Geldim dergahına yüz çevirme bana
Kapılar kapandı deme
Vücut nedir ki adem nedir ki
Varlığında bir hiç oldum.
İbrahim Kalın istese de “hiç” olamaz. Çünkü sözcülüğünü yaptığı iktidarın kor ateşlerde ısıtılıp vurulan damgasıyla sızlanan milyonlarca insan var. Etrafta yayılan yanık kokusu muhtemelen iktidarları “hiç” olduktan sonra bile yıllarca geçmeyecek.
İktidarlar hiç olur, unutulur, tarihe karışır ama muktedirlerin yaptıkları destanlarla, türkülerle, ağıtlarla, mesellerle kuşaktan kuşağa aktarılır. Egemenler türkü yazmaz, yahut yazdıklarına türkü denmez ama onlar türkülere konu olur.
Bir gönül kırdım ah bilmeden
Kurşunlar yağdı göklerden
Tabip kimdir ki kalp neçedir ki
Gelmezsen ben bir taş oldum.
Toplumun huzur ve refahtan, eşitlikten, adaletten, özgürlükten, barıştan olabildiğince istifade etmesi için gayret gösteren bir iktidarın değil, milyonlarca insanı açlıkla karşı karşıya bırakan, patates tırlarına hücum ettiren, hastalıkla pençeleştiren, kendi “adamlarını” cezasızlık zırhıyla kuşatan, anaları, babaları, evlatları ağlatan, bir değil milyonlarca gönlü bilerek “kıran” bir iktidar varken, sözcüsünün bu türküsü hiç hükmündedir.
Çünkü “Hiç Oldum” türküsü, ölümden sonra bile hiçliğin değil hesaplaşmanın olduğuna inanan Kalın’ın bir “tövbesi” değil. İnsanlara ağıt yaktıran, Erkan Oğur’la takılıp Genco Erkal’ı mahkeme koridorlarında süründüren, muhaliflerine nefes aldırmayan iktidar sözcüsünün türküsü.
İktidardakilerin hâlâ kendilerini “ezilenlerden”, “dışlananlardan”, “mağdur edilmişlerden” sayması, o yüce gönüllülük poz ve sözlerinin altına ustaca gizlenmiş kibir, sadece mağduriyetin oy getiriciliğinden kaynaklanmıyor.
Aynı anda hem muktedir hem mağdur görünme isteği psişik bir mesele gibi görünüyor. Kalın’ın “Hiç Oldum” adlı türküsünün sözleri, klipteki “duruluk”, “gönüldaşlık” vurgusu, “sanatçının” heybetli bir güvercin konağı salonuna girip çıkışı, her şeyiyle, narsisistik kişilik meseleleriyle ilgilenen ruhbilim uzmanlarının analizine ziyadesiyle muhtaç.
Söz konusu türküyle ilgili belki de en son mesele edilecek şey Erkan Oğur’un rolü. Elbette insan muktedirin sofrasına oturduğu anda, o masadan aynı kişi olarak kalkamaz. Fakat yine de Oğur’un geri adım atmasını sağlayacak düzeyde ayıplanması, toplumun “linççiliğinin” değil, iktidar karşısında hâlâ sağlıklı tepkiler gösterdiğinin işareti.
O yüzden “türküde” sağlıklı olan tek şey, “Geldim dergahına yüz çevirme bana/ Kapılar kapandı deme” diyen Kalın’a toplumun yüz çevirip “kapılar kapandı” demesi.
Fakat heyhat! Ülkeyi, iktidardan gidip gitmemelerinin öneminin kalmayacağı hiçliğe kadar sürüklemek isteyen iktidarın bir bakanı, Kalın’a yönelik tepkilere, Ahmet Kaya’nın “Bahtiyar” türküsüne gönderme yaparak “suçu saz çalmakmış, öğrendiğim kadar” yorumuyla yanıt verdi.
Oysa Ahmet Kaya’nın “Bahtiyar” türküsüne karşılık gelen kişi, Kalın’ın sözcülüğünü yaptığı iktidarın hiçbir hukuk tanımadan beş yıla yakın süredir hapiste tuttuğu "Diyarbakırlı" Selahattin Demirtaş ve binlerce arkadaşı.
Kalın’ı “Hiç Oldum” klibinin sonunda sazını alıp o huzur dolu mekândan ayrılırken görüyoruz. Peki oradan nereye gidiyor? Sazını çalıp dört duvar arasından çıkamayan Demirtaş’a karşı hummalı çalışmalar yürüten, sözcülüğünü yaptığı iktidarın mekânına…
Şimdi bakalım Kalın’ın klibin sonunda usulca ayrılıp gittiği yerde neler yapılıyor…
Bugün (18 Nisan) Demirtaş’ın eşi Başak Demirtaş, avukatı Mahsuni Karaman ve HDP Hukuk Komisyonu Başkanı Ümit Dede, bir grup gazeteciye Demirtaş dâhil 108 HDP’linin yargılanacağı Kobani davasıyla ilgili aydınlatıcı bir brifing verdi. “Biz sadece bir hukuk mücadelesi değil, aynı zamanda bir hakikat mücadelesi de veriyoruz” diyen Başak Demirtaş’ın aktardığına bakılırsa 3.530 sayfalık Kobani davası sadece hukukun değil aklın da sınırlarını zorluyor.
Geçen hafta gazetecilerin posta kutularına düşen “3.530 sayfalık 6-8 Ekim Kobani iddianamesindeki Selahattin Demirtaş’a yönelik suçlamalar ve gerçekler” başlıklı 20 sayfalık broşürde de Demirtaş’ın avukatları iddialara tek tek yanıt veriyor.
26 Nisan günü Ankara’daki 22. Ağır Ceza Mahkemesi’nde ilk duruşması görülecek olan Kobani davası için “devletin” yoğun bir çalışma yaptığı ve gemiyi bir süre bu dava sürecindeki propagandayla yürütmeye yöneleceği anlaşılıyor.
İktidar, olaylarda hayatını kaybedenlerin sorumlusu olarak Demirtaş ve o dönemin HDP yönetimini suçlu gösterse de, öldürülenlerin 27’si HDP’li. Dahası, Karaman’ın aktardığına göre hayatını kaybedenlerin çoğunun failleri hakkında ciddi bir soruşturma bile yürütülmemiş! Yani iktidar, hayatını kaybedenlerin faili olarak Demirtaş’ı gösterirken, gerçek faillerin peşine düşülmemiş bile.
Demirtaş, Kobani davasında üç temel iddiayla suçlanıyor.
1- 30 Eylül 2014 tarihli konuşması.
2- Biri açık diğeri gizli iki tanığın “örgütten talimat aldı” yönündeki delilsiz iddiaları.
3- Demirtaş’a ait olmayan sahte bir Twitter hesabından atılan üç tweet.
Demirtaş’ın 30 Eylül 2014 tarihinde, o sırada IŞİD kuşatması altında olan Kobani’ye İçişleri Bakanlığı, Urfa Valiliği ve Suruç Kaymakamlığı'nın resmi izniyle, pasaportunu kullanarak, Anadolu Ajansı dahil pek çok basın kuruluşu eşliğinde alenen gidip aynı gün döndükten sonra yaptığı konuşmaya ilişkin suçlama çok enteresan.
İddianameye göre biri açık, diğeri gizli olan iki tanık, Demirtaş’ın o gün örgütsel bir talimat aldığını, ve Kobani dönüşünde Mürşitpınar Sınır Kapısı’nda yaptığı basın açıklamasında şu cümleleri sarf ettiğini söylüyor: “Bu bir yalvarma değildir. Bu bir minnet değildir. Tarihi direnişi hep birlikte yapalım ki, tarih ittifakı da tarih birliği de oluşturma fırsatımız olsun.”
Evet, Demirtaş’ın Kobani davasında yargılanmasına dayanak yapılan en büyük suçlamalardan biri bu konuşması. Demirtaş gerçekten de bu cümleleri sarf etmiş.
Fakat Demirtaş’ın söz konusu konuşmasının tümüne bakıldığında kumpas da, hakikat de ortaya çıkıyor. Çözüm sürecinin henüz devam ettiği dönemde, IŞİD’in kuşattığı Kobani’den dönen Demirtaş’ın basına yaptığı açıklamanın tam metni aşağıda, linki de burada...
“Çok kritik saatlerden, çok kritik dakikalardan geçiyoruz. Şurada konuştuğumuz saatlerde cephede halen çatışmalar devam ediyor. İmkansızlıklar içerisinde bir halk direniyor. Amerika'nın, Rusya'nın teknolojik silahları ve modern silahlarını, tekniğini ele geçirmiş olan IŞİD büyük bir hızla işgalini ilerletiyor, saldırısını ilerletiyor.
Ve bu barbarlıktan kurtulmanın tek yolu birlikte hareket etmektir. İttifak içerisinde, insanım diyen herkesin ortak vicdan etrafında birleşmesi gerekir. Kobani bugün Türkiye'nin her yerinde aynı düzeyde sahiplenilmelidir. Orada gelişecek kardeşlik, orada gelişecek demokrasi Türkiye'nin yararına olacaktır. Biz bunun için buradayız. Halklarımız bunun için burada. Hükümetin de bütün bu doğru okumasını özellikle istirham ediyoruz. Bugün artık eğer iki yıldır devam eden, devam ettiği söylenen bir süreç varsa onun gereğini yapma günüdür. Somut adım, pratik, burada, bu arazide ancak hayata geçerse anlamlı olur. Barış işte böyle, arazide kurulur. Sokakta, meydanda, alanda el ele vermeyi başarırsak masada barışı yapmak kolaydır. Barış, masada görüşerek olmaz. Meydanda, alanda el ele tutuşarak olur. Birbirini taşlayarak, gazlayarak, coplayarak olmaz. İşte burada, Suruç'ta Kobani sınırında barışı inşa etmek tarihi bir hatadan dönmek mümkündür. Tarihi bir kırılmayı önlemek mümkündür. Lütfen bu çağrımız doğru anlaşılsın. Bu bir yalvarma değildir. Bu bir minnet değildir. Tarihi direnişe hep birlikte katılalım, tarihi direnişi hep birlikte yapalım ki, tarihi ittifakı da tarihi birliği de oluşturma fırsatımız olsun. Feryadımız bunun içindir.”
İnanılır gibi değil ama gerçek. Demirtaş, çözüm sürecinin gereği olarak IŞİD’e karşı Kürtlere destek “istirham” ediyor ve bu konuşma yıllarca hiçbir yargılamaya konu edilmiyor. Hatta Demirtaş hakkında açılan ve halen Ankara 19. Ağır Ceza Mahkemesinde devam eden davanın iddianamesinin 31 nolu fezlekesindeki 6-8 Ekim Kobani olaylarıyla ilgili suçlamalarda bile bu konuşmaya yer verilmiyor. Ama şimdi büyük Kobani davası için yukarıdaki üç-dört cümle “isyan çağrısı” olarak sunuluyor.
Üstelik bu açık ve gizli tanık beyanları, Demirtaş 20 Eylül 2019’da tekrar tutuklandıktan sonra, 4 Aralık 2019 ve 7 Ocak 2020 tarihlerinde alınmış! Yani Demirtaş önce tutuklanmış, sonra da tutuklanması için gerekçe hazırlanmış.
Demirtaş’a yönelik bir diğer suçlama ise, onun adına açılmış ama kendisiyle hiçbir ilgisi olmayan bir Twitter hesabından yapılan üç paylaşım. Söz konusu adres de zaten Twitter tarafından kuralları ihlal ettiği gerekçesiyle kapatılmış.
Dahası, AİHM de Demirtaş’ın Kobani olayları için yaptığı şeyin şiddet çağrısı olmadığına hükmetmiş durumda.
Uzun lafın kısası, 26 Nisan’da görülecek Kobani davasında yargılanacak en önemli kişilerden biri olan Demirtaş’a yönelik suçlamalar bile böyleyken, diğer 107 sanık hakkındaki iddiaların neler olduğunu tahmin etmek zor değil.
Demirtaş dört buçuk yıldır yukarıdakine benzer suçlamalarla hapiste. Her türlü baskıya rağmen “hiç oldum” demiyor. Sazını çalıyor, “korkma, bağır, olmadı Hızır’ı çağır” türküsünü dört duvar arasından milyonlara duyuruyor. Tek suçunun saz çalmak olduğunu biliyor. Peki ya Kalın? O “gönül adamı” edasıyla yazıp seslendirdiği türküyü geçtim, bir ustanın ona el vermesine karşı bile bunca kıyamet koparılmasının nedenini anlıyor mu? Bunu idrak edebiliyor mu? Neden “hiç olmuş” veya hiçbir şey olmamış gibi davranamayacağını biliyor mu?