Henri Langlois 1970'lerin başında film sayısı altmış bine ulaşacak Sinematek’e paralel olarak, kameradan projeksiyon makinelerine, kostüm, afiş, dekora benzersiz bir müze koleksiyonunu da geliştirecektir. Paris'te Trocadéro'daki müzeye -şimdi Parc de Bercy’deki Cinémathèque içinde- ilk gidişimde, daha girişte Yılmaz Güney’in büyük bir posteri ile karşılaşmak şaşırtmış, sevindirtmişti beni…
Onat Kutlar anısına…
Bernardo Bertolucci ve Jean-Luc Godard'a göre "Paris Sinematek sinemanın en iyi okulu, Henri Langlois ise en iyi öğretmendi."
Onat Kutlar, "400 Darbe", "Jules ve Jim", "Fahrenheit 451" gibi filmleriyle tanınan François Truffaut’dan duymuştur, “Truffaut’nun dediği gibi Fransız Sinematek’i gerçek bir okuldu.” diyecektir.
Sinema eğitimi yapan okulların olmadığı 1960-70 yıllarında Türk Sinematek biricik ve en iyi okuldu. “En iyi öğretmen” olduğuna benim de inandığım İzmir’li Langlois’ya daha da gecikmeden vefa borcumu İzmir’de Uluslararası Film Festivali’ni düzenlediğim yıllarda Paris’ten gönderilen ve yaşamını kapsayan bir sergiyi açarak, yanı sıra Robert Guerra-Eila Hershon tarafından çekilen “Langlois” adlı belgeseli de göstererek az da olsa ödediğimi düşünüyorum.
Onat Kutlar daha güzel ve anlamlısını yapmıştı, Onun yakıştırmasıyla “Ege Denizi Ejderi” Henri Langlois’yı Türk Sinematek’in açılışı yanı sıra, 1972 yılında İstanbul’a bir kez daha davet etmiş, sinema tutkunlarıyla bir araya getirmişti. Ayrıca son gelişinde Langlois "Fransız Sinemasının 75 Yılı" toplu gösterisinin filmlerini Sinematek üyelerine bizzat sunmuştu… Ama sevgili Onat Kutlar isterdi ki -göremese de- Cinémathèque Française’in kendi mülkü olan, çok amaçlı hizmet veren, ünlü mimar Frank O. Gehry imzası taşıyan düşündeki gibi bir binada gösterim yapabilsin…
'SİNEMAYI SEVMEK HAYATI SEVMEKTİR'
Yukarıdaki sözü hayatının pusulası yapan Henri Langlois’nın sinema tutkusu çocukluk günlerinde başlar. Henri Langlois 1922 yılında ailesiyle Fransa’ya gitmeden önce sekiz yıl yaşadığı İzmir’de 7-8 yaşlarında sinema tutkusu kanına girmiştir, İzmir yangınında kül olmadan önceki Pasaport-Kordon’daki Pathé sinemasında, belki Yahudilerin de çekincesiz gidebildiği Türk mahallerindeki birkaç sinemada izlediği filmlerle. (Meraklıları için benim kitabım “Tarih İçinde İzmir Sinemaları 1896 - 1950” iyi bir kaynak olacaktır -eğer bulunabilirse-.) Paris’te sinema ile tanışıklığı gençlik aşkına dönüşünce, 1935’de film klübü Cercle du Cinéma’da ve sadece 10 filmle başlayan gösterim, yanı sıra yapımcılarına yalvararak, olmadı çalarak, ödünç aldıklarına el koyarak onarma/saklama/gösterme tutkusu Cinemathèque’i yaratır.
Aynı yıl (1936) Onat Kutlar yaşama gözlerini açar… Sonrası İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirmeden felsefe okumak amacıyla Paris yolculuğuna kadar uzanan uzun çocukluk gençlik adımı, içinde ödüllenen efsanevi öykü kitabı “İshak”ın da olduğu yazarlık günleri.
Onat Kutlar da genç Hemingway gibi düşünür: “Paris'te genç bir adam olarak yaşayacak kadar şanslıysanız, hayatınızın geri kalanında nereye giderseniz gidin, Paris sizin için hareketli bir ziyafettir." Onat Kutlar bir ek yapacaktır. İzlediği ilk Ingmar Bergman filmi “Yaban Çilekleri”nin etkisiyle üyesi olduğu Sinematek’i ekler. Tabii ki adı geçecek başka filmler de vardır, Demir Özlü’nün tanıklığıyla Satyajit Ray’ın “Pather Panchali” filmi gibi. Yine bir Ray filmi “Apur Sansar” gösterisinden sonra Langlois’ya kendini tanıttıktan sonra “Monsieur Langlois, yakında Türkiye’ye döneceğim. Orada bir Sinematek kurulması mümkün mü? Size bunu soracaktım.” diyecektir.
“Kahkahayla güldü. 'Ne tuhaf' dedi, 'son zamanlarda Türklerden gelen kaçıncı başvuru bu…Onlara söyledim Ciddi bir hazırlık yapın. Sonra bana yazın…' Bu kez şaşkınlık sırası bendeydi. (…) Ertesi gün pazardı. 'Güneşli, aydınlık bir bahar öğlesi. (…) Romanımın, Kül’ün yanık müsveddelerini çatılara savurdum.' Benim için yeryüzünün perdesinde yeni bir film başlıyordu: Sinema.”
Henri Langlois 1970'lerin başında film sayısı altmış bine ulaşacak Sinematek’e paralel olarak , kameradan projeksiyon makinelerine, kostümden, afiş, dekora benzersiz bir müze koleksiyonunu da geliştirecektir. Paris'te Trocadéro'daki müzeye -şimdi Parc de Bercy’deki Cinémathèque içinde- ilk gidişimde, daha girişte Yılmaz Güney’in büyük bir posteri ile karşılaşmak şaşırtmış, sevindirtmişti beni…
Langlois için anlatılacak çok şey vardır, 2004’de “Le fantôme d'Henri Langlois" adlı bir belgesel daha yapılacaktır. Belgeseli izlerken bir gerçeği fark ediyordunuz, Ayzenştayn, Pudovkin, Dreyer ya da Chaplin’in filmlerine ait makaraların da bulunduğu binlerce filmi “bir romana konu olabilecek çabalarla” (Onat Kutlar) Nazilerden gizlemeyi ve kurtarmayı “hayatı pahasına” başarmıştır.
Oyuncu ve yazar Simon Signoret, bir araya gelmenin tutuklanma nedeni sayıldığı işgal günlerinde, ‘Fransız devrimi-terör’ döneminde giyotine gidecek soyluları sözde kurtarıp İngiltere’ye kaçıran roman kahramı -filmlerde Zorro- Scarlet Pimpernel benzeri uzun boylu, zayıf ve Nazilere öfkeli bir genç adamın (tabii ki Langlois) Café-Flor’a geldiğinde sanki sohbet için oradaymış pozuyla bir arkadaş masasından bir diğerine geçerek o akşam gösterilecek filmin saat ve yerini fısıldadığını anlatır.
KURTARICI 'POTEMKİN ZIRHLISI'
Onat Kutlar’lı Sinematek günlerinin en çok hatırlanan ve Rusçadan Hasan Âli Ediz’e simultane çevirterek ilk gösterisini yaptırttığı, ama hatırlandığında gülünçleşen olayın da kahramanı –çünkü gösterilecek film gelmediğinde yerine projeksiyona takılan- Ayzenştay’ın ünlü filmi Potemkin Zırhlısı’nı* Simon Signoret ilk kez, 1941'de Langlois'nın annesinin dairesindeki yemek odasında, kekli-şaraplı bir buluşmada izlediğini ekler.
1960’lı yıllara girerken gösterimlerde sıranın en önünde yer aldıkları için, “les enfants de la cinémathèque/sinematek çocukları” olarak adlandırılan gençler Fransız Yeni Dalganın çağ açan ünlü filmlerini yapacaktır.
Kuşkusuz “Le fantôme d'Henri Langlois» belgeseli, Malraux’nun sahiplendiği "küstahça ve sıkı kurallara bağlı" tavrı nedeniyle Cinémathèque’e ayrılan fonu keserek Langlois’yı kovma isteğinden, sadece Palais de Chaillot’daki Sinematek’in duvarlarına değil, “sinematek çocukları” François Truffaut, Jean-Luc Godard, Jacques Rivette, Claude Chabrol gibi auteurlerin -aktivist Daniel Cohn-Bendit de oradaydı- direniş duvarına çarpmasından ve Malraux’nun geri adım atışından söz eder.
Kabul etmeli ki Bertoloucci “The Dreamers/Düşler, Tutkular ve Suçlar” filminde, Paris’e bir yıllığına Fransızca öğrenmek için gelen genç Amerikalı Matthew’in gözünden Sinematek önünde yaşananları belge-kurmaca harika anlatmıştır. Filmdeki bir sahnede Truffaut ve Godard filmlerinin ikonik oyuncusu Jean-Pierre Léaud protestocu kalabalığa -ve polislere- elindeki metni okuyacaktır:
“Chaillot/sinematek hepimizeözgür ve adil bir film kültürü anlayışı sundu. Şimdi bürokratik nedenler göstererek kültürün baş düşmanları özgürlüğün kalesini de ele geçirdiler. Onlara karşı direnin. Özgürlük verilmez. Alınır!”
Sonuçta Langlois görevine dönmüştür, ama müze fonu azaltılmıştır.
Langlois olayının öğrencileri, işçileri, grevleri de kapsayan, tüm Fransa’ya yayılan eylem sürecini öğrenmenin en kolay yolu, kuşkusuz Bertolucci’nin adı geçen filmi olduğu gibi, 1968’i öncesinde haber veren, o dönemde Fransız gençliğini -hatta ülkemiz gençliğini- sarmış olan Mao hayranlığı/Sovyet karşıtlığını yaşam olayına dönüştüren bir grup genç üzerine Godard filmi “Çinli Kız” filmini mutlaka izlemek gerekir. Tabii ki Çinli Kız* filminin oyuncusu Anne Wiazemsky’nin yıllar sonra yazacağı“Bir Yıl Sonra”dan yararlanarak Michel Hazanivicius’in çekeceği “Godard ve Ben / Le Redoutable” filmini de izlemeyi unutmadan…
Godard, izleyici ve eleştirmenlerin eleştiri yağmuruna tuttuğu Çinli Kız filmine övgü yağdıracak ve alkışlayacağını umut ettiği Çinlilere –Çin Konsolosluğu görevlilerine - gösterdiğinde morali iyice çökecektir. Anne Wiazemsky “gösterin nasıl geçti” diye sorduğunda, “Filmin tam bir sağcı embesilin eseri olduğunu, devrimi yanlış anladığımı ve yapabilirlerse filmin ismini yasaklatacaklarını söylediler.” yanıtını verecektir.
“Sadece komünistler beğendi –oysa Maocuların beğenmesini istemiştir-. Sonuç, mükemmel bir yenilgi. Sorun şu ki ne yapacağımı bilmiyorum. Çinli Kız ile hata yaptım, hepsi bu. Yeni denemeler yapmalıyım. Gerçek bir politik sinema.”
DÜNYADAN KONUŞMALIYIZ
Filmini beğenmeseler de aralarında olmak istediği Nanterre Üniversitesi’nin gençlerine onları çok öfkelendirecek ve tepki alacak şu görüşlerini açıklamadan da yapamaz:
“Dünyadan konuşmalıyız, sadece Fransa’dan değil, Vietnam’dan, Yemen’den, Kara Panterler’den. Kürtler’den ve Sudan’dan ve Filistin’den. Mecburuz. Korkmadan söylemeliyiz ki yahudiler günümüzün Nazileri haline gelmişlerdir. Söylemek zorundayız.”
Aklına koyduğu gibi yeni ve politik denemeler yapacaktır da, Jean-Pierre Gorin ile Dziga-Vertov grubunu oluşturarak açacağı yeni sayfayı umursamayan (Şen Bilgi, Doğu Rüzgarı, İtalya’da Mücadele, Vladimir ve Rosa gibi) Anne Wiazemsky’ ise “ ben yönetmen Godard ile evlendim, bir politikacıyla değil” düşüncesindedir, Godard “Doğu Rüzgarı”nı çekerken“ ayrılırlar.
Gorin’e göre devrimci değişime önayak olacak devrimci filmler yapmaya çalışmakta ve eski zincirleri kırmaktadırlar. Onlar için kaybolması gereken kavramlardan ilki kesinlikle Godard ve diğer Yeni Dalga yönetmenlerine atfedilen “auteur” kavramıdır.
İPTAL EDİLEN CANNES FİLM FESTİVALİ
Gerçekte Godard öncesinde, Anne Wiazemsky ile evli olduğu günlerde ‘politik’ tanımı yapılacak işler yapmıştır. Son kez Cannes Film Festivali’nin iptalinde öncülük yapması gibi.
"Godard ve Ben" filminde şaşırtıcıdır ki bu olay canlandırılabilecekken, radyo haberi olarak verilecektir.
“Şimdi sinema haberleri. Cannes’da bugün, Truffaut, Resnais, Lelouch, Malle ve Godard’ın aralarında bulunduğu delegasyon, festivalin hemen iptal edilmesini istedi. Mösyö Godard konferans toplantıya, şakayla karışık, biraz da ironik şu sözlerle başladı: 'Bu salonu işgal etmek için çok savaştık, dondurma getirmezseniz asla buradan çıkmayız.' Ama işler kızıştı. Konu siyasilerin de hedefine oturdu. Fransız Sinemacılar Birliği tüm yönetmenlere, yapımcılara, oyunculara ve buradaki gazetecilere, De Gaulle hükümetini protesto etmek için festivali durdurma, 'Genel grevdeki işçi ve ayaklanan öğrencilerle dayanışma içinde olduğumuzu göstermenin tek yolu tüm gösterimlerin durdurulmasıdır. Festivali iptal edin!' çağrısını yaptı. Koşulların zorlaması sonucu,festival bugün resmi olarak iptal edildi.”
(Öncesinde filmleri yarışsa da, 2014 yılında "Dile Elveda/Adieu Au Langage" filmi için kendisine verilen Jüri Ödülü’nü almak için gitmeyecektir.)
Neyse ki o gün (18 Mayıs 1968) orada bu büyük ve önemli olayın tanığı üstelik ülkemizden iki sinema yazarı vardır. Biri saygıyla andığım Tuncan Okan, diğeri aşağıda gözlemini anlatan Viktor Apalaçi **.
“Protestocuların arasında başı çeken Jean–Luc Godard, François Truffaut ve Louis Malle’in yardımıyla, günün ilk basın projeksiyonunu yapacak olan perdenin açılması engellenmişti. Carlos Saura’nın‘Peppermint Frappé ' adlı filminin gösterimi protestolar yüzünden başlayamıyordu. Claude Lelouche, Jacques Rivette, Jean-Pierre Léaud gibi Fransız meslektaşlarına destek veren Milos Forman, Roman Polanski gibi yönetmenler, 'Lumière Kardeşler' adını taşıyan salonun kırmızı kadife perdesine asılarak açılmasını engelliyordu. Projeksiyon durduruldu. Son noktayı '1968 Festivali’nin kapanışını ilan ediyorum' diyen Festival Başkanı Robert Favre Le Bret koydu.”
'UNUTUŞUN KOLAY ÜLKESİNDEYİZ'
Fransa‘da Langlois‘lı sinema dünyasında tüm bunlar yaşanırken, tabii ki Onat Kutlar Sıraselviler caddesinde bir zemin katında kiralık, ne Kültür Bakanlığından ne de özel kuruluşlardan yardım alamadığı için elektriğinden suyuna, çalışanlarına ödeme zorluğu bitmeyen Sinematek‘i ayakta tutabilmek savaşımı veriyordu. Onun yalnız olmadığı, “güzel” dostlarıyla yürüdüğü 1965 yılında Balıkpazarı‘nın girişinde Ali Han‘ın altıncı katından başlayan bu serüven Film Festivali için çağrılı olduğu Taşkent dönüşü bitecektir. Bu serüvenin burada anlatamadıklarımı ”Sinema Bir Şenliktir“ kitabında, diğer yazdıklarında, ayrıca sekseninci doğum yaşını kutlama amacıyla içinde benim de olduğum dostlarınca ona hasretimizi yazarak dile getirdiğimiz, Hülya Uçansu‘nun düşüncesi ve yayımını sağladığı "Onat Kutlar'a Mektup Var” başlıklı kitapta ve Önder Esmer belgeseli “Aşk, Ateş ve Anarşi Günleri”nde bulabilirsiniz.
Sinematek fiziki olarak yok olurken, sinema tutkunlarının Derneği olarak da 12 Eylül 1980 darbecilerince kapatılıp, tarih sahnesinden silinmeye çalışıldı. 2015 yılında, Onat Kutlar’ın en iyi dostlarından ve Türk Sinematek Derneği’nin 1 nolu üye kimlik kartına sahip Jak Şalom ile 50 film seçerek -tabii ki Bergman’ın Yaban Çilekleri de vardı-, gösterim öncesinde yirmişer dakikalık sunumlar da yapılmasını sağlayarak Sinematek’in 50. yılını hatırlattık, sonrasında Jak Şalom’un projeden inşasına olağanüstü gayretiyle günümüzün Sinematek/Sinema Evi gerçekleşti.
Langlois için yaptığın “dürüst, açık yürekli, tutkulu, coşkun bir sinama adamıydı” tanımı sana da çok uygun sevgili Onat Kutlar. Haklıydın, “unutuşun kolay ülkesindeyiz” ama yine de dizelerin yüreğimizde saklı:
“Şimdi sessiz duruyoruz kıyısında bir düşüncenin
unutmak için çünkü unutuşun kolay ülkesindeyiz
ölü balıklar geçiyor kırışık bir deniz sofrasından
ve ellerinde fenerlerle benim arkadaşlarım
durmadan düşünüyorum ne kadar çoköldük yaşamak için."