Herkes işini yapsın, müzisyenler hariç!

Hemen her sabah acıya uyanıp, her gece acıyla uyuyan bir coğrafyada, “acımız varken müzik sussun” demek, “müzik sonsuza kadar sussun” demekten farklı değil. Hakikaten, “taş mı yesin müzisyenler”?

Abone ol

Ülkenin dört bir yanından orman yangını haberleri gelirken, yanan ağaçlarla, bitki örtüsüyle, canlılarla birlikte hepimizin içi yanarken, hele de bu dehşetengiz tabloya karşı asıl sorumluların işlerini yapmadıklarına tanık olurken üzüntü ve öfke yine çoğumuzun paylaştığı duygular oldu. İzandan uzak komplo teorileriyle yetkililer ve şürekâları toplumsal yangınlara benzin dökedursun, bir kesim bu acı tablonun faturasını yine müziğe kesmeye kalktı. Konserlerini sosyal medya hesaplarından nihayet buluşacak olmanın heyecanıyla duyuran sanatçılara, müzik gruplarına gelen kimi tepkiler, aynı anlamsız talebi bir kez daha tartışmaya açtı: “Ülkede acı bir olay yaşandığında sanat etkinlikleri dursun!”

Anlayacağınız, birkaç hafta içinde “Müzik susmasın!”dan “Müzik sussun!”a hızlı bir geçiş yapmış bulunuyoruz yine.

Malum, normalleşme süreciyle birlikte neredeyse iki yıldır işini yapamayan, para kazanamayan müzisyenler yavaş yavaş da olsa çalışmaya, konserler vermeye, sanatlarını icra etmeye başladı. Neyse ki… Yaz ayları, çoğu müzisyen için yapacağı konserlerle üç beş kuruş kazanıp belki zor zamanlar için kenara para koymanın da zamanı, vesilesidir. Bu sınırlı birkaç ayda çoğu müzisyen hayatını yollarda, minibüslerde, en iyi ihtimalde otellerde, çoğu zaman zor koşullarda geçirerek dinleyicisi ile buluşmaya çalışır. Günler; gidilecek yere ulaşmaya çalışmakla, varılan duraklarda sahne kurmakla, ‘soundcheck’ yapmakla, sahneye çıkıp bütün bu yorgunluğu dinleyiciye yansıtmadan ortaklaşmaya çalışmakla, nihayet herkes evine yollandıktan sonra toparlanmak için saatler harcamakla geçer. Şimdi kendinizi bu zor işi yaparken, yani “işinizi yaparken”, birkaç dakika boş zaman bulup da girdiğiniz sosyal medyada nedenini anlamadığınız biçimde ayıplanırken, kınanırken düşünün lütfen.

'MÜZİK SUSSUN' DEMEK ZORBALIKTIR

Yas, insanın en doğal duygularından, en doğal hallerinden biri. Belki en doğal haklarından da… Bir kaybın acısını yaşamak, hayatımızın zaman zaman yaşamak zorunda kaldığımız kaçınılmaz süreçlerinden. Ancak bu acıyı ne biçimde hissettiğimiz, yası nasıl yaşadığımız kişisel olarak bizimle, yalnızca bizimle ilgilidir. Buna müdahale etmeye kalkmanın; nasıl güleceğimize, hangi sınırlar içerisinde yaşayacağımıza, ne zaman nereye gideceğimize, ne giyeceğimize müdahale etmeye kalkmaktan bir farkı yok. Hissettiğimiz acıyla nasıl baş etmemiz gerektiğine dair parmak sallamaya vereceğimiz tepki de doğal olarak hayatımızın diğer anlarına, alanlarına müdahale edilmeye kalkıldığında vereceğimiz tepkiyle aynı olacaktır.

Müziğe garezi olan bu zorbaca tutumun nasıl bir kökeni, hangi anlamlara, geleneklere bağlı bir tarihi olduğunu anlamak kolay değil. Üstelik bunu gelenekle açıklamak da mümkün değil. Doğu’nun kadim yas ritüellerinde (Batı’da da olduğu gibi) melodi vardır. “Ağıt”, bunun en çok bilinen örneği ancak insanın yas ve kayıp duygusunu ifade etmek, dışa vurmak, belki bir katarsis yaşamak için icat ettiği tek form değil. Yasını müzikle, hatta dansla tutmak, müzik yoluyla kendi içine, diğer insanlara ve hayata yeniden bağlanmak insanın antik bir özelliği.

MÜZİK İYİLEŞTİRİR

Müziği yalnızca eğlenmek ile bir tutmak, eğlenmeyi de yalnız şen olmak ve umursamamak ile özdeşleştirmek en hafif tabirle sığlık. Üstelik kendisi acı yaşarken başkasının da o acıyı tıpkı kendisi gibi yaşamasını talep etmek, bunu yapmayanı kınamak, kendince “ifşa etmeye” kalkmak zorbalıktan başka nedir ki? Bir yandan müziğin iyileştirici, birleştirici gücünden dem vurup diğer yandan her vesilede müziğin susmasını talep etmek ise neresinden bakarsak bakalım ikiyüzlülük. Ülkede ne olursa olsun, sen evinde dizini izleyebileceksin, maçına gidip tezahürat yapacaksın, dışarı çıkıp yemeğini yiyip içkini içeceksin, belki ailenle, dostlarınla bir araya gelip televizyon karşısında ‘eğleneceksin’ ama ülkenin başka bir köşesinde o akşam ekmek parasını kazanacak olan müzisyene “Sen bugün sus!” diyebilecek hakkı kendinde bulacaksın. Bunun başka adı var mı?

Müzisyen, ülkenin çalışan diğer yurttaşları gibi işini yapan bir özne. Onun işi, enstrüman çalmak, şarkı söylemek; ve (bunu her seferinde hatırlatmak ne kadar saçma ve komik gelse de) müzisyen, müzik yaparak kazanır hayatını. Bir sanat erbabına siz öyle uygun görüyorsunuz diye “işini yapma” demek, çalıştığı ofise giden memurun yolunu kesip “bugün işe gitmeyeceksin”, atölyesine giden marangozun kapısının önünde durup “bugün atölyeni açmayacaksın” demekle aynı şey, bunu anlamamız lazım.

Acı, ayırma gücünden çok birleştirme gücüne sahiptir. Hemen her gün başka bir acının yaşandığı bir ülkede müziğin, sanatın bu ortaklaştırıcı gücünü görmeyi öğrenmemiz gerekiyor. Anlamsız ve ezbere tepkiler vermek yerine, o acı günün akşamında bir araya gelen müzisyen ile dinleyicisinin birbirlerine nasıl derman olabildiklerini; örneğin yangınların ülkeyi ateşe ve dumana boğduğu bir dönemde şarkıların dinleyenlerin gönlüne nasıl su serptiğini görmemiz gerekiyor.