karnını doyurmayacağı için haftada yaklaşık kırk beş-elli saat çalışmak zorunda kalan, Türkçesi, bir ‘kaçak’ ya da ‘yasadışı’ işçiydim!
Okuduğunuz yazı, eski bir ‘yasadışı çalışan yabancının’ duyguları. Yalnızca bir ‘duyguyu’ anlatmak istiyorum.
Offff be kardeşim, ne ilgisi var hakikaten Suriyelilerle şimdi! E ilgisi yoksa okuma o zaman, zorluyor muyum?!
Kapitalizmin ana vatanı olan İngiltere’de, azgın kapitalist esnaf için bulunmaz nimet olan heriflerdendim. Biraz garsonluk bilgisi ve iki güler yüz nihayetinde, atla deva değil. Karşılığında, saatine iki buçuk-üç sterlin ücret. Aynı işi yapan bir İngiliz ya da diğer AB yurttaşları altı-yedi sterlin alıyordu. Nasıl? Güzel değil mi? Üstelik elbette hükümet durumun farkındaydı. Bilgileri dahilindeydi. Kolay mı sömürünün anavatanı olmak! Herkesin işine geliyordu. Böylece kendi yurttaşıyla pazarlık fırsatı oluyordu işverenin ve kârını artırıyordu. Ucuz iş gücü! Daha cazip ne olabilir ki bir kapitalist için?
İlk işimde (ki yaklaşık altı ay çalıştım) haftada doksan sterlin alıyordum. Kırk beş pansiyon odasına, otuz beş okula. Kaldı on sterlin. Hah işte, bozdur bozdur harca! Elmalı pay ve fiş fingır. Altılı paketler. Her gün. Her gün. Her gün. Akşam işe gidiyorum, bizim lokantanın Müslüman Mısırlı patronu iş bittikten sonra yemek izni veriyor. Makarna ve pilav. Her gece. Her gece. Her gece. Yalnızca Ramazan’da bir iki akşam et yemeği. Ama Müslüman adamdı Allah için, ben aşağıda çalışırken, o yukarıdaki odasında Kuran okurdu! Yine de mutluydum, çünkü işim vardı.
Ne diyordu bizim Mısırlı patron sık sık, biliyor musunuz? Nereden bileceksiniz! “Murat, buradan başka bir yerde kolay kolay iş bulamazsın, polis gelir alır iki günde, kıymetini bil!” Harika! Herif her iki günde bir tehdit ediyordu. Elbette büyük bir iyi niyetle! Bunlar ekseriyetle iyi insanlardır zaten. İyi kalplidirler. Sizi düşünürler. Ülkelerini düşünürler. İnançlarını düşünürler. Aman, her zaman çok düşüncelidirler.
Sınır dışı edilirsin. İçişlerinden gelip alıyorlarmış, bir iki gün içinde memleketine paketliyorlarmış. Birileri ihbar ediyor çünkü. Hatta yazmıştım daha önce, tanıdığım bir Türk, dönercide işe girmek için diğer Türk’ü ihbar edip yakalatmıştı. Ah şu bizim milli ve manevi değerlerimiz!
Sonraki iş. Sonraki iş. İtalyan lokantası. Fransız lokantası. İngiliz lokantası, hatta Türk lokantası... Hepsinde, ilk gözden çıkarılacak çalışansın. Senden çok var. Sen olmasan bir başkası, o olmasa diğeri. İt gibi sömürüyorlar seni. Üç otuza.
Gözüm sürekli kapıda. Bu duyguyu nasıl anlatabilirim size?! Göz sürekli kapıda. Belli etmeden. Bir sorun yokmuş gibi. Ama biliyorsunuz ki, fazla saat çalışmak zorunda kalan herkesin gözü hep kapıda aslında. Aylarca, kapının önünden geçen her polis ya da polis kılıklıdan tedirgin olmak ne demek, nasıl tarif edebilirim? Her akşam, her saat. Polis geçiyor kapının önünden. Eyvah! Hemen en arka masalara doğru, fırsat varsa mutfağa yönelirsiniz. Nabzınız yükselir. Bunu sizin dışınızda hiç kimse bilmez o mekânda.
Bir gün ne yaptılar lokantada, tahmin edemezsiniz. O esnada üç dört kişiydik sanırım. İkimiz yasadışıyız! Menajer olacak herif gelip “Kontrol olabilirmiş, kaybolun” dedi. Ben insanım, lokantada nereye kaybolabilirim. Ayrıca penguen kıyafeti içindeyim! Tuvalete indik, alt kattaydı. Kabinlere girdik. Klozet kapağını kapattık ve Keşanlı Ali Destanı’ndaki Zilha gibi tünedik kapağın üzerine. Ayaklarımız görünmesin diye. On-on beş dakika sonra gelip “Tehlike geçti,” dedi. İşimize devam ettik.
Bu duyguyla yaşamak. Sömürülmek. Saklanmak. Tedirgin olmak.
Ve işte bunları yaşarken orada, kimi İngilizler bizi kastederek, “Kara kafalılar çalıştırıldığı için gençlerimiz işsiz kalıyor,” diyordu. Benim yüzümden. Ben o kadar saati, o ücret karşılığında kabul ettiğim için. Ben, İngiliz toplum dokusu ve İngiliz ekonomisi için ciddi bir sorundum, kimilerine göre.
Muhterem okur,
milyonlarca insanın bir ülkeye gelmesi, sorundur. O insanlar içinde en tehlikelileri dahil her telden birilerinin olması, sorundur. Bir sorun olduğunu dile getiren herkes ırkçı, faşist filan da değildir. Ergen siyaset bilimi öğrencisi reflekslerine gerek yok. Fakat sorun olan, ‘durumun’ kendisi ve o ‘durumun’ müsebbipleridir. İnsan değil. Karşımızda kanlı canlı, duyguları olan, bizler gibi, insanlar var. Yerinden yurdundan edilmiş insanlar. Edilmelerinde onların hatası, günahı yok. Muktedirlerin verdikleri kararların bedelini ödüyorlar. Hepimiz gibi. Her birimiz gibi.
Ben Londra’da bir göçmen değildim. Sığınmacı değildim. Koruma altında değildim. Gurbetçi değildim. Oraya dil eğitimi için gitmiş, okumak için çalışmak zorunda kalan ve öğrenciler için öngörülen çalışma saatleri karnını doyurmaya yetmeyeceği için haftada yaklaşık kırk beş elli saat çalışmak zorunda kalan, Türkçesi, bir ‘kaçak’ işçiydim! Kısmen yasadışıydım! Orada bulunmak zorunda değildim. Canım istediğinde dönebileceğim bir ülkem vardı. Sığınmacılarla karşılaştırıyor değilim, yaşadığım hiçbir şeyi.
Bir duyguyu anlatmaya çalışıyorum. Dünyanın herhangi bir yerinde ‘yaşanma’ ihtimali olan bir duyguyu. Yalnızca bir duyguyu.
Her gün, her akşam ve o akşamların her saati, kapıdaydı gözüm. Aylarca. Hâlâ bir lokantaya oturduğumda, arada bir kapıya bakarım, gelip geçenlere. Neden baktığımı ben biliyorum. Bir de muhtemelen, yirmi beş yıldır görmediğim, yan kabindeki klozet kapağına tüneyen arkadaşım.
Tedirgin, korkuyla geçen bir yaşam, insanca yaşam değildir. İnsanın layığı bu olmamalı. Bir sorunu konuşurken, o sorunun muhatabının insan olduğunu, karşımızdakilerinin kanlı canlı ‘insanlar’ olduğunu hatırdan çıkarmamak gerekir. Irkçı olmayan insanlar, ırkçı söylemin sırtını sıvazlayan sözler sarf edebilir bazen. İyi bir şey değildir bu. Hiç değildir. Ayrıca unutmayalım ne olur, her ırkçı her zaman haklıydı. Her zaman haklıdır. Çok makul olduğunu düşündüğü gerekçeleri vardır. Hep böyle oldu.
Tercih ettiğimiz dil, konuştuğumuz sorunun içeriğini ve çözüm ihtimallerini belirler.
Ben yirmili yaşlarda, aylarımı, İngiliz toplumsal dokusuna zarar vererek ve İngiliz gençlerinin iş bulmasını engelleyerek geçirdim. Böyle düşünüyordu kimi İngilizler.
O İngilizlere, bu son satırda sarf etmek isteyeceğim sözcükler, vereceğim yanıt, ne yazık ki Gazete Duvar’ın yayın çizgisine aykırı....