Bir yolcu dolmuşa biner, şoföre “filanca yerden geçiyor musunuz” diye sorar, sonra da “ben orayı bilmiyorum, gelince beni haberdar eder misiniz” der. Sanki bu konuşma şöför ile yolcu arasında değil de benimle yolcu arasında geçmiş gibi bir sorumluluk duygusuyla birkaç durak kala yolcuyu uyarırım: “iki durak sonra ineceksiniz”… Yaklaştıkça şöförün yoğunluğunu ve umursamazlığını gözleyip, bu arada yolcunun tedirginliğini hissedip ya da ben olsam tedirgin olurdum deyip yolcuyu rahatlatmaya çalışırım.
Bu halime şöyle bir yorum geldi bir gün: “Bütün dünyayı kontrol etmeye çalışıyorsun, o yolcunun sen olmasan yanlış durakta ineceğini düşünüyorsun. Bu aslında bir tür ego!” Belki de “herkes seni sevsin diye sürekli birileri için bir şeyler yapmaya çalışıyorsun” deselerdi çok klişe deyip o kadar da üstünde durmazdım, ama bu yorum epey ağır geldi. Başkaları için bir şeyler yapmaya çalışan insan neden egosu yüksek biri olsun ki? Evet bütün yol boyu o insanın yanlış durakta inebileceği ihtimaliyle tedirgin oluyorum. Ama bu tedirginliğin hiç “ben olmasam yanlış durakta inerdi” gibi bir alt metni olduğunu düşünmemiştim.
Tamam dedim, kimsenin işine karışmayacağım, kimseyi kontrol etmeyeceğim. Sistem bu kadar çabuk kendini kapatmıyor tabii. O yolcu biniyor, şoförden rica ediyor. Öteki yolcuların muhtemelen farkında olmadığı bu ricayı ben duyuyorum. Hiç sesimi çıkartmıyorum. “Kendi meselesi, kendisi takip etsin” diyorum. Öte yandan, içten içe şöförü kolluyorum, zamanında yolcuyu indirmezse de müdahale ederim artık diye düşünüyorum.
Eve geliyorum, mail kutumu açıyorum, şöyle bir mail gelmiş: “Beyhan zeytinlikleri kurtarmamız gerekiyor. Bize destek ol!”
Mesaj çok açık, sen olmazsan zeytinlikler mahfolacak. Hemen imza veriyorum, belki kampanya için biraz bağış yapıyorum.
Ekmek almaya bakkala giderken parka sığınmış göçmen bir aileyi görüyorum. Hemen bakkala soruyorum, ne zaman geldiler, hep burada mı kalıyorlar, bir şeye ihtiyaçları olabilir mi? Mehmet efendi her zamanki sakinliği ile birkaç kişinin giysi ve yiyecek getirdiğini söylüyor, “boşver, dünyayı biz kurtaramayız ya” diyor.
Cep telefonumdan bir oyun açıyorum, renkli kutucukları birleştirip hayvanları kurtarmam gerekiyor. Çok sevimli şeyler kafesten kurtulunca güle oynaya kayboluyorlar. 20 hamle sonunda 5 hayvanı kurtaramıyorum ve ekranda şöyle bir yazı beliriyor: Beyhan yeterince hayvan kurtaramadın.
Huzursuz bacak sendromu gibi sürekli titreyip kendisini hatırlatan bir sıkıntı. Dünya elimizin altından kayıp gidiyor duygusu, dünyanın tapusunu üstümüze yapmışlar da her şeyden biz sorumluyuz hissiyatı, ne yapsak yetmeyecek kaygısı…
Kurumlaşamamış bir dünyada yaşıyoruz. Yerel yönetimler, merkezi yönetimler, yasama, yargı kurumları, uluslararası kurumlar var ama hiçbiri işlevlerini yerine getiremiyor. İnsan hakları ihlalleri, savaşlar engellenemiyor, göçler koordine edilemiyor. Daha da kötüsü değerler de kurumsallaşamıyor. Bu kadar da olmaz, bu artık herkesi ayağa kaldırır dediğimiz olaylarda devletlerin de toplumların da tepkisiz kaldığını görüyoruz. Değerler, ilkeler üzerinden edinilen kazanımlar birer birer eksiliyor.
Yolda biri yere düşse kime haber vereceğimizi bilemiyoruz. Mahallenizde, sokağınızda gördüğünüz bir sorunu ileteceğiniz merciler sizi sürekli bir başkasına havale ediyor. Tedavi için kamusal veterinerlere götürdüğünüz sokak hayvanları geri gelmiyor. Göçmenler için kurulan Göç Merkezleri birer hapishaneye dönüyor. İnsanların sınırlarda aç, susuz soğuktan donmasına, teknelere doluşup ölmesine koca koca devletler çare bulamıyor. Dünyanın önemli bir kesimi İsrail’i haklı buluyor ama kimse savaşı durduramıyor, Gazze’deki ölümlere engel olamıyor.
Benim dolmuştaki yolcunun yanlış durakta inmemesi için hissettiğim sorumluluk, toplumsal yaşamı organize etmesi, uluslararası ilişkileri düzenlemesi, eşitlik, adalet ve barış için çalışması gereken kurumlarda çifte standartlı bir etiğe dönüşmüş durumda. Çıkarlar üzerinde dönen dünyada moral değerlerin kurumlaşması için atılan adımların sürekli geriletilmeye çalışılması hayal kırıklığı yaratıyor.
İşte o zaman, zeytinlikler için çaba gösterenler, köylere okul yaptıranlar, kütüphanelere kitap bağışlayanlar, Afrikanın köylerine su götürenler, yağmur ormanlarının talanına isyan edenler, savaşa karşı meydanları dolduranlar, ticaret merkezlerinin önünde protestolar düzenleyenler, software programlarını halka açanlar… Tanıklık eden, destek olan, dayanışan, örgütleyen ve değiştirenler… Dünyanın dibindeki deliği tıkamak için elinden geleni yapanlar çıkıyor meydana. Deliğin büyüklüğüne, düşmanın gücüne, kuralsızların kötülükte el artırmasına, dünyayı sen mi kurtaracaksın diyenlerin duyarsızlığına aldırmadan ellerinden geleni yapıyorlar.
Hani deniz yıldızlarını sahilden tek tek denize atan adamın hikayesi anlatılır. Hepsine yetişemese de elinden geleni yapan adamın çabası sadece suya attığı deniz yıldızlarını kurtarmıyor. Hayat kurtarmak için bir şeyler yapmak gerektiği inancını kuşaktan kuşağa taşıyor. Meydanlara çıkanlar dünyanın sahipsiz olmadığını düşünenlere koca bir selam çakıyorlar. “Seni o savaşın içinden çıkartamıyorum ama seni umursuyorum, sana yapılan haksızlığı önlemek için elimden geleni yapıyorum” diyorlar.
Sıkıntısı olan birine destek olmaya çalıştığınızda belki çok fazla bir şey yapamazsınız ama o insanı samimiyetinize inandırırsınız, elinizden geleni yaptığınızı gösterirsiniz ve onun insanlığa olan inancını, güven duygusunu biraz da olsa pekiştirirsiniz.
6 Şubat depreminin yıldönümünde, “orda kimse var mı” sorusuna sivil insiyatiflerin verdikleri yanıt tam da böyle bir şeydi. Kurumun, kuralın olmadığı yerde insan olarak bir boşluğu doldurdular. Umursadılar, sahip çıktılar, sorun çözdüler. Muhtemelen bu insanlar dolmuştaki yolcuyu da oyundaki sevimli hayvanları da umursuyorlar. Dünya, yeryüzünü hem kendileri hem başkaları için daha huzurlu bir yer yapmaya çalışan bu insanların yüzü suyu hürmetine dönüyor.
Dolmuştaki yolcuyu dert etmek belki fazla, oyundaki sevimli hayvanlara üzülmek fantezi ama bu kaygıların beslendiği, yeşerdiği, çoğaldığı bir dünyada yaşıyoruz. Bir yolcunun doğru durakta inmesi de iyi gelmiş çok mu…