Eskiden böyle değildi. Gazeteler üzerine bir araştırma
yapacağımız zaman hangi gazeteye bakacağımızı bilirdik. Şöyle ki,
eğer araştırmamız gazetelerde yer alan haberlerin olayları
kamuoyuna nasıl bir perspektiften sunduğu ile ilgili ise,
tirajlarına bakarak en çok satan üç, bilemedin beş gazeteyi ele
alıp belli bir zaman aralığında yayınlanan sayılarını incelememiz
yeterdi. Birkaç yıl öncesine kadar ve neredeyse on yıldır
sıralaması değişse de Posta, Hürriyet, Zaman diye giderdi bu ilk
üç. Bazen de gazetelerin politik çizgilerine göre dağılımına bakmak
gerekirdi. Merkez basından Hürriyet, kimi zaman Milliyet, Sabah
alınırdı örnekleme. Sol biraz belirsiz kalırdı; araştırmacının
niyetine göre Cumhuriyet’i, Evrensel ya da Birgün gibi gazeteleri
ele almak mümkündü. Sağ deyince de Zaman, Türkiye veya muadilleri…
Bu ayrımlar elbette tartışmalıydı. Araştırmacının hangi gazeteyi
neden belli bir politik çizgiyle ilişkilendirdiğini iyice
açıklaması gerekirdi. Bütün bunları yapabildiyse, gül gibi
araştırmasını tamamlar yoluna giderdi. Sonra “havuz medyası” ortaya
çıktı. Bu yeni terimi yabancılara açıklamak zor olduğu için
uluslararası yayınlarda “hükümet yanlısı medya” gibi bir terimi
kullanmaya başladık. Derken anaakımda hükümet yanlısı olmayan
kalmadı neredeyse.
Anaakım, adı üzerinde muhalif olacak değil ya, diyebilirsiniz.
Doğrudur da. Merkezde yer alan, çok satan veya çok satmayı talep
eden bir yayıncılık anlayışı benimseyen, temel kaygısı gazetecilik
faaliyeti sürdürürken reklam gelirlerini artırmak olan bir yayın
kuruluşunun ne içinde faaliyet gösterdiği sistemin yapısal
çıkarlarına ters düşecek, onu sarsacak bir pozisyon benimsemesi
beklenebilir; ne de bu sistemin sürdürülmesinin garantörü konumunda
olan iktidar bloğu ile ters düşmesi. Ancak anaakımın da kendi
meşruluk zeminini dayandırdığı liberal basın anlayışının temel
iddiası olan çokseslilik, belli bir dereceye kadar anaakım medyanın
varlığını sürdürebilmesi için zorunludur. Hem yayın kuruluşları
arasındaki rekabet ortamının sürdürülebilirliği açısından, hem de
özünde bugün hâlâ basının kendi varlık nedenini kamuoyunun
oluşumuna, farklı görüşlerin kamuoyunda temsiline ve tartışılmasına
olanak sağlayan, (her nasılsa) tarafsız olduğunu iddia eden ve
kendisini bir dördüncü güç olarak tanımlayan bir anlayıştan
beslenmesi nedeniyle. Bu göreli çokseslilik ortadan tümüyle
kaldırılıp anaakımdaki gazetelerin, televizyonların tümü aynı
kafadan çıkan sesle yönetilmeye başladığında, liberal basının kendi
kuyusunu kazması da kaçınılmaz olacaktır. Nitekim, bir süredir (en
azından 7 Haziran seçimlerinden sonra) gazete okumaktan, televizyon
haberlerini ya da tartışma programlarını izlemekten vazgeçen geniş
bir kesimin varlığından söz etmek mümkün. HDP adına konuşan tek bir
kişi olmaksızın HDP’nin “değişen siyaset anlayışı”nın tartışıldığı,
neredeyse kadrolu konuşmacıların her akşam başka bir konuda ahkâm
keserken hükümet aleyhine yorumlanabilecek sağduyulu birkaç cümle
bile etmekten imtina ettiği televizyon ekranlarının başında
oturmak, aynı manşetlerle, başlıklarla çıkan, bir ağızdan dökülen,
tek kalemden servis edilen cümlelerin yinelendiği haberleri,
hamaset üreten, hedef gösteren, yargısız infazlarla masum
insanların hayatını altüst eden köşe yazarlarını okumak, bir süre
sonra insanlara pek de ilginç gelmemeye başlıyor. İşte bütün
bunlara rağmen, Doğan grubu da dâhil anaakımda (çeşitli baskılara
rağmen hâlâ direnen birkaç muhalif gazeteyi saymazsak) hükümetin
politikalarına ters düşen haberler yapmak zaten imkânsızken
Hürriyet gazetesini, CNN Türk’ü ve Kanal D’yi de bünyesinde
bulunduran Doğan Medya’nın Demirören’lere satışının neden hâlâ
önemli olduğunu açıklamaya çalışırken dikkate almamız gereken de
bu. Bu gazetelerin ve televizyon kanallarının satışı, aynı zamanda
buralarda çalışan ve bir şekilde liberal basın geleneği içinde
yetişen yüzlerce gazetecinin ya işten çıkarılacağı ya da işlerini
eskisi gibi yapamayacak şekilde yeni sisteme uyum sağlamaya
zorlanacağı anlamına geliyor. Her şeye rağmen “haber” peşinde
koşan, çevre, kadın, iş güvenliği gibi havuz medyasının görev
tanımına uymayan meselelerde iyi kötü haber toplamaya çalışan Doğan
Haber Ajansı’nın hükümetin sözcülüğü dışında bir haber akışı
önceliği bulunmayan bir tür hükümet ajansına dönüşeceği anlamına
geliyor. Havuz medyası dışındaki mecraların iyi kötü dağıtımına
aracılık eden dağıtım şirketi YAY-SAT’ın tümüyle kontrol altına
alınacağı anlamına geliyor. Geriye kalan son birkaç hakikat
kırıntısı, onca yeknesak cümlenin arasına sıkıştırılan birkaç
doğrunun da gazete sayfalarından, televizyon ekranlarından tümüyle
silineceği anlamına geliyor bütün bunlar.
Gelelim, başlığa. Anlaşılan Doğan grubunun satışı, her devirde
köşesini koruyabilmiş, muhalif görünürken en kritik meselelerde ve
doğru zamanlamayla politik atmosfere uygun düşen yazıları
yazabilmiş Ahmet Hakan’ı da endişelendirmiş. Ama yılların
“gazetecisi” Hakan’ın yukarıda açıklamaya çalıştığım gibi,
basındaki tekseslileşmenin onun varlık koşullarını ortadan
kaldıracağı, bütün yayın organlarının bir parti yayınına
dönüştürüldüğü bir atmosferde gazetecilik faaliyetini
gerçekleştirmenin imkânsız hale geleceği gibi bir kaygısı yok:
“Peki bana ne olacak?” diyor. Tahir Elçi’nin kanaatini açıklamaya
zorlandığı ve ardından da hedef haline getirildiği o talihsiz
televizyon programının sorumlusu olan, CHP İstanbul İl Başkanı
seçilen Canan Kaftancıoğlu’nun görevden alınmasını salık veren,
Türkiye’deki ensest oranını açıkladığı için gazeteci Melis Alphan’ı
hedefine yerleştiren Ahmet Hakan, bu sefer 24 Mart tarihli
köşe yazısında, medyanın geleceğine dair yapılan analizleri
“kaynana zırıltısı makamında” olmakla suçluyor. Dahası, çalıştığı
gazetenin ve televizyon kanalının yeni sahibi Yıldırım Demirören’le
ilgili yazmış olduğu bir yazı nedeniyle (birkaç ay önce yeni
patronu hakkında “ne zaman çalıştı ki yorulsun” demiş) bu sefer
yanlış ata oynamış olduğunu fark etmiş olmalı ki, işini
kaybetmekten endişe ediyor. Daha önce pekçok kez rüzgârın yönü
değişince bir yerden öbürüne savrulan ve bütün bu savrulmalarını
“muhalif kişiliğiyle” açıklamaya devam eden Ahmet Hakan, Doğan
grubunun satışının doğurabileceği sonuçlarla, yalnızca kendi başına
geleceklerin çapı kadar ilgileniyor. Haklıdır; Doğan grubunun
satışının ardından da bazıları yayın kuruluşlarındaki yerlerini
korumaya devam edecektir. Ne var ki, sadece Milliyet’in ve Vatan’ın
satışından sonra bile işini doğru yapmaya çalışan 50’yi aşkın
gazete çalışanı işini kaybetmişken, Ahmet Hakan’ın yukarıda
değindiğim yazısında Doğan grubunun el değiştirmesinin ardından
yaşanacak gazeteci kıyımını “herkes kendini kurtaracak, olan bana
olacak”
sözleriyle açıklaması, en hafifinden, “kendini bilmediği sürece
uzun bir ömrü olacağı” kehanetiyle doğan Narcissus’un hikâyesini
akla getiriyor.