Avrupa’da, özgün, küçük restoranlar vardır, en fazla on masaya servis yapan. Çeyrek asır sonra da gitseniz masa sayısının ve damağınızda kalan lezzetin değişmediğini deneyimlersiniz.
Türkiye’de, işini hem düzgün hem de özgün yapan bu tür küçük restoranlar, birkaç yıl içinde hızla büyürler. Özgün lezzet sıradanlaşır; işletme sahibinin müşterisiyle kurduğu özenli, samimi iletişim yerini aceleci, mekanik bir servise bırakır; dekorasyonun otantik ögeleri hızla plastik bir görünüm kazanır. Bunun dışına düşen bir işletme ile tanışmadım henüz. Acul olan, arsızlık, açgözlülük ve özensizlikle peydahlanır.
Ekşi Sözlük, ilk yıllarında bu türden işletmelere benziyordu. Sağlam akıllardan seviyeli eleştiriler okunabiliyordu. Popülerleştikçe kalitesi düştü, giderek yavan, tek taraflı, zihin mahkumu, cahil bir ekibin eline kaldı. Bu değişimi isimlendirmek için, hakta duran ve meseleyi bütünüyle açıklayan bir kelime düşündüğümde aklıma, lümpen sözcüğü geldi.
Felsefe profesörlerinin, neredeyse sıfır üretimle fakültelerinden emekli oldukları dönemlerde, bir felsefe profesöründen beklenilecek bir çalışkanlıkla değil, ancak bir felsefe bölümü ekibince üretilebilinecek denli yoğun ve nitelikli iş üreten Aziz Yardımlı, Ekşi Sözlük’te barbarca eleştirilmiştir. Aziz Yardımlı’nın sitesinde, Ekşi Sözlük’e cevaben yer verilen şu sağlam yazıya eklenecek yeni bir unsur yoktur kanımca: Lumpenler ve Felsefe: Ahlaksızlık eğitilme uğruna kendini sergilemelidir. Bu yazıda şu çok önemli saptama var:
“Felsefesiz bir kültürde felsefe eleştirileri yapma işi de lumpenlere kalır. Ama soysuzluktan gelen saldırı bir kural olarak onur vericidir. Eğer varolmaları bile yanlış olan bu bilinçlerden övgü gelmiş olsaydı, bu çok utandırıcı olurdu.”
Bir yazara eleştiri getirecekseniz: Öncelikle, onun yazdıklarının en azından “çoğunu” okumuş olmak gibi bir yükümlülüğünüz vardır. Ekşi Sözlük yazarları, AKPli troller gibi bir çete niteliğinde. Hayvanat bahçesi müdürünün, TÜBİTAK’ın başına geçirilmesinde; bir hukuk fakültesine, bir ilâhiyatçının dekan olarak atanmasında gözlemlenen nepotizmden, Ekşi Sözlük de payını almış. Sanki, tek tip bir “ya” “ya da” sığlığına mahkum öncüller, diğerlerine kapıları açıvermişler. Yorumlardaki abullabut hava, yenildiği rakibine omuz atarak kendine yer açan Mustafa Savaş kabalığını izlediğimizde, içimize yayılan utanca eş değer.
Sosyal medyada, soysuzluk tanımının uygulamalı şubesi durumuna gelen bazı hesaplar vardır. Sizi sıfır nedenle engeller, sonra dedikodunuzu yaparlar. Engelleme nedenleri rahatça dedikodunuzu yapmaktır. Ekşi Sözlük’e de bulaştığı görülen bu haris yapı, pillerini olumsuzlukla doldurur. Yukarıdaki yazıda enfes bir biçimde ortaya konulduğu gibi:
“Yine düşman aramakta, yaratmakta, ve saldırmaktadır, ama uyguladığı zor, şiddet ve terör bundan böyle pısırıktır.”
Felsefe konuşulduğunda din konuşulmayacağından emin, okumadığı halde her şeyi bilen bir yazar tarafından, Hz İbrahim’e de değindiğim bir söyleşime link verilmiş sözlükte. Adını açıklasam, felsefeden anlayanların şaşkınlıktan ağızlarını kapatamayacakları denli ünlü bir isim, bölüm başkanı bir profesörün, olmazsa olmaz bir filozofun din felsefesi çalışmasının çevirmelerini öneren akademisyene şu yanıtı verdiğini, konuşmayı işiten birinden dinlemiştim: “Felsefede dine ne gerek var!” Şimdi, gariban Ekşi Sözlük yazarını kim suçlayabilir? Ülkenin felsefe ile ilişkisi bu kadar.
Ateistlerle ilgili bir yazıma, sözlükte yapılan eleştiriyi okumanızı öneririm. “Zirveye zeminden çıkılır, zırvaya her yerden” sözünü daha iyi anlayacaksınız. Eğer eleştirilecekse, bir yazarın yazdıklarının tamamına yakınını okumak gibi bir sorumluluk bu seviyedeki anlayışı aşar kanımca. Eleştiri, eleştirilecek olanın sağlam bir kavrayışını gerektirir zira. En azından, eleştiriye konu edilen yazının, dikkatlice okunması gerekmez mi? Bu tür sefil bir anlayış için yanıt koca bir “Hayır.” “Haydi ben de eleştireyim!” mantığında, düşman yaratmaya hevesli, karanlık bir bilinçtir karşıkarşıya kaldığımız. Yaşamımın otuz yılından fazlasını ateist olarak geçirdiğimden bihaber bu ucuzcu yazar. Yazılarımı okumamış bile, ama eleştirmeye toy bir hevesle girişmiş; güya bir teiste, ateisti anlatıyor! Yazımda eleştirdiğim bilinç için “yaşlardan bağımsız” yazdığım halde, gençlere güven duyulmaması problemini dile getirmiş. Okuduğunu anlamıyor. Mesnetsiz ve seviyesiz argümanını “Bizde, bilim denilince Tanrı’sız bir alana geçilir hemen ve çocukça.” tümceme dayandırmış. “Bilim yaparken Tanrı’ya nerede ihtiyacın oldu?” diye soruyor. Okuduğunu anlamıyorsun evlâdım! Bilim yapılırken ile “bilim denilince” farklı anlamlardadır. Bilim üzerine konuşmalarda, bilimin, fenomenlerin karşılaştırılması ve kayıt altına alınması doğasının ötesine geçilmesine duyulan ihtiyaca, felsefe denilir. Bilim felsefesi, köken sorunu, teleoloji gibi kavramlar ele alınmadan konuşulamaz. Bu konuları ayrıntılı olarak onlarca sayfa yazdım. Okumak sizin işiniz değil biliyorum; sizler “emeksiz aydın” sınıfısınız. Dinci yobazlar denli tehlikeli bir sınıf. Somut soyut ayrımı bile yapamıyorlar…
Biraz okusanız! Platon, Aristoteles, Descartes, Kant, Spinoza, Hegel okuyun. Bunlar neden Tanrı olmadan felsefe yap-a-mıyorlar, önyargısız anlamaya çalışın. Anlamadığınızı anlayın öncelikle. Okumak sizlere zor geliyor, bunu anlıyorum, videolar izleyin o zaman. Örneğin; Heidegger’in iman, din ve komünizmi nasıl yan yana getirdiğini ve ateist olmanın olanaksızlığını anlattığı videoları izleyin. Bu konulardan habersiz, sol üzerine yazdıklarımı nereden anlayacaksınız? Jung okuyun, Eliade okuyun. Hegel’in “Tanrının Varoluşunun Tanıtları” üzerine verdiği derslerin ilkini okuyun; akıl ile inancın ayrılmaz birliğini zevk edin.
Bu emeği vermek istemiyorsanız, haddinizi bilin ve susun. Boş ve seviyesiz yazıyorsunuz. Eleştirel yanıtınızda “S*kt*r lan!” “Bir b*k bilmiyorsun”lu derin analizlerinizle lümpen sözcüğünü hak ettiniz. Eleştirdiğiniz yazımdan bir cümleyi buraya aktarayım: “Derin bir yüzeysellik problemimiz var.”
Birbirinize yaslanma gereksiniminiz, özgürlüksüzlüğünüzden. Kapalı kimliklerinize sığınıp, en tehlikeli bulduğum şeyi yapıyorsunuz; emeği tanımıyorsunuz. Emeği, emek veren tanır. Siz, kendi akıl potansiyelinize de ihanet içindesiniz. Bunu hakaret gibi algılamayın, yazık ediyorsunuz aklınızı zihninize köle ederek. Plehanov, tarihte bireyin rolünü incelediği bir yazısında Tanrı’yı yok etmek için yola çıkanların kendilerini yok ettiklerine değinir ve şöyle der: “İnsanoğlunun kendini keşfetmesiyle, kendini öldürmesi arasındaki zamanın bu denli kısa olması ne hazindir.”
Bu uyarıyı anlamak için, din ve Tanrı denilince: Seccade, zikir, sakal, şalvar, takke, cübbe vs’yi aklınıza getirmenize neden olan özgürlüksüzlüğünüzden kurtulmalı ve tarih felsefesi, din felsefesi, bilim felsefesi, sanat felsefesi okumalı ve kavramalısınız.
Özgürleşmek için, düşünmeniz hakkında düşünün. Bu cesaret gerektirir. Özgürlük bilince çıkarılmış zorunluluktur. Yoksa, Fichte’nin dediği gibi: “İnsan nasılsa, felsefesi de öyledir.”