Ol hikâye hep uzaklarda geçer. Hikâyeler uzakta geçmek için yapılan şeylerdir. Hikâye, yapılan bir şeydir zaten. Başa gelir, başa gelen çok uzun zamandan beri o uzak yerlerde çekilir.
“Ben, akşam yemeğinden sonra mutfaktaki masayı toplamakta anneme yardım etmeyi isterdim. Masada küçük mavi kareli muşamba bir örtü olurdu; masanın üstünde, beyaz porselenden ya da emaye sacdan neredeyse tabak şeklinde bir abajuru olan ve armut şeklindeki ağırlığıyla bir makara sistemi bulunan bir avize sarkardı. Sonra okul çantamı alır, kitabımı, defterlerimi ve tahta kalem kutumu çıkarır, bunları masanın üstüne koyup ödevlerimi yapardım. Ders kitaplarımda böyle oluyordu.”
Notu bulduğum kitabın sol sayfasında altı çizili kısımdı bu. Dört kelimelik bir nottu, ufak bir kâğıda karalanmış, kırmızı mürekkepli kalemden hınç alır gibi bastırılmış, sanki biraz telaş edilmiş dört kelime; kitap sayfasına baktım arkasına geçmiş mi diye, yok. Başka bir zeminin üstünde yazılmış, sonra kitabın içine konmuş. Küçük kâğıdın sağ alt köşesinde soluk mavi bir marka logosu vardı. Notun vaat ettiği şeyden evvel, markanın ne olduğuna bakmak geldi aklıma. Akıllı telefonların çekmediği bir toplu taşıma aracındaydım. Elimde evirip çevirdim, altı dakika sonra inecek, iki yürüyen merdiven bekleyecek, dışarı çıkıp telefonun sol üst yanındaki “3G” ibaresini görecek ve markanın ne markası olduğunu anlayacaktım. Yabancı bir kelime, sekiz harfli. Hiçbir şey çağrıştırmıyor. Yanımda oturan beyaz sakallı adamın kâğıda baktığını gördüm. Oradan doğru kuru fasulye kokusu geliyordu bir süredir, fena da kokmuyordu üstelik. Elini üstünden çekmediği sefer tasının sıcaklığı oturduğum yere kadar geliyordu ya da ben çok acıkmıştım.
“Poul Due Jensen diye biri kurmuş o şirketi,” diye bana bakmadan konuşmaya başladı. İlkin üstüme alınmadım, görünce hafif öfkelenir gibi oldu “Sana söylüyorum, farkında değilsin,” der gibi gövdesini bana doğru çevirdi ve devam etti: “Mütevazı bir atölyede tek tip pompa üretimi ile başlayan iş hikâyesi, bugün yılda 16 milyon adet pompa üretimi, 50’ye yakın ülkede faaliyet gösteren 90 şirketi, dünya sathına yayılmış 20 fabrikası ile pompa sektörünün lideri olarak devam etmektedir.” Evet, bana söylüyordu ve elimdeki notun üstüne yazıldığı küçük not kâğıdı, bir pompa üreticisine aitti. “Bir sözlük maddesi ezberlemiş gibisiniz?” dedim. “Çok uzaklarda yıllarca sondaj kuyusu açan çiftçilere bunları sattım, internet sitelerinde yazan her şeyi ezbere bilirim,” dedi “yengen de sefer tasına fasulye koymuş, nasıl canım çekiyor ama şimdilik yiyemiyorum,” demiş gibi. O kertede rahat ve sakin. Hem rahat, hem sakin insanlara toplu taşımada uzundur rastlamıyordum ve sol üst köşesinde “3G” yazacak bir kara parçasına şimdilik ihtiyacım yoktu. “Ne yazılmış üstüne?” diye sordu.
Yanıtlamadım.
İneceğim durağın geldiğini ilan eden mekanik kadın sesini duyup kapıya yöneldim. Çıktım, kapı kapandı, yanımdaki beyaz sakallı benimle inmemişti. Rahatladım. Kendi başıma biraz yürümek, kâğıtta yazılı şeye olduğundan daha büyük manalar vermek ve el yazısı üzerine fikirler yürütmek istiyordum. Sahil boyunca balonlara ateş eden adamlar, çekirdek çitleyen ve önündeki çekirdek çöpü dağından gurur duyar gibi banklarda oturan aileler, çay içen gençler, el ele yürüyen çiftler, kavga eden insanlar gördüm. “Venedik’te su, İstanbul’da kalabalık” yazıyordu elimde tutup döndürdüğüm ufarak kâğıtta. Kimi anlamlar yükledim, içinde not bulduğum kitabın altı çizili olmayan çocukluk kısımlarını okudum, durdum.
Arkamdan bir gölge gibi yaklaşanı fark ettim. Beyaz sakallı olduğundan emindim. Oydu. “Hikâyeci değil, hikâyedir önemli olan. Sana tavşanların tilki avlayışı üzerine yazılmış doktora tezini anlatayım mı?” dedi.
“Önemli olan hikâyeci değil, hikâyedir,” dedim. “Bilimsel metin okumaya bayılırım.” Anlatmaya başladı.