Hikayelerinin kahramanı olan bir yazar: Selçuk Baran
'Hayat benim dışımda ulu ve suskun bir nehir gibi akıyor. Onu seyretmekten bıktım galiba. Yazarken kendi hayatımı kısa bir süre için yok etmiş oluyorum. Başka insanlar o ulu nehrin içine giriyor, çıkıyor, çağıltısını dinliyor. O zaman huzur duyuyorum.'
Selçuk Baran’ın en sevdiğim kitabı Bir Solgun Adam olsa
da, okuduğum ilk kitabı Bozkır Çiçekleri’ydi. Ama ondan
önce, bir arkadaşımın kütüphanesinde, kapağında leylak deseni olan
Haziran adlı öykü derlemesini görmüş Baran’ı adından
dolayı erkek sanmıştım. Sonraları Yapı Kredi Yayınları tarafından
basılan külliyatında, her kitabın kapağında, Ayhan Baran tarafından
çekilen bir Selçuk Baran portresinin olması tesadüf değil sanırım.
Erkeklerde yaygın olan Selçuk ismine bakıp benim gibiler yazarı
erkek sanmasın diye de düşünülmüş olabilir bu tasarım. Fakat iyi ki
de düşünülmüş. Fotoğrafların çekildiği yıllarda karı-koca
arasındaki, sonradan zayıflayacak duygusal yakınlığı sarih bir
biçimde gösteriyor.
Güz Gelmeden, Selçuk Baran, 242 syf., 2002, Yapı Kredi
Yayınları
Kısa süre önce Baran’ın, yakın arkadaşı Ülkü Uluırmak
tarafından, ölümünden sonra bir araya getirilmiş mektupları,
günlükleri, yayımlanmamış yazıları ve onun hakkında yazılanlardan
oluşan Haziran’dan Kasım’a, Selçuk Baran’dan Kalanlar (EOS
Yayınevi, Ankara 2007) geçti elime. Bu kitap sayesinde yazar
kimliğinin dışındaki Selçuk Baran’ı yakından görme şansım oldu.
Hayata bakışı, kendisiyle mücadelesi, ailesi, duygu dünyası ve
yazma serüvenini takip ettim. Kitapta yer alan, Baran’ın ölümünden
sonra İnci Aral’ın kaleme aldığı anma yazısının başlığı “Bir Yazma
Kırgını”. Doğrusu Baran’ın eserlerine yansıyan karamsarlığın,
kırgınlığın yaşamının da temel motifi olduğunu tahmin edemezdim.
Oysa kitap kapaklarından bana bakan hüzünlü, dalgın gözleri ipucu
veriyordu bu konuda. Küçük şehirlerde, dar odalarda, ev
pansiyonlarında sıradan hayatlar yaşayan ancak Baran’ın kaleminin
gücü sayesinde kendileri sıradan olmayan küçük memurlar, yaşlılar,
yalnızlar, hayal kırgınları, ev kadınları, gelinlik kızlar, yani
her yaştan kadının ve erkeğin hikayeleriydi anlattığı.
Arkadaşlarından birine yazdığı mektupta, kendisinin de
hikayelerinin kahramanlarından biri olduğunu kendi ağzından
duyuyorduk: “Düzen denilen gidişe ayak uyduramayacak kadar güçlü,
onu değiştiremeyecek, hatta etkileyemeyecek kadar güçsüzüm.”
Çoğumuz böyle değil miydik?
***
1933 doğumlu olan Baran, yaşıtı pek çok kadına göre iyi bir
eğitim alır. Ankara Kız Lisesi ve Ankara Hukuk Fakültesi gibi
dönemin iyi okullarından mezun olur. Baran, bunalımlı son
yıllarında ailesinden ve sosyal çevresinden şöyle bahseder:
“Çocukluğum, gençliğim beni şımarttı. Çok önem verdiler bana, el
üstünde tuttular. Bu durum çevreme karşı şımarmama yol açmadı. Ama
kendime karşı şımardım ve kendimden çok şey bekledim. Şimdi her şey
sona erdi. Geçmişe bakıp avunmak da benim harcım değil.” Belli ki
ona değer veren fakat bir yandan da ona “parlak bir gelecek” biçen
ailesi ve çevresi, istemeyerek de olsa onun gerçekleşmeyen her
hayali, her planı için kendisini hırpalamasına, yetersizlik
hissiyle içini karartmasına sebep olur.
Selçuk Baran ve annesi
Elliler’de mezun olduğu fakültenin Banka ve Ticaret Hukuku
Araştırma Enstitüsü’nde kurs müdürü olarak çalışmaya başlar.
Bozkır Çiçekleri’nin küçük bir memur olup küçük bir evde
yaşayan, renksiz bir evliliği sürdüren kadın karakteri belki biraz
da bu rutinin verdiği ilhamla ortaya çıkmıştır. Bu tür bir işin
Selçuk’u tatmin etmeyeceğini düşünürsünüz fakat öyle olmaz. O ev
insanı değildir. Hayatını bütünüyle değiştirdiği Doksanlı
yıllardaki kısa işsizliği onu kederlendirir. Sürekli ve para
getiren bir meşgale ister. O dönemde televizyonda denk geldiği,
nalbantlık yapan bir kadına bile özenir.
Selçuk Baran aile hayatını, gündelik hayat telaşını, ev
düzenini, alışverişi, mutfağı da önemser. Bunlardan da keyif alır.
“Henüz oturmamış bir evde yazı yazmanın keyfi olmaz” ona göre. Ünlü
opera sanatçısı Ayhan Baran’a aşık olup evlenmiştir. Peş peşe iki
kız çocukları olduktan ve Baran’ın şöhreti sınırları aşıp
seyahatlerinin yoğunluğu arttıktan sonra Selçuk Baran’ın keyifle
düzenlediği gündelik hayat, bakım emeği ve duygusal emeği tek
başına üstlenmesinin de etkisiyle eski tadı vermemeye başlar.
İkinci çocuktan sonra bir bakıcı ve annesinin desteğine ihtiyaç
duyar. Fakat kızların sevgisini bakıcı ve anneyle paylaşmak
istemediği için ikisini de uzaklaştırır. Öte yandan, çocuklarla
meşgul olmak ona aşkı unutturmaktadır. “O büyük aşka yazık değil
mi?” diye hayıflanır. Büyük aşkı Ayhan Baran’ın başarıları ile
gurur duyar. Onun sanatında tekâmül etmesi için gerekli koşulları
hazırlar. Bir konser sonrası Cemal Reşit Rey, Selçuk’a “Böyle bir
sanatkarın eşi olmak ve böyle bir eşin sanatkarı olmak çok mesut
bir tesadüf” der. Rey, Selçuk’u Ayhan Baran’ın eşi olarak
konumlandırmakla birlikte, “eşinin sanatkarı” olduğunu
vurgulayarak, onun Ayhan Baran’ın kurumsal kimliğine yaptığı
katkıyı yadsımaz en azından. Ayhan’ın şıklığı, rahatı, sosyal
ilişkilerden tatmin olması, başarısı için Selçuk’un anaç bir
tavırla sarf ettiği çaba, günlüklerde sık sık karşımıza çıkar.
Fakat anneliğinden, çoğumuz gibi hep şüphe duyar. Karamsarlığının,
üzüntülerinin kızlara kötü tesir ettiğini düşünür: “Zavallı, şirin
yavrularım. Benim yüzümden ziyan olmasalar bari.”
Selda Emiroğlu, Ayhan Baran, Selçuk Baran
1966’da artık yazma cesareti göstermeye başlamıştır. Ama ev
işleri, çocuklar ve Enstitü’deki mesaisi ona yazmak için zaman
bırakmamaktadır: “Yalnız başıma olabilmeliyim. Birazcık olsun.
Günde bir saat kalemimle baş başa kalabilsem, kendimi iyi ederim
gibime geliyor.” Selçuk’un ömrü hep kendini iyi edebilme çabasıyla
geçecektir. Bu demektir ki, kendini hiç bırakmaz. Karamsardır, evet
ama bunun üstesinden gelmek için de uğraşır. Arkadaşları onu
karamsarlığının yanı sıra, parıltılı gülüşü ve birden patlayan
neşesiyle de hatırlarlar. Bir gel-git insanıdır Selçuk.
1968’de nihayet ilk öyküsü yayımlanır Yeditepe
Dergisi’nde: “Çocuğun Biri”. “Kendisini iyi etmek”,
“ölümü yaşamla ikame etmek” içindir kaleme sarılması: “Yaşarken
ölmemek için çırpınıyorum.” Edebiyat dünyasında yer edinmek, şöhret
kazanmak istiyorsa bile bunun için çaba harcamaz. Henüz
yazdıklarını yayımlatmaya cesaret edemediği dönemlerde,
“Alangoya’ya Mektuplar” adıyla bir seri metin kaleme alır. Bu
çarpıcı, cesur metinler bilinç düzeyinde olan ve olmayan arzuları,
fikirleri, hayalleri gün yüzüne çıkarırlar. Selçuk Baran başka
yazarlar gibi dergilere, gazetelere sık sık röportajlar vererek
anlatmaz yazarlığını. Günlüklerde, mektuplarda kendine ve birkaç
vefalı dostuna açar içini: “Hayat benim dışımda ulu ve suskun bir
nehir gibi akıyor. Onu seyretmekten bıktım galiba. Yazarken kendi
hayatımı kısa bir süre için yok etmiş oluyorum. Başka insanlar o
ulu nehrin içine giriyor, çıkıyor, çağıltısını dinliyor. O zaman
huzur duyuyorum.”
Huzursuz ruhuna derman olabilecek veya belki de benzer bir
huzursuzluğu onunla paylaşabilecek iki şairle, Cemal Süreya ve Edip
Cansever’le, önce yayıncı-yazar, usta şair-genç yazar ilişkisi
olarak başlayıp, yakın dostlukla sürüp giden yazışmaları vardır.
Özellikle Cansever’le yazışmaları, şairin karakterine, hayatla ve
edebiyatla kurduğu gergin ilişkiye dair ipuçları verdiğinden başlı
başına yazı konusu. Fakat bu yazışmalarda benim dikkatimi çeken iki
erkek yazarın da Baran’a ve hatta başka yazarlara da, insan olarak
değilse de meslektaş olarak biraz tepeden bakan, bilgiçlik taslayan
tavırları. Süreya, Baran’a şöyle yazar: “Benim şiir kitaplarımı
mutlaka okumalısınız. Bu konuda öyle sıra mıra gözetmemelisiniz.”
Son eserini beğenmediği bir yazar için ise şöyle bir yorumda
bulunur: “Benim arkadaşlığım da yazılarında geçici bir doping
etkisi uyandırırmış o kadar.” Cansever ise, Selçuk’un yanı sıra
başka kadın yazarları da kıyasıya eleştirmekten geri durmaz: “Her
kitabı okuyamıyorum. Sözgelimi ‘İlk Çember’i sürdüremedim. Hafif
geldi bana. Beni doyuracak cinsten romanlar bulamıyorum bir türlü.
Ne yapayım, suç benim değil. Türkiye Defteri’ndeki hikayelerin
hiçbirini beğenmedim. Füruzan’ın Yeni Edebiyat’taki hikayesi de
vasat. Sevgi Sabuncu’nun (Sevgi Soysal) hikayesi de ilgilendirmedi.
Ele avuca gelir şiirler de okuyamıyorum nicedir.” Fakat bu
yazılanlar Selçuk’un iki şairle ilişkisini tahrip etmez. Çünkü
mektuplar hep bu minvalde sürüp gitmez. Cansever’in mektupları
derin bir iç sıkıntısının paylaşımı mahiyetinde olsalar da,
Süreya’nınkiler yaşamdan hınzır sevinçler derleyip sunar Selçuk’a.
Belki de bu yüzden Cemal Süreya öldüğünde derin bir yas
yaşayacaktır Selçuk Baran. Edebiyat aleminden hep uzak durmuştur.
Hayal kırıklıklarının yarattığı bu uzaklık onu giderek yazmaktan da
soğutur: “Kendimi ayıplamıyorum. Nasıl bir kırgınlık yaşamışım ki,
bu kadar uzağına düşmüşüm edebiyatın. Kendimin yazması bir yana,
tüm edebiyatı nasılsa reddetmişim.”
Edebiyattan elini eteğini çekene kadar kendine has, güçlü
eserler verir. İlk öykü kitabı Haziran 1972’de yayımlanır
ve ertesi yıl TDK ödülü alır. Ardından, kahramanı bir erkek olan
Bir SolgunAdam ve Bozkır Çiçekleri
gelir. Her ikisi de hak ettikleri değeri hala bulamamış
romanlardır. Diğer hikâye kitabı ise Anaların Hakkı adını
taşır ve Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazanır. Tiyatro
oyunları yazar ve Roald Dahl’dan Charlie’nin Büyük Cam
Asansörü’nü çevirir. Seksenli yıllarda ailesiyle birlikte
İstanbul’a taşınır. Muhtemelen bu göçün gerekçesi eşi Ayhan
Baran’ın kariyerini geliştirmek istemesidir.
Baran’ın İstanbul yıllarına dair bir bilgi yok kitapta. Belki bu
da hazırlayanın tercihidir. Fakat 1993’te tek başına Ankara’ya
döndükten sonra dostlarına yazdığı mektuplardan anlıyoruz ki, Ayhan
Baran’dan ayrılmış ve çocuklarını evlendirip torun sahibi olmuştur
artık. İkinci Ankara dönemi onun için başlarda çok zor geçer. Yaşı
ilerlemekte ve yalnızlığını daha ağır hissetmektedir. Yine bir
mektubunda şöyle ifade eder duygularını: “Yaşlanmaktan ürküyorum.
Artık bir erkeğin beğenemeyeceği durumda bulunmayı kabullenmek çok
zor. Ben mutlu bir ihtiyar olacağım, herkes beni sevecek ama biraz
da gülünç bulacak. 20-40 yaş arasındaki erkeklere olan hayranlığımı
gizlemeyecek, birtakım budalalıklar yapıp gülünç duruma düşeceğim.”
Selçuk’un karamsarlıkla neşe arasında gidip gelen ruh hali bu
tasavvurunda da belirir. Endişeli ve müstehzi mizacı bir aradadır
yine. Aşkı ve tutkuyu hakkını vererek yaşayan biri olmasına rağmen
yalnız geçirdiği günlerdeki hislerini şöyle anlatır: “Yalnızlık
gibi taşımamız gereken bir yükümüz daha var: Kadınlığımız. Bu,
yalnızlık gibi tek başına taşınamayan bir yük üstelik. Parmağının
ucuyla da olsa, bir bakışla da olsa bir erkeğin, köşesinden tutması
gerek.” Kadınlığın yükü olarak bahsettiği şey, duygusal ve cinsel
gerilimlerin potansiyelin kaynağından taşacağı bir mecra bulamaması
halidir. Yoksa muhtaçlık, çaresizlik değil.
Selçuk Baran
Güçlü duygularını, tutkularını yansıtacak yakınında kimse
kalmayınca hayal kırıklığını ve yalnızlığını alkolle bertaraf
etmeye girişecektir Selçuk Baran. Kendi ifadesiyle “60 yaşından
sonra hayatla bir kez daha karşılaşmıştır” ve onunla uzlaşmaya
kalkışması mümkün değildir. Alkolizmden kurtulmak için adsız
alkolikler buluşmalarına, psikiyatra gider. Eski işine farklı bir
pozisyonda da olsa dönmesi onu geçici olarak sağaltacaktır. Ama
dönem dönem zaaflarına teslim olur. Hepimiz gibi. Ölümüne ramak
kala yazdığı bir mektupta, “Önümde çok uzun bir yol var” der, “uzun
bir yol, az zaman.” Sağlık sorunları, edebiyat aleminden
dışlanması, yalnızlığı az zamanda uzun bir yolu kat etmesini
gerektirmiştir. Ama buna nefesi yetemeden 1999 Kasım’ında bu
dünyadan ayrılır. Tutkuyla bağlı olduğu ağaçlardan, çiçeklerden
bonkörce söz ettiği hikayeler, romanlar yazan, yeteneğinin
çığırtkanı olamadığı için ve küskün tabiatının gereği olarak uzak
kaldığı edebiyat dünyasına uzun yıllar sonra yine mütevazı bir
dönüş yapan Selçuk Baran’ın uzaktaki arkadaşına yazdığı mektuptaki
çağrıya kulak vereceğim ben: “Beni özlersen ağaç kabuklarına daya
kulağını ve söyleyemediklerimi dinle.”