Yarın ölsem, mutlak olarak içimde kalacak şeylerden biri,
kaldırıma park etmiş araçlardan birini ellerimle kavrayıp yolun
ortasına fırlatamamak olurdu!
Uzaktan fark ediyorum… Yıllardır aynı karmakarışık duyguları
yaşıyorum. Görür görmez moralim bozuluyor. Bazen yavaşlıyor bazen
hızlanıyorum, o anki ruh halime göre değişiyor. Eğer canım bir şeye
sıkkınsa, yavaşlıyor ve aracın yanına varana dek neler
yapabileceğimi hesaplıyorum. ‘Superman’ seyredip etkilenmemiş çocuk
yoktur herhalde. Ne güzel kaldırıyordu o arabaları. Öyle bir
gücümün olmayışına hayıflanıyorum. Şöyle tamponundan tutup bir
köşeye atamadığıma… Biraz da korkuyorum tabii böyle düşününce.
Sahibi görse ne fena bir durum. Superman olduğunuzdan da habersiz!
Muhtemelen saldıracak, sonra karakolluk olacağız. Karakolda ne
anlatacağım! Duygumu tanımlayamam ki. “Kardeşim ruh hastası mısın
sen, yandan geçip gitseydin ya,” diyecekler. Çok mu haksız bir soru
bu? Değil aslına bakılırsa. O esnada, “Oraya park edemez
arabasını,” desem bir yararı yok. Kaldırıma park etmiş bir aracı
oradan aldırmanın daha medeni yolları var. İyi de o yolların hiç
biri anlam ifade etmiyor ki park edene, etse zaten aracını oraya
bırakmayacak. Ayrıca, binde bir ihtimal de olsa yaptığınızın
internete düşme durumu var! “KHK’li akademisyen vatandaşın aracını
bir kenara fırlatırken enselendi.” Hadi uğraş dur bu yaştan sonra.
Şu elma yanaklı kareli ceketlilerden de bir yazan çıkar mutlaka:
“Yıllarca barıştan filan söz eden terörle iltisaklı sözde
akademisyen, başkalarının malı mülkü noktasında… servet düşmanlığı
noktasında… batı medeniyetinin uçan emperyalisti süpermenliğe
özenme noktasında…” Bir de, böyle şeyler yıllarca unutulmaz.
Üzerinden otuz yıl geçer, “Ha arabalara zarar veren herif”
derler!
Yaklaşıyorum araca. Hiç büyütmüyorum, kalbim sıkışmaya başlıyor.
Trafik polisini mi arasam? Muhtemelen ilgilenmezler. Fotoğrafını
çekip göndersem? Kime göndereceğim, belediyeye mi yoksa emniyete
mi? Kimi kime şikâyet edeceksin memlekette. Bir de bir değil iki
değil, biraz ileride bir araç daha var. Mesafe kısalınca aracın
markasını görüyorum. Eski püskü bir şeyse sinirim biraz azalıyor
ama çok pahalı görünüyorsa iyice geriliyorum. Hem birkaç milyonluk
bir araba alıp gözüme sokacak, hem de kaldırıma park edecek, oh ne
âlâ! O gün keyfim yerindeyse bakmamaya çalışarak kaldırımdan inip
hızla yanından geçiyor ve unutmaya çalışıyorum. Eğer değilse…
Biraz yavaşlayıp sağına soluna bakıyorum. Yaklaşık otuz yıldır
aynı şaşkınlığı yaşıyor ve her seferinde o şaşkınlığı yaşadığıma
bir kez daha hayret ediyorum. Nasıl olur! Nasıl olur da bir insan
aracını getirip yaya kaldırımının tam ortasına park eder. Bir insan
bunu nasıl yapar? Neden? Aracı şöyle bir süzüp baş ağrısıyla
kaldırma iniyor ve o esnada beni gören birileri olup olmadığına
bakınıyorum. Eğer yoksa, içimde yuvalanmış emekli albaydan güç
alarak hiç olmazsa bir sileceğini kaldırıp devam ediyorum. Sileceği
kaldırmak bir işe yarıyor mu? Tabii ki hayır ama biraz rahatlıyorum
sanırım. Mümkünse arka sileceği tercih ediyorum. Çünkü ön silecek
hemen görülüyor. Oysa arka sileceğin kaldırıldığını yoldayken fark
ederse canı iyice sıkılabilir!
Bir aracınız var, diyelim. Telefondaki sesin dediği gibi, “Varış
noktasına ulaştınız.” Birkaç seçeneğiniz var: Otopark arayabilir,
bulamaz ya da bulur ama bırakmak istemeyebilirsiniz. Kalan iki
seçenekten ilki aracınızı park edecek ‘uygun’ bir yer bakınmak.
Diğeri ‘kaldırıma’ çekmek. İşte okuduğunuz yazının konusu o ‘an.’
Uygun park yeri arayan ile aramayan insan arasındaki fark.
Kendimi bildim bileli ne ben, ne de arkadaş çevremden biri,
aracımızı işlek bir kaldırımın orta yerine bırakmışızdır. Hiç bu
kadar rahat olmadık, olamadık. Peki, yapan neden yapıyor? Nasıl
olup da biri, diğerinin yürümesini hiç duraksamadan
engelleyebiliyor? Ne haldeki insan, en az kendisi kadar insan olanı
hiç umursamadan geçirebilir yaşamını?
Yürüyüş sevenler için şehirlerin en önemli parçalarından biri
hiç kuşkusuz kaldırımlar. Üzerine uzun uzun yazılabilir.
Kaldırımların yüksekliği, kullanılan malzeme, genişliği ya da
darlığı, çukurları vs. En önemli medeniyet göstergelerinden biri.
Şehirlerimiz yürümek isteyenlere kâbus yaşatıyor. Hele ki yaşlı,
engelli ve çocukluysanız! Tarihi boyunca Ankara’nın başına gelmiş
en vahim şey olan bir önceki belediye başkanı, güzelim Atatürk
Bulvarı’nın bir kısmını yürünemez hale getirdi. Sırf araçlar daha
hızlı gidebilsin diye. Bunun yalnızca ‘şehircilik anlayışı’
terminolojisiyle açıklanabileceğini zannetmiyorum. Bir tip ‘insan’
olmakla ve o insanın doğumdan ölüme içinde bulunduğu koşullarla
yakından ilişkili.
Bakın Hasankeyf’e yapılana… Benim açımdan son 18 yılın en
‘ürkütücü’ işi bu. Başka hiçbir şeye benzemiyor. 12 bin yıllık bir
olağanüstülüğe bunu yapan, herkese her şeyi yapar. Tahayyül
ettiğimiz ve edemediğimiz her şeyi. Fakat yeni halini beğenenler
olduğunu da tahmin edebiliriz değil mi? Yani 12 bin yıllık tarihin
üzerine atılan o beton yığınına bakıp “Çok güzel, derli toplu
olmuş” diyenler var ve eski haline dair bir şey hissetmiyorlar. Ya
da geçenlerde gördüğüm bir fotoğraf… Konya’da bir piknik bahçesi
açılmış. Önce montaj sandım ama değilmiş, bir distopyadan alınmış
gibi, yüzlerce pergolayı yan yana dizmişler. Hakikaten akıl alır
gibi bir manzara değil. Birileri çok memnun ama. İçtenlikle mutlu,
şehirlerinde böyle bir piknik alanı inşa edildiği için ve estetik
olarak da beğendiklerine kuşku yok. O birileri bakıp “Ellerine
sağlık” diyor. Aracını kaldırıma park eden ya da o aracın oraya
park edilmesini hiç dert etmeyen gibi, herhangi bir sorun görmüyor
hayatında, yaptığında, tercihlerinde, kendine sunulanda. Üzerine
düşünmüyor.
Bir insan, neden ‘olduğu’ halinden çok hoşnuttur? Bir insan
nasıl, başka biri ‘de’ olma ihtimalini ve bunun yollarının bir
yerlerde mevcut bulunduğunu bir kez dahi hesaba katmadan sürer
ömrünü? O insanın kusuru mudur? Değildir muhtemelen.
Düşünmek, empati, diğerkâmlık, nezaket, saygı, özsaygı,
ölçülülük… Düşünmek dâhil tümü öğrenilen hal, düşünme ve davranma
biçimleri. Her şeyi öğreniyoruz. Aracını kaldırıma park etmemesi
gerektiğini düşünüp kendisini kontrol eden biri ile umursamayan
arasındaki farkı, ancak o ana dek öğrendikleri ve koşullarıyla
açıklamak mümkün olabilir.
Daha önce de yazmıştım; ilk orta lise eğitimimin her dakikasının
kayıp olduğunu düşünüyorum. Zihnimin öğrenmeye en açık olduğu
yıllar, milli eğitime bağlı okullarım tarafından berbat edildi.
Sıradan semt okullarıydı ve o 11 yıldan kalan anlamlı tek bir
‘bilgi’ yok yaşamımda. Nasıl olur bu, hakikaten aklım almıyor.
Hiçbir öğretmen iyi bir roman önermedi. İki gün önce vefat eden
Adalet Ağaoğlu’ndan söz eden bir kişi dahi olmadı, örneğin. Tek bir
roman. Tek bir tiyatro oyunu. İnsan yaşamını güzelleştirecek ve onu
dönüştürecek tek bir yönlendirme. “Yaşar Kemal okuyun” cümlesini
hiç işitmedim. 11 yıldan söz ediyorum. 11 yılda öğrenciyi bir
edebiyat klasiğiyle tanıştırmamak. Hiç uğramasaydım o okullara,
kapılarından geçmeseydim, adlarını dahi duymasaydım; yalnızca çevre
teşvikiyle sinemaya, tiyatroya gidip biraz da roman okusaydım çok
ama çok daha mutlu biri olurdum. Düşündükçe başıma ağrı giriyor.
Sanki biri kaldırıma arabasını park etmiş gibi!
11 yıl boyunca bir Allah’ın kulu, örneğin kumaş türlerinden söz
etmedi. Hepsini ablamlardan öğrendim. Oysa ne kadar önemli bir şey
kumaştan, kumaşın/dokumanın niteliği, türü ve tarihinden haberdar
olmak. Ya da ne bileyim, biraz ‘toprak’ bilgisi verselerdi. Toprak
nasıl ekilir, biçilir… Buğday nedir, başak nedir, kepek nedir,
çavdar nedir, mısır nedir… Hayvanların dünyasını anlatsalardı
keşke. Biraz sanat tarihi öğretselerdi. Yapamazlardı ama çünkü o
zaman Allah vermesin insanın estetik duygusu gelişir ve bu çok
vahim bir durum müesses nizam açısından! Tek bir tablonun ya da
müzik parçasının tarihi, neden önemli olduğu anlatılmadı. Flüt
dışında bir enstrümanla tanışmadık. Flütleyse yalnızca
tanıştırdılar, tahmin edilebilir! Mercidabık’ı ezberleteceklerine o
dönem Osmanlı mimarisi, hat sanatı hakkında bir şeyler anlatsalardı
ya. Oysa lise mezunu bir Fransız, bizdeki çoğu doktoralıdan daha
donanımlı. İtalyan, sabah işe giderken üç beş asırlık heykellerin
yanından geçiyor. Türkiye’de kaldırım ya da meydan zemin döşemeleri
ve süslemeleri üzerine iki dakika kafa yormuş kaç kişi vardır yerel
yönetimlerde ya da kimlere danışılıyordur?
Diyeceğim, bu memlekette benim deneyimlediğim eğitim tornasının
her aşaması, çoluk çocuk iyi bir şey öğrenmesin, kendi kültüründen
ve dünyadan habersiz yetişsin, asla yontulmasın, estetik duygusu
gelişmesin üzerine inşa edilmiş durumdadır. Bu yüzden bana kalırsa
Türkiye’de eğitim sürecinin en değerli ve öğretici anları resmi ve
zorunlu tatillerdir. Hani şu kar yağınca vs.
Yıllar içinde değişmiş midir? Keşke ama sanmıyorum, mahsul
ortada. Buna mukabil neyse ki artık gençler dışarıya biraz daha
açık, daha güzel yapılar görme ve iyi olana özenme şansları var.
Eğer onların idareci olacağı bir tarihe kadar ülkenin yok edilmemiş
bir değeri kalırsa, belki daha özenli davranırlar.
Tek bir tablonun tarihinin anlatılmadığı, merak sözcüğünün
adının anılmadığı, düşünme ediminden hiç hazzedilmeyen malum eğitim
tornasıyla, kaldırımın ortasına arabasını park eden herifin
zihniyeti arasında sıkı bağlar olduğu kanısındayım. Aracını oraya
bırakan, siyasette, basında, sokakta, evde, ailede, ibadethanede,
şurada burada… Bu insanların biri bile ömrü boyunca, hangi tür
kumaş hangi eşya ya da insanın üzerinde daha iyi ve uygun durur,
düşünmüyor. Doğuyor, yeterli beslenince kaçınılmaz olarak büyüyor,
belli bir yaşa gelince hayatımızın orta yerine araçlarını park edip
ömürleri yettiğince kendileri dışında hiçbir şeyi ve hiç kimseyi
umursamadan, boşluklarıyla, derin boşluklarıyla, düşünmeden, merak
etmeden, kafaları karışmadan, ne kadar iyi, güzel ve haklı
oldukları inancıyla yaşıyorlar…
Yazı önerisi: Adalet Ağaoğlu vefat etti. Allah rahmet eylesin,
mekânı cennet olsun. Son yıllarda genellikle olduğu gibi,
‘hışırlara’ gün doğdu. Sizden ricam, araçlarını ısrarla yaşamımızın
orta yerine bırakmak isteyenleri hiç umursamayıp, edebiyatçı Behçet
Çelik’in şu kısacık yazısını okumanız. Adalet
Hanım.
Bir teşekkür: İstanbul’daki yürüyüş arkadaşım ve meslektaşım
Onur Yıldız’la yaptığımız uzun akşam yürüyüşlerindeki sohbetler, bu
konular üzerine düşünmemi ve haliyle işimi kolaylaştırıyor.
Sağolsun.