İster iki kıta arasında kalmışlıktandır deyin, ister onca kıyım yaşanmamış gibi geriye kalan her türlü kimlik talebini örtbas etmek için kolayca elverişli bir slogana dönüştürülebilen “halklar ve dinler mozaiği”yle açıklayın, otoriterlik mayası, bu toplumda tutmuyor. Her şeyden önce çok kalabalık ve çeşitliyiz. Köklü bir muhalefet geleneği olmasa da öyle ya da böyle çoğulcu bir demokratik sistemin içinde gelişmiş siyasal partiler, geçmişte görece özerk olabilmiş liberal medya, kısmi de olsa eleştirel bilgi üretebilmiş üniversiteler, sayıları her geçen gün azalsa da bağımsız sivil toplum kuruluşları gibi kurumların onca yıllık birikimi bir çırpıda ortadan kaldırılamıyor. Dahası, bütün parçalılığına ve yaşadığı bütün baskı, kıyım ve şiddete rağmen sol muhalefet özgürlük, eşitlik ve hakikat talebinden vazgeçmiyor. Onlarca aydın, gazeteci, sanatçı, akademisyen, eğitimci yargılanır, tutuklanır ve türlü baskıyla işlerinden edilirken, belki geride kalanların bazıları teknelerini şimdilik kendilerine güvenli görünen koylara çekip suların durulmasını bekliyor; ama bir o kadarı da hakikati söylemenin başka yollarını buluyor. Baskı dönemlerinde her zaman hakikati söylemenin bir yolu bulunur çünkü.
AKP’nin kültürel iktidar olma hevesinin bir ürünü olarak 2005 yılında kurulan SETA’nın gazetecileri fişlediği raporu bize bu mayanın tutmayacağını bir kez daha göstermekten başka bir değer taşımıyor. Web sayfasında “uluslararası bilim standartlarına uygun ve partizan kaygılardan uzak bir şekilde” çalıştığını ilan etse de sadece bu raporu okumak bile ne bilim standartlarıyla ne de partizan kaygılardan azade olmakla uzaktan yakından bir ilgisinin bulunmadığını göstermeye yeterli. Gazete Duvar’ın dünkü haberine göre, sadece Amerika’daki şubesine Ankara’dan bağış adı altında bir milyon dolardan fazla para aktarılan SETA, seçim dönemlerinde televizyon ekranlarına çıkardığı uzmanlarla AKP sözcülüğünü üstlenmekle kalmıyor, CHP ve HDP başta olmak üzere, tüm muhalefeti terörle ilişkilendiren akla ziyan savları da isminin altında akademisyen olduğu yazan bu “uzmanların” ağzından duyuruyordu. Ama tüm ana akım televizyon ekranlarını, ana akım basını ve üniversitelerin kürsülerini ele geçirmek, sadece muhalif gazetecileri, akademisyenleri değil, doğru bilginin peşinde koşan herkesi buradan kovmak, geride kalanları da türlü tehdit ve baskıyla susturmak yeterli olmuyor. Gazeteciler gazetecilik yapmaya, üniversiteden dışladıkları akademisyenler bilgi üretmeye devam ediyorlar. Gazeteleri okunmuyor, televizyon kanalları izlenmiyor. Bunun yerine, gerçekte olup bittiğinin arayışındaki kitleler, alternatif mecralara, internet gazeteciliğine, sosyal medyaya meylediyor. İşte güya bir akademisyenin hazırladığı, ancak bilimsel bir araştırma disiplininin gerektirdiği minimum kriterleri bile karşılamayan bu rapor, ana akım medyadan dışlandıktan sonra uluslararası basın kuruluşlarının Türkçe yayınlarında gazetecilik yapmaya devam eden gazetecileri teker teker, yayınladıkları haberler, sosyal medya paylaşımları, daha önce çalıştıkları basın kuruluşları, haklarında açılmış bir dava olup olmadığı gibi bilgilerle fişliyor. Bu gazetecilerin “muhalif” medyadan haberler paylaşmalarını, ima ettiği her ne ise, onun bir kanıtı olarak sunma yoluyla, Gazete Duvar’ın da aralarında olduğu muhalif mecralara da parmak sallıyor. Rapor, özü itibariyle, “yabancı” yayın kuruluşlarını hükümetin sözcülüğünü yapmama, muhalif görüşlere/yazarlara yer verme, hükümetin icraatlarını -mesela mega projeleri- eleştirmekle suçluyor. İncelediği yayın kuruluşlarının neredeyse tümünü “tarafsız” yayıncılık yapmamakla, farklı görüşlere, yazarlara -AKP kontrolündeki ana akım medyada her gün, her dakika yer alanları kast ediyor- yer vermemekle eleştiriyor. Gazetecilerin suçları daha büyük: Örneğin Nevşin Mengü “her iki tarafı da kinayeli bir dille yermiş” (s. 74)! Mahfi Eğilmez, “ekonomiyle ilgili yazdıklarında genellikle olumsuz bir durum özeti sunmuş” (s.46). Burcu Karakaş “Türkiye’de kadınlara yönelik devlet baskısının olduğunu iddia eden paylaşımlarda bulunmuş” (s. 68). Banu Güven, “Türkiye’de basın özgürlüğü ve insan hakları konusunda zafiyet olduğunu iddia eden paylaşımlarda bulunmuş” (s. 74). Raporda ele alınan gazetecilerin bir diğer ortak özelliği, AKP ana akım medyayı ele geçirmeden önce bu mecralarda çalışmış olmaları. Nitekim Euronews çalışanlarının geçmişine bakarak bunların daha önce Habertürk, Hürriyet, Akşam, Kanal D, NTV, TRT gibi kuruluşlarda çalıştığını söylüyor. Hemen ardından, bunların (geçmişte) TRT hariç seküler merkez medyaya ait yayın organları olduğunun altını çizerek medya çalışmaları literatürüne “seküler merkez medya” gibi son derece kıymetli (!) bir kavramla katkıda bulunuyor. Dahası, TRT’yi de “seküler olmayan medya” (bu durumda dindar mı demeliyiz?) olarak işaretleyerek bunlardan ayırıyor (s. 154).
Hezeyan, son günlerde AKP’nin ve onun Think Tanklarının topluma vaat ettiği siyasetin ard alanını açıklamak için başvurulabilecek kilit bir kavram. Her şeyin ardında bir gizli sebep, komplo, düşmanlık aramanın, işleri gazetecilik olan insanları gazetecilik yapmakla suçlamanın absürtlüğünü göremiyorlar. Ana akım medyayı ele geçirip iktidar sözcülüğüyle görevlendirdiklerinde, ellerinde gazetecilikle ilgisi olmayan, niteliksiz ve teksesli bir yığın kaldı. Akademisyen tasfiyeleri ve kendi (niteliksiz) kadrolarını üniversitelere yığma girişimi aynısını üniversitelerde de yapma yolunda önemli bir adımdı. Bunun üniversitelere verdiği zarar, şimdiden gözle görünür bir hal aldı. Ancak eleştirel bilgiyi üniversiteden çıkarınca, geride kalan işte böyle lisans ödevi olarak önünüze gelse geçer not vermeyeceğiniz raporlar olacak. Ben akıl vermiş olmayayım ama, böyle de kültürel iktidar olunmaz ki!