AKP iktidara geldiği günden bu yana toplum mühendisliğine, Türkiye’yi kendi anlayışına evirmeye soyundu.
Davutoğlu’nun büyük katkısı ile oluşturulan ve topluma Sünnizm (din) ve Türk(çü)lük (milliyetçilik) karışımı Osmanlı kimyasalı enjekte edilerek gerçekleştirilmeye çalışılan bu projenin önemli ayaklarından birisi dış politikaydı.
İçeride iktidarın tahkimi için Ortadoğu’da “Müslüman Kardeşler” tadında bir coğrafya yaratılmalıydı.
Mısır ve Suriye maceralarımızın çıkış noktalarından biri de budur. Mısır’da Mursi’nin iktidara gelmesi ve koltuğunu koruyabilmesi için bilfiil çalışıldı; Suriye’de ise, şimdilerde birbirlerini boğazlamaya çalışan Katar ve Suudi Arabistan ile birlikte yine şimdilerde birbirlerini boğazlamaya çalışan cihatçı çeteler desteklendi.
Irak’ta bir yandan “Şii hükümete” karşı olundu diğer yandan “öfkeli birkaç genç” anlayışla karşılandı, diğer yandan PKK Irak halısının altına süpürülmeye çalışıldı.
İran ile bir yandan yaptırım delerek ticaret yürütüldü ama diğer yandan “Pers yayılmacılığına karşı” bölge genelinde Sünni eksenin bayraktarlığı yapıldı.
Filistin davasına sahip çıkar gibi yapıldı ama diğer yandan İsrail ile ticaret, hacmi artarak sürdürüldü. Başka açıdan: İsrail ile ilişkiler sürdü ama diğer yandan İsrail’in terör örgütü olarak nitelendirdiği örgütler desteklendi.
Avrupa ile ilişkiler de bu minvalde geliştirildi. Milliyetçi - muhafazakar - demokrat bir görüntü sergilendi. Üçünün yan yana olabilmesi mantık dışıydı ama olsundu, hükümet öyleymiş gibi yapıyor, Avrupa inanmış gibi görünüyordu. Avrupa’da Hıristiyan demokratlar vardıysa Türkiye’de de pekala Müslüman demokratlar niye olmasındı? Avrupa, hükümetin “liberalizm kokan” politikalarını, hükümet de “özgürlükçü” Avrupa’yı pek sevdi.
Bütün bu politikaların iç ve dış olmak üzere iki yüzü vardı ama hedef tekti: Osmanlı anlayışını üstelik yönetim biçimi ile geri getirmek. Bu, her iki coğrafyaya da savaş ilanı demekti.
Erdoğan döneminin Ortadoğu’daki en belirgin dış politika özelliği devlet – devlet ilişkisi değil kişi – kişi, kişi - gruplar ilişkisi yürütülmesiydi.
Bir süre böyle gidildi ve hem içeride hem dışarıda bir Erdoğan ikonu yaratıldı. Batı’nın Ortadoğu politikalarına ve Suudi Arabistan ve Katar gibi ülkelerin Suriye politikalarına yaptığımız katkı bizi “konjonktürel önemli” konumuna getirmişti.
Koskoca bir yanılsamadan öte değildi bu durum. “Müslüman coğrafya bize aşık söylemleri” kullanılıyordu ama aslında sevgi Suriye’de desteklenen cihatçı gruplar, Mısır’da Müslüman Kardeşler, Filistin’de Hamas ve benzerleri gibi laik Türkiye’den hiç de hazzetmeyen örgütlerin, grupların AKP’ye olan sevgisi ile sınırlıydı.
Mesela Osmanlı döneminin Arap coğrafyasında hayırla yad edildiği de, 400 yıl boyunca huzur ikliminin yaşandığı da koca bir yalandı. Bu nedenle özellikle Suriye başta olmak üzere Ortadoğu’da AKP’nin Müslüman Kardeşler soslu politikalarının çiçeklerle karşılanacağı iddiası da vehimden öte bir şey değildi.
Bu nedenle 1918’den kalma politikalar tutmadı ve bu nedenle bugün Suudi Arabistan bile “Türkiye bölgemize sızmaya çalışmasın, o günler çoktan geçti” diyebiliyor.
Fetih için yola çıktığımız coğrafya güneyimizle sınırlı değil elbette. Bugün Almanya ile yaşadığımız krizin sebebi ne? PKK mı, Fetö mensubu olduğu ileri sürülenler mi ya da iddia edildiği gibi Adil Öksüz mü, gazeteciler mi?
Hükümet iktidara geldiğinde Ortadoğu - İslam dünyasında liderlik ve Batı ile köprü pozisyonunu istiyor ve Batı da Türkiye’yi tampon bölge olarak görüyordu. Ama Türkiye dışarıdan artık bizzat (sadece dış politikası nedeni ile değil) Ortadoğu’nun kendisi olarak görülüyor. Krizi yaratan da bu durum. Avrupa yanı başında bir Malezya istemiyor.
Hükümet hâlâ meseleyi birkaç adam seviyesinde görüyor, ama Türkiye bütün değerleri ile dönüşüyor ve bunun sorumlusu olarak görülen hükümet bu nedenle hedefte aslında.
Ahraruşşam, Nusra, Müslüman Kardeşler, Hamas gibi örgütler ile dış politika yürütülmesinin bizi getirdiği durum ortada. Bu örgütlerin dış politika enstrümanı olarak kullanıldığı savunulabilir elbette. Ama Suriye, Mısır, Irak, Filistin adı verilen devletler var ve iç işlerine doğrudan müdahale ettiğimiz için hepsi ile sorun yaşıyoruz.
Avrupa ya da Ortadoğu’dan yapılan açıklamalarda “Türkiye ya da Türk halkı” ifadeleri geçmiyor, bizzat hükümete işaret ediliyor, bu politikalar karşısında Türkiye’ye değil doğrudan hükümete tepki gösterildiği ve sorunu bizzat bu hükümetin yarattığı ima ediliyor.
Hükümet “kendi imalatı” dış dinamiklerin içeriye olan etkisi karşısında çok uzun süre dayanamaz. Ortadoğu ve dünyada yeni bir gidişat var ama (Katar krizinde olduğu gibi) tersine kürek çekiliyor.
Rusya ABD arasında yaşanan gelgitler, Avrupa ile esaslar üzerinden yaşanan kriz, Ortadoğu’da içine düşülen durum, içinden çıkılması neredeyse imkansız bir kuyuya düşürdü bizi. Aynı politikalarda ısrar edilmesi de olası, keskin geri dönüş de. Ama her iki ihtimal de somut sonuçları olan büyük değişim / değişiklikler gerektiriyor.