Herkes için bir sığınak: İstasyon

Birgül Oğuz’un kaleminden 'İstasyon', Metis Yayınları tarafından okurla buluştu. ‘İstasyon’, bir kendini keşfetme, kendine dönme, kendini dinleme hâli. Hem bir yol hikâyesi hem de bir yol arkadaşı. Tek başınalığın yolcularına verilen bir selam niteliğinde...

Abone ol

Birgül Oğuz’un yeni kitabı ‘İstasyon’, Metis Yayınları’ndan çıktı ve geçtiğimiz haftayı noktaladığımız günlerde raflardaki yerini aldı. Son kitabı 2012 yılında yayımlanan yazar, uzun bir süre sonra yeniden okurla buluştu. ‘İstasyon’, “yalnızlık, güven ve arkadaşlık üzerine uzun bir hikâye” olarak tanımlanıyor. Birgül Oğuz, görevinden ayrılan bir edebiyatçının içine, annesine, dostluğa dönüşünün öyküsünü anlatmış. Bir ‘istasyon ev’in duvarları arasında, toplumsal bir meseleyi bireyin yaşamına yansımalarıyla ele almış; öte yandan yalnızlığın keşiflere imkân tanıyan doğasını gözler önüne sermiş. Bu keşiflere odaklandığımızda, ‘ikinci bahar’ tadında bir anlatı ‘İstasyon’, fakat sert bir kışın orta yerinde hayat buluyor.

Birgül Oğuz, İstanbul Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat bölümü ve Kültürel İncelemeler yüksek lisans programı mezunu. Edebiyatın birkaç yüzüyle aynı anda muhatap olmuş bir yazar. Varlık, Notos Öykü, Iowa Review, KGB Bar Lit gibi dergilerde öyküleri yayımlanan Oğuz’un ilk öykü dosyası ‘Fasulyenin Bildiği’, Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’nün sahibi. İkinci kitabı ‘Hah’ ise, 2014 Avrupa Birliği Edebiyat Ödülü’ne layık görülmüş olmasının yanında, sekiz dile çevrilmiş ve hem olumlu hem olumsuz eleştirilere maruz kalmış bir eser. Bu yönüyle onu, Oğuz’un sesini ‘tam anlamıyla’ duyurduğu eseri olarak da görebiliriz. Öte yandan yazarı, Moda Sahnesi'nde verdiği edebiyat derslerinden de tanıyoruz.

Yazarın ilk kitabı ‘Fasulyenin Bildiği’, kısa fakat derinlikli, imge kullanımının ön planda olduğu öyküler barındırıyordu. ‘Hah’, türlerin iç içe geçtiği serbest bir anlatı olarak tanımlanmıştı. Yas üzerinde duran kitapta Oğuz çoksesli bir ortam yaratmış, yaptığı göndermelerle bilinçli ve donanımlı bir okur kitlesine seslenmişti. Şiire yaklaşan anlatımıyla ‘Hah’taki öyküler, şiir ve düzyazı arasında bir yerde görülmüş, öyküleme tekniğiyle yazılmış şiirlere benzetilmiş ve öykü dünyamıza yapılan farklı ve nitelikli bir katkı olarak değerlendirilmişti. 8 yıl aradan sonra gelen ‘İstasyon’da ise Oğuz’un farklı bir anlatım tarzını tercih ettiğini, klasik öykü kurallarına bağlı bir anlatı oluşturduğunu görüyoruz.

EV, İSTASYON EV VE İNSAN-MEKÂN İLİŞKİSİ

Bachelard, insan ve mekân arasındaki ilişkiyi fenomenolojik bir yaklaşımla ele alır. İnsan zihnini ve ruhunu tıpkı içinde yaşadığı ev gibi odalarıyla, köşeleriyle, dolaplarıyla, çekmeceleriyle birlikte anlamamız gerektiğine işaret eder. Evi dünyadaki köşemiz ve ilk cennetimiz olarak tanımlar. Bizi dış dünyaya hazırlayan da odur, dış dünyadan koruyan da. Onun da bizler gibi hafızası vardır. Bir evimiz olmasaydı Bachelard’ın vurguladığı gibi dağılıp giderdik. Çünkü ev olmasaydı, onun şahitlik ettikleri de bizim onda saklamayı tercih ettiklerimiz de var olmazdı. Yani derli toplu bir geçmişimiz...(1)

Ev, edebiyatımızda farklı dönemlerde farklı temsiller için kullanıldı. Kimi zaman toplumun geçirdiği değişime ayna tutan kimi zaman ailenin çıkmazlarını ortaya koyan bir mekân olarak gördük onu. Bazen bir sığınak gibi okuduk bazen bir hapishane gibi. Birgül Oğuz’un tercih ettiği ev ise bir ‘istasyon ev.’ İnsanların geçici bir süre konakladığı, daha doğrusu sığındığı bir mekân. Bu yönüyle devamlı bir sirkülasyon içinde olan otelleri andırıyor. Edebiyatımıza bu odakta yaklaştığımızda hepimizin aklına gelen ilk eser 'Anayurt Oteli2 olur zannediyorum. Zebercet’in bir türlü ait olamadığı, yurtsuzluk kavramıyla birlikte okuduğumuz, insan-mekân ilişkisini apaçık ortaya koyan o otel.(2)

Maurice Merleau Ponty’e göre, mekân varoluşsal ve varoluş da mekânsaldır. 'Anayurt Oteli'nde bu durumun yansımalarını görüyoruz. Oğuz’un anlatısında ise hem başkişi hem de anlatıcı konumunda yer alan Deniz’in Zebercet kadar derin varoluşsal problemleri yok. Fakat istasyon eve gelmesiyle birlikte hayatında yeni bir sayfa açılması ve bu sayfayı doldururken geçmişiyle hesaplaşması söz konusu. Aynı zamanda kendine bir ayna tutuyor Deniz; dostluk, yalnızlık, aile üzerine fikirlerini sorguluyor. Bu fikirlerin kaynağına inmeye çabaladığındaysa yolu varoluşsal nitelikleriyle de kesişiyor elbette.

Deniz’in eski arkadaşı Nihal’in daveti üzerine yerleştiği ‘başkent’ çevresinde bir adada bulunan istasyon ev, yerinden olmuş yahut saklanacak yer arayan insanlara hizmet ediyor. Geçmişleri başka evlerde yaşayan insanlara. Yani ‘sığınak’ yönü ön planda. Okur olarak bildiklerimiz oldukça az. Keza anlatıcı konumundaki Deniz ‘irtibatı kim sağlıyor’, ‘giderleri kim ödüyor’ yahut ‘bu şekilde tasarlanmış kaç ev var’ gibi ayrıntıları bilmek istemediğini söylüyor. Bu evde daha evvel 6 kadının kaldığını öğreniyoruz, hepsi bu. Gerisi, Deniz’in buradaki insanlarla kurduğu diyaloglardan öğrendiklerimizle sınırlı. Onun haberleri takip etmemesi, fakat insanlar için yeni güvenlik önlemlerinin alındığının farkında olması yahut markette çalışan Bahar ile sürekli birileri onları dinliyormuş gibi konuşmaları, okurun merakını diri tutan unsurlardan. Birgül Oğuz, gizin sağladığı çekiciliği kullanmış, yerinde müdahalelerle metnine yerleştirmiş.

İstasyon, Birgül Oğuz, 112 syf., Metis Yayıncılık, 2020.

Deniz’in adaya gelişini hazırlayan sebeplerle ilgili bildiklerimiz, üniversitelerdeki kadroların hızla değiştirilmesi, sendikalı arkadaşlarının hepsinin toplu olarak işten çıkarılması ve ardından kendisinin de sözleşmesinin yenilenmemesinden ibaret. Aslında başta sakin karşılıyor bu durumu. Hatta üniversitenin bitmek bilmez idari işlerinden, vasat sınav kâğıtları ve ödevler okumaktan, birileriyle sürekli dirsek temasında olma zorunluluğundan bıkmış. Soğuk, umursamaz ve küstah buluyor kendini, insanların onunla görüşmek istememesini anlıyor, yeni hayatı için basit çözümler üretiyor. Basit ve bir o kadar kaygıdan uzak: “Param vardı, kira derdim yoktu, ev benimdi, ister atar ister satar ister kocardım içinde.” (s. 9) Evindeyken gündelik hayatın akışını durdurup huzurlu hissettiği ânlar oluyor, fakat derin huzurun ‘yutucu’ olabileceği fikriyle Nihal’in teklifini uzatmadan kabul ediyor.

Deniz, hiç aşina olmadığı bir evde dönüp bakıyor kendine. Duvarlarının konuşmadığı, anılarının olmadığı bir evde, istasyon evde. Burayı bir yuva olarak görmesi başta mümkün değil. Ki ilk günlerde evi, eşyaları garipsiyor. Belini doğrultana kadar burada kalacağını ve bir iş bulup gideceğini düşündüğünden burayı pek de ‘sığınak’ gibi görmüyor. Bu nedenle onun değişimini en iyi yansıtan unsurlar arasında eve ilk geldiği zamanlardaki fikirleri yer almakta. Zamanla kendine bir düzen kuruyor, alışmaya başlayan her insan gibi. Nihal’in parlak nesneleri, kırlentleri, diz battaniyeleri, ponponlu terlikleri, kedi biçimli sabuncukları bile gözüne batmamaya başlıyor:

“Yine de bulunduğum yer huzursuzluğa kapıldığımda kendimi sakinleştirmek için hayal ettiğim o nemli, ılık ve loş kuytuyu öyle andırıyor ki kısa sürede insanların arasına kazasız belasız karışacak kadar iyileşebileceğimi hissettim.” (s. 16)

Bu noktada, evle bağlantılı olarak eşyaya da vurgu yapmak istiyorum. Edebiyatımızda özellikle modernist metinlerde ironi unsuru olarak sıklıkla karşılaştığımız ‘eşya’ da tıpkı ev gibi farklı temsiller için kullanılagelmiştir. Örneğin, ilk romanlarımızda, öykülerimizde, geleneksel ve modern olanın çatışması eşyalar üzerinden anlatılmıştır. Yahut 'Tutunamayanlar'ın Selim’i, “Bana anlayış gösterecek yerde büfeyi gösterdin” derken basit bir meseleden bahsetmiyor elbette. Deniz’in evdeki eşyalara alışma süreci ev-eşya-insan bağının bir örneği olduğu gibi, Birgül Oğuz bu meseleye, Deniz’in bankaya uğradığı kısımda ‘para’ üzerinden de temas etmiş:

“Eşyayla bağı her an yitirebileceğini bilmek yeterli değildir. Tehlikeyi hissetmek gerekir, hissediyordum da.” (s. 27)

İÇERİDE VE DIŞARIDA

Doğası gereği ‘gelip geçici’ olan bu evde zamanla kendine ait köşeleri oluyor Deniz’in. Yürüyüşe çıkmaya ve insanlarla karşılaşmaya başlıyor. Bu yürüyüşlere eşlik edense bir köpek, Arkadaş. Onunla patikalardan geçip tepelere, çakıllı plaja varmak ruhuna iyi gelse de insanlardan uzak durmaya çalıştığını görüyoruz. Onunki, bir tercih. Onunki, seyretmenin ve fikir yürütmenin verdiği güvenli bölgede kalma arzusu. İnsanlar hakkındaki izlenimlerinin hiçbir gerçekliğe dayanmaması, onlarla bir çatışma yaşamamasını sağlamakta. Herkeste habis yahut zavallı bir yan görerek yalnızlığını koruyor, kimseye ‘kendi gibi’ incinebilir olduğunu bilerek yaklaşmak zorunda kalmıyor; böylece onlara zarar verme ihtimali de ortadan kalkıyor:

“Böylece kendimi yabancılığımın ve dalgınlığımın pelür kâğıdına sarıp dilediğimce dokunulmazlaşabiliyordum.” (s. 20)

Arkadaş’ın adının itinayla belirlendiğini hissediyor okur. Deniz’in onunla kurduğu bağ kademe kademe derinleşmekte. Ve kitabın başında arkadaşlık konusunda da pek iyi olmadığını öğrendiğimiz Deniz’in fikirleri üzerinde elbette onunla kurduğu bağın da etkisi var. Arkadaş, kış bastırdıktan sonra, istasyon evde kalmaya başlıyor. Dışarıya ait olan Arkadaş’ın da eve girmesiyle ‘içeri ve dışarı’ arasındaki sınır keskinleşiyor. Bir gece ansızın kapıya gelip istasyon eve sığınan küçük kız çocuğundan sonra ise büsbütün değişiyor işler. Deniz bir yandan kaybediyor yalnızlığını bir yandan kaybetmiyor. Çünkü bu çocukla iletişimi iyi değil. Ne düzeni bozan bir tehdit o ne de bir dost. Hatta suskunluğuyla zaman içinde sinirini bozmaya başladığını görüyoruz. Fakat, bir gün, Deniz’in hava muhalefetine rağmen ‘sarhoş’ olmak için dışarıyı seçmesi, evin düzenine yönelik ‘korumacı’ bir tutum gibi görünmekte ve bahsi geçen ayrımı vurgulamakta:

“Bazen bir şeyin dışarıda dinmesi gerekir. Bazen bir şey dışarıda diner. Bazen bir şey ancak dışarıda dinebilir.” (s. 74)

Deniz’in yalnızlığına sık sık değiniyor yazar. İstasyon evdeki ilk günlerinde Deniz’in içinde bulunduğu yalnızlıktan memnun olduğunu, yalnızlığın iyi taraflarıyla ilgilendiğini görüyoruz. Bu, aynı zamanda evi benimsemeye başladığının da göstergesi: “Ona her şeyi anlatıyordum; orman yürüyüşlerini, (...), akşamları sobadaki ateşin yalnızlığın kötü yanlarını gidermekle kalmayıp iyi yanlarını iyice ortaya çıkardığını.” (s. 36)

Bir anne tarafından yalnız bırakılmayı, yalnızlığın bambaşka bir yüzünü deneyimlemiş Deniz. Otuz yıl önce, 11 yaşındayken annesiyle Güneyada’daki bağ evinde yaşadıklarını anımsadığı satırlar, çok küçük yaşta yalnızlığı anlamlandırmaya başladığını, hatta biraz da yalnızlığı ve başına buyrukluğu annesinden miras aldığını ortaya koyuyor. Bu nedenle, istasyon evde Arkadaş’la birlikte yaşamaya başladıktan sonra kendince adımlar atmaya başladığını daha çok hissediyoruz. Zaman içinde önce istasyon evde kalmaya başlayan çocukla, ardından Leylâ restoranda sarhoş olduğu gün ona eşlik eden iki kadınla ve eczacı Feride’yle iletişim kuruyor Deniz. Başta cazip bir iş gibi görünen ders notlarını kitaplaştırma fikrini pek de umursamamaya başlaması, yine bu döneme denk gelmekte. ‘Tek başınalığını’ idare etmek için bir yönteme ihtiyacı kalmıyor aslında.

Peki Deniz’le nasıl vedalaşıyoruz? Onun büsbütün değiştiğini söylemek elbette mümkün değil. Sona yaklaştıkça davranışlarının kaynağına inmeyi becerebilirse her şeyi yoluna koyacağını hatta daha iyi bir insan olabileceğini düşünmekte. Fakat hemen ardından Arkadaş’la küçük kızın birbirlerine nasıl eşlik ettiklerini seyrederken, hâlâ güvenle ve iletişimle ilgili aşamadığı sorunlarının olduğunu fark etmekte. Bu farkındalık biraz da annesinin geçmişteki davranışlarına dayanıyor:

“Birden kimsenin bana böyle güvenmesini beklemediğimi, hatta bunun fikrini bile abes bulduğumu fark ettim. Başkaları için değerli şeylerin elimden bir daha fırlayıp gitmeyeceği ne malumdu? Kendi sularıma kapılıp baş aşağı batmayacağım ne malumdu? Arkamda bütün kapıları açık unutup durduk yere öylece kaybolmayacağımın garantisini kim, nasıl verebilirdi? (s. 88)

Son olarak, Birgül Oğuz’un kitabında ayrıntıların mühim bir yer tuttuğunu ekleyelim. Kitabın kapağından başlıyor bu durum. Kapakta yer alan ve Andrew Wyeth’e ait olan resim, Arkadaş’ı çağrıştırıyor. Öte yandan, Oğuz’un anlatım tarzı da ayrıntılarla örülü. Bunu doğa ve durum tasvirlerinde açıkça görmek mümkün. İnsanların davranışlarını betimlerken de aynısını yapıyor yazar, örneğin insanların yalnızca dümdüz ileri baktığını söylemek yerine “varacakları kıtanın ufukta belirmesini geminin ön güvertesinde bekleyen yolcular gibi dağılmak bilmeyen sakin bir dikkatle” dümdüz ileri baktıklarını söylüyor. (s. 18) Yahut anlatıcı Bahar’ın kendisine nasıl baktığından bahsederken “çenesini buruşturup dudaklarını büzdü” demekle yetinmiyor, onun “heder olmuş bir tencere yemeğe bakar gibi” göründüğünü ekliyor. (s. 36)

‘İstasyon’, bir kendini keşfetme, kendine dönme, kendini dinleme hâli. Hem bir yol hikâyesi hem de bir yol arkadaşı. Tek başınalığın yolcularına verilen bir selam niteliğinde...

Dipnotlar

  1. Gaston Bachelard, Mekânın Poetikası, Çev. Alp Tümertekin, İthaki Yayınları, İstanbul.
  2. İlgilisi için bkz. Ramazan Korkmaz, “Yurtsuzluk İtkisi ve Anayurt Oteli”, İlmî Araştırmalar, S:20, 2005, s. 139-148