Hevsel'den Diyarbakır: Sen ne görüyorsun?

“Bana şu yeni yapılan evleri nasıl tarif edebilirsin?” dedi. Hevsel’den yukarı, Mardin Kapı’ya kadar dinlene dinlene çıkmıştık. Surların gölgesinde oturalım istemişti. Onu kalabalığa çıkarmak istemediğim için söylediği bana da uygun gelmişti. Surların serin taşlarına dayamıştık sırtımızı. Yeni binalar tam karşımızdaydı. “Çirkin” dedim. Biraz düşünmüştüm ve “çirkin” demekten başka bir şey gelmemişti aklıma.

Abone ol

DİYARBAKIR - Bulutlar hareket ettikçe değişik şekiller alıyordu. Çocuk, köpek, ağaç ve başka şeyler beliriyordu gökyüzünde. Bir süreden beri çimlere uzanmıştık yan yana. Konuşmuyorduk. Ben gökyüzündeki bulutlara, bulutların aldığı şekillere dalmıştım. Arada bir, bir serin yel esiyordu, insanı mayıştıran, uykuya hazırlayan bir yel. O da belki bu serin yele teslim olmuş, konuşmak için mecal bulamıyordu.

Bulutların aldığı şekilleri ona da anlatmak istedim ama hemen vazgeçtim. Çünkü, “Çocuklaşma” diye alay edebilirdi ya da daha kötüsü, “Göster bakalım şu köpek bulutu” diyebilirdi.

Doğruldum ve Hevsel Bahçeleri’ne doğru baktım. Kavak ağaçlarının yaprakları güneşin altında ışıldayıp duruyorlardı. Bahçenin içinden, nehrin oralardan insanların ve kuşların sesleri bize kadar geliyordu.

“Yeşilin kokusu insana yaralarının ağrısını unutturuyor” dedi. O, doğrulmamıştı. Ellerini karnının üzerinde birleştirmiş, neredeyse kıpırtısız, sırtüstü yatmaya devam ediyordu. Sonra biraz şaşırmış gibi, “Her defasında, her baharda böyle oluyor. Şehirden çıkıyorsun, bir ağacın gölgesinde dinleniyorsun ve yeşilin taze kokusu unutturuyor hem bedenindeki hem de ruhundaki yaraların ağrısını” dedi.

.

Bir şey demedim ve ona bakmadan tekrar sırtüstü uzandım. Çimenlerin serinliğini sırtımda hissettim. Ak sakallı bir adam olmuştu bulut. Ak sakalları bağdaş kurarak oturmuş adamın bütün göğsünü kaplamıştı.

“Aslında unutmuyor da insan erteliyor sanki” dedi. Sesi düşünmekten yorgun düşmüş gibiydi. “Başka bir zamana, mesela gece başını yastığa koyacağı zamana erteliyor. Başını yastığa koyuyor ve ağrılar kabus gibi abanıyor üstüne.”

Yanında olduğumu, onu duyduğumu biliyordu. Aklından geçenleri bu nedenle yüksek sesle anlatıyordu. Ama aslında bana değil, kendisine anlatıyordu düşündüklerini. Kendi sesini duyarsa söylediklerine ikna olacaktı ve rahatlayacaktı. Sesinden bunu anlıyordum ve 'güzel bir şey yapıyor' diye düşünüyordum. İnsanın bazen kendisinden kurtulması iyi bir şeydir. İnsan, belki büsbütün kendisinden kurtulmalıydı.

Yardım istemeden ayağa kalktı ve “Bahçeye inelim mi?” diye sordu. “İnelim” dedim. Yüzü surlara dönüktü, korona günleriydi ve beyaz maskesi çenesinin altındaydı. Koluma girdi ve yokuş aşağı, güneşin altında ışıldayan kavaklara doğru inmeye başladık.

‘AH KAVAKLAR, KAVAKLAR’

Beş adam ve bir kadın yeni dikilmiş kavak ağaçlarıyla birlikte boy veren yabani otları topluyorlardı. Bahçenin sahibi olan adam, “Ağaçlar güçlensin, boy versin diye söküyoruz otları” dedi. Ter içindeydi ve onu lafa tutmamızdan şikayetçi görünmüyordu. Bizim sayemizde işten kaytarıyordu sanki.

Hevsel Bahçeleri’nin meyvesi sebzesi meşhurdur. Neden kavak dikilir ki? “Domates eksek ilgilenmemiz gerekiyor ama benim buna zamanım yok” dedi adam. Aslında memurmuş. Surların dibindeki evlerden birinde doğup büyümüş, ev kamulaştırılıncaya kadar da burada yaşamış. “Şimdi ta otogarın orada kalıyorum. Ama iki üç günde bir buraya gelirim mutlaka. Bahçede işim yoksa balık tutuyorum, arkadaşlarla görüşüyorum. Çocuklar alıştı ama bana göre değil sitede yaşamak. Alışamadım, buraya gelmezsem ruhum sıkılıyor.”

Yaz aylarında suya ihtiyaç duyuyormuş kavaklar. Kesilip satılması için 4-5 yıl beklemek gerekiyor. “Bu korona hiç iyi olmadı” diyor. “Kavak ağaçları Diyarbakır’daki evlerde fazla kullanılmıyor artık. Kavakların müşterisi Güney Kürdistan’dan geliyor. Ama korona yüzünden kapı kapatılınca işte böyle kaldı ağaçlar.” Komşusunun ağaçlarını gösteriyor: “Ağaçlar beş yıllık. Satamadı adam...”

Beş adamı ve bir kadını güneşin altında bırakıp nehre doğru ilerliyoruz. Şarkı mırıldanıyor, “Ah kavaklar, kavaklar!/Acı düştü peşime ardımdan ıslık çalar.” Yürümek kolay değil kavak bahçesinde, tümsekler, kesekler var. Tökezliyoruz arada ve o daha sıkı sarılıyor koluma.

“Ne güzel yazmış Metin Altıok, ne güzel söylemiş Sezen Aksu” diyor ve sonra, bir şey dememi beklemeden, “Şiir okusana” diye ekliyor. Öyle birden ve kesin istiyor ki. Çok düşünemedim, “Kendine yük haline gelince,/Koru kendini asıl kendinden” diye başladım ve şiiri bitirince, “Bu da Altıok Metin’den” dedim.

Neden bu şiir? Yukarıda, bedenindeki ve ruhundaki ağrılardan söz ettiğinde bir şey diyememiştim. Sanırım şimdi, şiirden el alarak kendimce cevap veriyordum ona ve hiç dürüst davranmıyordum. Çünkü şiire itiraz etmeyeceğini biliyordum.

SİYAH POŞETİN İÇİNDEKİ BALIKLAR

Sık ağaçların arasından, patika bir yoldan geçiyorduk. Dikenli çalılar vardı ve ikimizin yan yana geçmesi mümkün değildi. “Omzuma koy elini” dedim. Öyle yaptı ve ben önde o arkada, eli omzumda geçtik patika yolu.

Nehri görmeden sesini duyduk. “Duyuyor musun suyun sesini? Ninni gibi” dedi.

Adam oltayı suya atmış, ayakta bekliyordu. Sessiz ve kıpırtısızdı. Yüzyıldır nehrin kenarında bir heykel gibi duruyor ve onu bulmamızı bekliyormuş gibi geldi bana. Kavakların hışırtısı, suyun usul sesi, ezilmiş otların kokusu oyun oynuyordu.

“Rastgele” dedim. “Sağ olun” dedi adam. Bize doğru şöyle bir bakmış sonra yine nehre çevirmişti gözlerini. “Balık var mı?” diye sordum. “Eh işte. Tek tük” dedi. Bizden yana bakmamıştı.

Ağaç dalındaki siyah poşette bir kıpırtı oldu. Avladığı birkaç balığı bu poşetin içinde tutuyordu. Ben poşetin içindeki balıklara bakarken adam bir balık daha yakaladı. Alışkın ellerle balığı oltadan kurtardı ve balık elinden kurtularak yere düştü. Nehre doğru zıplayan balığı ayağıyla itti. Oltayı bıraktı, yerde çırpınan balığı siyah poşete, diğer balıkların yanına koydu.

“Keşke fotoğraf çekebilseydim” dedim. Her şey çok hızlı gelişmişti. Siyah poşetin içinde taze bir çırpınış vardı.

Dalından topladığım dutları avucuna koydum, “Kara hübür bunlar” dedim bir satıcı sesiyle. Dutları dalından koparıp üstündeki tozlara aldırmadan yemenin keyfi başkaydı.

'SUYUN DÜZENİNİ BOZDULAR'

Dicle nehrinde balık tutmak adamın çocukluk günlerinden kalma eski bir alışkanlığıymış. Yıkılan ve yerine yeni evler yapılan mahallelerden birinde doğup büyümüş. “Çocukken yüzmeye gelirdik Dicle’ye. O zaman böyle dere gibi incecik akmazdı.” Eliyle elli metre kadar ötedeki ağaçları gösteriyor, “Oradaki meyve ağaçlarına kadar genişti Dicle” diyor. İnanılmaz gibi geliyor insana ama öyleymiş, nehir yatağı şimdikinden çok daha genişmiş. “Barajlar yaptılar, suyun düzenini bozdular, nehri katlettiler. Belki torunlarım bu suyu da göremeyecek” diyor.

Hiç konuşmayacak sandığımız adam, kendisini dinleyecek birilerini görünce coşmuştu sanki. Gözlerini oltayı attığı sudan ayırmadan konuşuyordu. “Burada onlarca balık çeşidi vardı. Sonra İsrail sazanı bıraktılar nehre, balık kalmadı. Çünkü bu balık diğer balıkları, balık yumurtalarını yiyor.”

Bu İsrail balığını daha önce de duymuştum. Kimse kimin ne amaçla bu balığı nehre bıraktığını bilmiyordu ama rivayet dolaşıp duruyordu Dicle etrafında. “Bu balığın tadı da yok” dedi adam.

‘TOLEDO’YU ZENGİNLERE PEŞKEŞ ÇEKİYORLAR’

Yakın zamanda Sur mağdurları Diyarbakır Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü önünde protesto gösterisi düzenledi. Sur’un eski sakinleri, inşa edilen yeni evlerin kendilerine parayla bile verilmediğini söylüyorlardı. Evlerine değerinin altında fiyat verildiğini söyleyen Sur sakinleri, kendi mahallelerinde, evlerinin yerinde konut istemişlerdi. Bu şekilde sözleşme yapmışlardı. Ama sözleşmelerin tek taraflı feshedildiği bildirilmişti kendilerine.

Dicle’de balık tutan adam da aynı sorunla karşı karşıyaydı. “Bunu kabul etmemiz mümkün değil. Kendi mahallemizden vazgeçmeyeceğiz” diyordu ancak eski mahallesinde yapılan yeni evi alabileceğine dair umutları pek zayıftı. Yine gözlerini sudan ayırmadan ve sükunetini bozmadan, “Bu evlere aylık 4-5 bin lira taksit ödeyecek güçte olmadığını" söyleyen adam, “Hiçbirimizin böyle bir gücü yok. Bunu bildikleri için ev fiyatlarının bilinçli olarak yüksek tutuyorlar. Toledo’yu zenginlere peşkeş çekiyorlar” dedi.

Nehrin öte yakasında biri yüksek sesle yakınıyordu: “Balıkları tuttum, temizledim. Pişirmeyi de siz yapın. Her şeyi ben mi yapacağım?” Arkadaşlarının konuşmaları, gülüşmeleri duyuluyordu. Bir süre sonra onları, ağaçların arasında, etrafını taşlarla çevirdikleri ateşin başında toplanmış görecektim.

'DOLU MARULLARI MAHVETTİ'

Dutlar olgunlaşmıştı ve iştah kabartıyordu. Dalından topladığım dutları avucuna koydum, “Kara hübür bunlar” dedim bir satıcı sesiyle. Dutları dalından koparıp üstündeki tozlara aldırmadan yemenin keyfi başkaydı.

Avucuna bıraktığım dutları iştahla yiyordu ama bir süre sonra, “Yeter” dedi, “Dokunmasın.”

Birkaç metre ötede, nehir tarafından geldiğini düşündüğüm boz bir yılan, kıvrılarak bahçeye doğru gitti. Yılan gördüm, demedim. Endişelensin istemedim.

Kara hübür dutları ellerimizi lekelemiş, yapış yapış yapmıştı. Çantamdan su şişesini çıkardım, ellerini yıkamasına yardım ettim.

“Kim inanır” dedi, “Bir vakitler Diyarbakır’ın ipekböceği üretiminde birinci sırada olduğuna. Herkes bir yerlere gidiyor, her şey değişiyor ve bu her zaman bir iyilik olmuyor. Bir kara leke olarak kalıyor tarihte, kimsenin dönüp bakmaya cesaret edemediği.”

.

“Meyveler daha olmamış. Size bir poşet doldurup vermek isterdim.” Küreği omzundaydı yaşlı adamın. Üzerindeki kot pantolon çamurluydu ve birkaç yerden yırtıktı. Gömleğinin düğmeleri beyaz göğüs kıllarını ortaya çıkaracak kadar açıktı. Nereden çıkıp geldiğini görmemiştik. Teşekkür ettik ve o yine ağaçların arasında gözden kaybolurken, “Zaten don oluyor, kaç yıldır iyi bir kaysı yetişmedi. Geçen gün dolu yağdı, komşuların marulları mahvoldu” diye söyleniyordu.

'BENİ BU MEMLEKET KÖR ETTİ'

“Bana şu yeni yapılan evleri nasıl tarif edebilirsin?” dedi. Hevsel’den yukarı, Mardin Kapı’ya kadar dinlene dinlene çıkmıştık. Surların gölgesinde oturalım istemişti. Onu kalabalığa çıkarmak istemediğim için söylediği bana da uygun gelmişti. Surların serin taşlarına dayamıştık sırtımızı. Yeni binalar tam karşımızdaydı. Hevsel’den Diyarbakır’a bakmıştık. Sol kolumda ve omzumda onun elinin ağırlığını hissediyordum hâlâ.

“Çirkin” dedim. Biraz düşünmüştüm ve “çirkin” demekten başka bir şey gelmemişti aklıma. “Belki çirkin değildir. Ama eski evlerin sahiplerinin akıbetini düşününce çirkin görünüyordur bana. Ya da adamın dediği gibi, zenginlere peşkeş çekileceği için çirkindir.”

O bir şey demedi. Sessizlik uzun sürünce, “Sen ne görüyorsun?” diye sordum. Gülümsedi ve “Bu memleket beni kör etti oğlum, unuttun mu?” dedi. Sonra kahkahayla gülmeye başladı.

O zaman ona baktım. Çok güzel gülüyordu. Birkaç günlük siyah sakalları çenesinin altında tuttuğu beyaz maskeyle uyumlu görünüyordu. Maskede kara hübürden kalan küçük bir leke vardı. Doğru söylüyordu, unutmuştum kör olduğunu. Kör olduğunu sık sık unutuyordum zaten.