Hiç Kuşağı
Sadece yeni nesiller hızlı oluşmakla kalmıyor, aynı anda eski nesiller de çabuk yaşlanıyor. Dolayısıyla, teknik-kültür uyumsuzluğu yanında nesiller arası derin bir iletişimsizlik de baş gösterecek.
Bir önceki yazımızda, kısaca, teknikteki her radikal değişimin kendi neslini ürettiğinden bahsetmiştik. Fakat tekniğin gelişimi tarih boyunca doğrusal-aritmetik değil, geometrik bir artış gösteriyor, bunu anlamanın yolu da elbette tarihi bütünüyle incelemekten geçiyordu. Varsayımsal tablomuza göre 19. yy. civarına kadar tekniğin gelişim frekansı neredeyse yatay seyrediyor (bu sebeple kültürle arası açılmıyor), 19. yy.’da tam aritmetik bir artışa sahip oluyor (bu yüzden, hakkında hep böyle dengeli kalacakmış gibi iyimser bir kültürel görüş ediniliyor), ama yine aynı noktada hızlıca yukarı ivmelenmeye başlıyor ve böylece kültürden geri döndürülemez şekilde uzaklaşıyordu. Bu şekilde bakarsak nesilleşme yoğunluğunun da teknik-kültür arası dengesizliğin artışına paralel olduğu görülebilir. Teknik geliştikçe bir o kadar fazla nesil oluşuyor ve kültür, bunca fazlalaşan nesil arası varoluşsal hafızayı aktarmakta yavaş kalıyordu. Peki günümüze yaklaştıkça bu artış hızını özel olarak şiddetlendiren durum neydi ve bunun bize ne gibi etkileri olacaktı, şimdi buna bakacağız.
Aynen ilk yazıda ismini geçirdiğimiz “Geleceğe Dönüş”teki gibi, yeni bir teknik atılımın paradigmatik fark yarattığı bir noktaya geliyoruz: Dijital devrim. Bu değişim tek başına bir enerji üretimi sıçraması değil belki, ama muazzam bir enerji tasarrufu sağlıyor; çünkü fiziksel hız ve güç gerektiren birçok işlemi “bypass” edebiliyor, zaman-mekanın yarattığı zorluk, zorunluluk ve çekinceleri ortadan kaldırabiliyor. Bir nevi türev enerji. Dolayısıyla yine bir türev ekonomi biçimi olan finans piyasasının dijitalde filizlenmesi tesadüf değil. (Farkın iyi anlaşılması adına, misal 17. yy.’da bir İngiliz girişimcinin Japonya’daki bir işe yatırım yapmak için harcayacağı toplam enerjiyi düşünelim ve bunu bugün benzer nitelikteki bir işlemin borsa vasıtasıyla saniyeler içinde gerçekleştirilebilmesiyle karşılaştıralım.)
Elbette dijital devrim, ekonomide olduğu gibi, teknik alanda da bir katalizör; çünkü her şeyden önce kayıtlama tekniklerindeki paradigmatik geliştirmeleri bünyesinde birleştiriyor. Teknik ve hafıza arasındaki ilişkiyi irdelemek bu yazının sınırlarını aşar, yine de kısaca şöyle belirtilebilir ki; teknik, bireysel-psikolojik tecrübelerin DNA’ya işlenebilmesinin zorluğu karşısında bunları somut nesnelere kazıyarak (en basit örnekle, bir taşın yontularak sivrileştirilmesi sayesinde), varoluş için yararlı bir birikimi türün gelecek nesline aktarmayı sağlayan bir tür harici hafıza takviyesi, eklentisi. Bu sayede teknik, bireylerin, madden deneyimlememiş olsalar bile geçmişle, tarihle ilişkilenmelerini sağlayan da bir aracı. En azından, kendisinin yarattığı bir yaşam pratiği olarak “kültür”le bağlantısı korunduğu müddetçe bunu da sağlayabiliyor.
İşte dijitallik, bilginin özel disklere 1-0 marifetiyle (varlık-yokluk keskinliğiyle) işlenebilmesi sonucu, tekniğin tüm bu aktarım işlevini hem epistemolojik hem ekonomik olarak neredeyse mükemmelleştiriyor. İnternet yoluyla zaman-mekandan elektrik hızında bağımsızlaşılabilmesi, işlemleri küreselleştiriyor; böylece kolektif bilgi birikimi tek elde yoğunlaşarak tekniğin gelişim hızı iyiden iyiye geometrikleşiyor. Tüm bu gelişmeler insanlık için harika gibi görünüyor.
Ama öte yandan, dijital tekniğin her teknikte olduğu gibi olumlu olduğu kadar olumsuz tarafları da var (bkz. Derrida’da “Pharmakon” kavramı) ve bunlar paket halinde geliyor, ayrılamaz ve izole edilemezler, aynen bir panzehirin dozaj tutturulamadığında bütünüyle zehre dönüşmesi gibi; teknik-kültür arası oranın dengesi bu yüzden bu kadar hayati. Sonuçta zaman-mekan bağımsızlığı, tekniğin tarihle bağ kurduran aracı rolünü aşındıracak; zaten tekniği yakalamaya mecali kalmamış kültür iyice temelsizleşecek. Bir şekilde uyumlu hareket etmesi gereken iki hat, boşlukta, kendi özerk yörüngelerinde, kendi hızlarıyla birbirlerinden habersiz süzülüp duracak. Teknik hiçbir insan müdahalesi olmadan kendi kendini belirleyecek, insan sadece hesap kitapçı bir kontrolör rolüne bürünecek (hatta buna da gerek kalmayabilir) ve kültür de bağlamsızlığında boğulup kaybolacak.
Bu neden tehlikeli? Çeşit çeşit neslimiz olur işte, fena mı! Maalesef durum riskli. Çünkü sadece yeni nesiller hızlı oluşmakla kalmıyor, aynı anda eski nesiller de çabuk yaşlanıyor. Elbette bu eskiyen nesiller biyolojik değil ama kafa olarak geride kaldıkları için kültür üzerinden tekniği kavrama, böylece emeğe, ekonomiye, siyasete, yaşama katılma bağlamında tedavülden erken kaldırılıyor. (Ayrıca herhangi bir ekonomik-toplumsal sınıf bundan muaf değil.) Dolayısıyla, teknik-kültür uyumsuzluğu yanında bir de nesiller arası derin bir iletişimsizlik baş gösterecek. Genç olan nesil, güncel kalamadığı, kendini yenileyemediği sebebiyle haklı olarak bir öncekinden nefret edebilir; ama yukarıdaki tablo devam ettikçe kendisinin pabucunun dama atılması da bir o kadar hızlı gerçekleşecektir, belki daha da keskin şekilde. Sonuçta, önceki yazımızda eleştirdiğimiz sosyolojik yaklaşımın teknik-nesil arası bağlantıyı vurgulamaması sonucunda bu kısır döngünün de sezilememesi kör bir nokta yaratmaya hizmet ediyor.
Ama körlüğün daha da beteri, iki nesil arası zamansal farkın sıfıra yaklaşmasıyla oluşabilir. 19. yy.’ın naif pozitivistlerinin günümüzdeki muadili olan transhümanistlerin dünyayı kurtaracak bilimsel bir Tanrı imgesi olarak sundukları “Singularity” (Tekillik) kavramını özellikle de yapay zeka alanındaki gelişmelerle günden güne daha çok dillendirmeleri manidar. Onlara göre bu öyle bir aşamadır ki teknik bilgiler birbirlerini eş zamanlı olarak en üst sınıra getirir ve teorik olan her şey bir anda çözülür, geriye bunu sadece pratiğe dökmek kalır. Ne güzel bir senaryo! Ama toplumsal açıdan da öyle mi? Bunun gerçekleştiğini varsayalım; bu şekilde, zaman her ilerlediğinde teknik muazzam bir artış göstersin, dolayısıyla da hep yeni bir nesil oluşsun. İşte şimdiden alfa, beta, gama diye ismini de belirlediğimiz bu nesillerden artık bir hiç-nesil olarak bahsetmek zorundayız; çünkü kısa bir formülle, hep değişim aslında hiç değişimdir. Öyle ki hiçbir kerteriz noktasının alınamadığı, sınırların belirlenemediği, tanımların yapılamadığı, dolayısıyla tarihe, zamana, mekana çapalanamayan, bağlamsızlığın dibinde, şizofrenik bir kaos çağıdır bu. İnsanın artık bir birey ya da topluluk olmadığı, tarihi tutarlılıklardan muaf her türlü imal anlatıya ikna edilebilecek atomize sayısal birimler haline geldiği koşulsuz bir rıza çağı. Böylesi bir çağda başka başka nesiller oluşmayacak, hepsine birden aynı ad takılacaktır: Hiç Kuşağı. Hatırlarsak Antik dönemde tarih hissedilemiyordu, değişim çok yavaş olduğu için. Hiç Kuşağı da tarihi hissedemeyecek, ama bu sefer değişim çok hızlı olduğu için. Çünkü bir tekerin dönüş frekansı, onu algılayanın görme frekansına eşitlenecek kadar hızlanırsa teker hareketsiz görünür.
Anlaşılacağı üzere en korkunç durum, bir neslin teknikle ilişkisi üzerinden yarattığı kendi kültürel ortamını benimseyemeyecek kadar az vakte sahip olması ölçüsünde nesiller arası kültür devresinin geri dönüşsüz olarak kopmasıyla oluşuyor. Tekniğin bizzat varoluşsal bir hafızanın aktarıcısı olduğunu göz önüne aldığımızda bunun tamamen gerçekleşmesi zor; ama bu aktarım işlevini de ancak kültürle temasının sağlam kalması halinde muhafaza edebileceğini belirtmiştik. Bu kopuşu ne engelleyebilir? Tekniğin gelişimini radikalce yavaşlatmak, hatta durdurmak mı? Hayır, tekniğin doğası böyle bir hamleyi baştan kabul etmiyor. O halde, belki teknik yerine düşünceyi yavaşlatmak, daha düşünceli bir tarzda yeniden yaratmak, daha doğrusu onu tekniğin aceleci hesaplamalarının, yararcı kararlarının güdümünden, keşmekeşinden kurtarmak gerekiyor. Tüm bunların farkında olacak anahtar bir nesil, devrenin yeniden irtibatlanmasına yardımcı olabilir. Öyle ki bu nesil, tam bir geçiş döneminde, yani dijital devrimden önce de sonra da yaşamış, madalyonun iki tarafını da görmüş olsun. Bu sayede, teknikteki müthiş ivmelenmenin sebebinin esasen hafıza tekniklerinin geliştirilmesi olduğu düşüncesini kendi deneyimlerinden yola çıkarak daha kolay kavrayabilir. Bunu kavradığı ölçüde de gerekli uyarıları kaydedip yaygınlaştırarak, bu sefer tekniğin güdümünde değil ama kültürün aktarımı sorumluluğunun altında, karizmatik bir jestle kendini tarihe rapt edip orijinal olarak nesilleşebilir. Böylece, rol model alınabilecek bir neslin, yani önemli bir kültürel referansın mevcudiyeti, gelecektekilerin de kendi arayışlarını sürdürmesini sağlayabilecektir. Aksi halde, tarihsel şirazeden kaymış, hafızasız, sadece “şimdi”de yaşayan Hiç Kuşağı’nın gelişi daha fazla geciktirilemez.
Elbette kültür derken ataya, millete, dine saygı gibi muhafazakar kodlardan söz etmiyoruz; bu, çoktan anlaşılmış olmalı. Tüm derdimiz, tarih üzerinde tekniğin kültürle bağlantısının henüz radikalce kopmadığı bir “save” noktası yaratabilmek ve bu güvenli alandan hareketle ekonomik, politik, kültürel anlamda özgün, anlamlı, bağlamlı bireyler olmaya dönebilmek; hatta pragmatik açıdan hatalı olmak pahasına bile, ki bu da son derece gerekli. Tarihte bir yer bulabilmekle ilgili bu arzunun dijital ortamda her saniye canlı tutulduğunu, gündelik yaşama ufak bir bakış atarsak bile fark edebiliriz: Her türlü deneyimin kaydedilerek sosyal medyada yayınlandığı ifşa kültürü, tabii ki tarihe köklenememe kaygısıyla ilgili. Birey kendi varlığını hem kendine hem başkalarına ancak böyle doğrulatabiliyor. Hepsi temelde bir kayıt yöntemi olduğu için ve var olmanın şartı da kendini öyle ya da böyle “zamanın içinde” hissetmek olduğu için, tarihe bir şekilde kanca atma çabasından başka neyi görmeliyiz ki tüm bunlarda! “Hiç”leşmeme umudunun yine teknik üzerinden sürdürülmesi ironik.