Türkiye’de devlet yeni bir tehdit yarattı kendine. Hesap soranlara karşı savaş. Bir nevi yeni terörizme karşı savaş konsepti. Suriye’de, Libya’da gönderilen onlarca asker öldürülüyor, İçişleri Bakanı’ndan bir açıklama: Sosyal medyada ava çıkıyoruz. Ülkemiz deprem felaketiyle yüz yüze geldiğinde yurttaş vergilerinin hesabını soruyor yine aynı açıklamayı görüyoruz. Dünyayı sarsan virüs salgını ile bile aynı tehditlerle karşılaşıyor yurttaş. Halkın canını tehdit eden, doğrudan ülkeyi idare edenlerin sorumluluğunda olan onca kritik siyasal karar karşısında “neden”, “nasıl” diye soran yurttaşlar yeni terörizme karşı savaş programının nesnesi. Bu soruyu en geniş kamusallıkta sorması beklenen gazetecileri cezaevleri karşılıyor; bunun hesabını siyasal iktidara aday olmak amacıyla soran politikacılar mahpus; yolsuzlukları kamunun gözünün önüne seren belediye başkanları tutuklu. Ana muhalefet liderinin her konuşmasının ardından bir dava süreci başlıyor.
Kritik siyasal kararlar ile ilgili hesap sorulduğu anda yerli milli bir sulh ceza hakimi veriyor cevabı. Türkiye’deki neredeyse her konunun politikleştirilmesini onun hukuksallaştırılması izliyor. Yargı ise artık politikleştirilmiş değil, doğrudan doğruya silahlandırılmış durumda. Tanınmış savaş teorisyeni Clausewitz’in sözünü iç politikaya ilişkin bir vurguyla ve biraz çarpıtma pahasına değiştirirsek; yargı artık politikanın başka araçlarla devamı olarak işlev görüyor. İşçi cinayetlerinden, kadın cinayetlerine; siyasi liderlerin ve seçilmiş belediye başkanlarının cezaevlerinde rehin tutulmasından insan hakları örgütleri üzerindeki baskıya; çevre davalarından yurttaşların sosyal medyalarındaki ifadelerinden dolayı kovuşturulmalarına kadar yargı savaşın bir aracı haline geliyor. Türkiye’de sokaklara çıkması yasaklanan, kendini kurumsal medya aracılığıyla anlatması engellenen, örgütlenme ve ifade özgürlükleri baskılanan muhalefet artık adliye önlerinde toplanıyor. Adliye önleri belki de TBMM’deki grup konuşmalarından ya da genel kurullardan daha önemli bir siyasal toplanma alanı hale gelmiş durumda.
BİR HAKİM VE HUKUK
Geçen hafta AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın kimi temsil ettiği sorusuna ilişkin bu sayfada yaptığım analizin ardından bir mahkeme kararı geldi. Son zamanlarda alışık olmadığımız bir hukuki argümantasyon ve yorum gücüne sahip kararın temel hukuki tartışması Cumhurbaşkanına hakaret suçunu düzenleyen normun parlamenter sisteme uygun olarak getirildiği, parlamenter sistemin içinde Cumhurbaşkanının siyasal sorumluluk taşımadığı ve devleti temsil ettiğini; ancak 2017 referandumundan sonra Cumhurbaşkanının siyasal konumunun üç başlık altında toplandığıydı: Parti başkanı, yürütmenin başı ve devletin başı. Dolayısıyla Recep Tayyip Erdoğan kişisine hakaretin de buna göre sınıflandırması gerektiğini söyledi mahkeme ve cumhurbaşkanına hakaret suçundan değil, hakaret suçundan yani TCK 125/1’den hüküm kurdu. Türk Ceza Kanunu’nun Cumhurbaşkanına hakareti düzenleyen 299'uncu maddesindeki normu konu alan ve onunla ilgili AİHM içtihadı düzenlemenin açıkça eşitlik ilkesine aykırı olduğunu vurgular ve Bakanlar Komitesi de bu konuda tavır koymuşken kanunun sürekli bir bastırma aracı, rejimin elindeki yargı silahlarından biri olarak kullanıldığı bir dönemde hukuki argümantasyonu sağlam bir mahkeme kararının ortaya çıkması oldukça sevindirici ve şaşırtıcı. Hakimin mesleğe AKP döneminden çok önce başlamış, deneyimli bir hakim olması şaşkınlığımızı bir nebze azaltıp açıklamamızı sağlasa da bu böyle.
AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın partisi ile ilişkisinin demokratik rejimlerdeki parti lider ilişkisi ile farkını ve AKP’nin yeni işlevlerini geçen hafta tartışmıştım. Sevgili hocam Murat Sevinç geçen hafta Diken’deki yazısında az önce aktardığım kararı da referans alarak ve anayasa tarihimizde bir gezinti yaparak partili cumhurbaşkanının anayasal statüsünü ve Erdoğan’ın bu kuruma mevcut rejim içinde o kadar da ihtiyacı olmayabileceğini yazdı. Ben yeni işlevi bakımından partinin başında olmasını anayasal-siyasal ve de ticari olarak ele almak gerektiğini düşünüyorum. Tabii devletle ilişkisi bakımından zor ile ilişkilenmesi gereğini de. Ancak, burada Murat Sevinç’e hak vermek zorunda olduğum başka bir mesele var. O da cumhurbaşkanının partili cumhurbaşkanlığına geçilmeden önce siyasal strateji olarak geliştirdiği hesap vermeme niteliği. 2017 plebisitinin asıl olarak kurumsallaştırdığı da buydu. Cumhurbaşkanının yargılanmasının güçleştirilmesi, TBMM’nin denetim yetkilerinin olabildiğince kısıtlanmasının altında bunlar vardı. Ayrıca OHAL sonrası şiddeti artan yayın yasaklarını, gazeteci tutuklamalarını, üniversite tasfiyelerini, yurttaşa yönelik sosyal medya cezalarını da bununla ilişkilendirmek mümkün.
TEK OLMANIN BİR SONU VAR
Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi olarak adlandırılan rejim kimsenin hesap vermemesi üzerine kurulu çünkü. AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan bunu bu sistem henüz kurulmadan kamusal olarak kimsenin karşısına çıkmayarak başardı ve geliştirdi. İstediği gazetecilerle muhatap oldu sadece, eleştirilere istediği yerden, kendi kürsüsünden ve sadece kendisinin bulunduğu yerden bile karşılık vermedi. Hep tek olmaya çalıştı, çünkü kurmayı istediği “tek”ti. Kimdi ki eleştirenler… Ey Kılıçdaroğlu, eyy Demirtaş, Eyyy Avrupa Birliği… Siz kimsiniz yaaa... Gerçek bir gazeteci sorusuyla karşılaştığı havaalanındaki o ifadesi ve eleştirenlerin eleştiri hakkı olmadığı vurgusu da artık bu stratejinin bile işlemediğini gösteriyor.
Türkiye’de rejim, hesap sorma araçlarını ortadan kaldırdı, siyasal olarak sorumluluğuna ilişkin hesap vermedi, vermemekte ısrarcı. Bunun kurumsal araçlarını geliştirdi. Ancak yetmiyor, hesap gittikçe büyüyor. Türkiye’nin demokratik kuruluşunda ısrarcı olacak, bunun öncüsü olacak öznelerin geliştirmesi gereken hesap sorma araçlarının gücü, hesabın niteliği ve geliştirilecek yöntemler yeni politik alanların da yaratıcısı olacak.