Hikayelerinin kahramanı olan bir yazar: Selçuk Baran
'Hayat benim dışımda ulu ve suskun bir nehir gibi akıyor. Onu seyretmekten bıktım galiba. Yazarken kendi hayatımı kısa bir süre için yok etmiş oluyorum. Başka insanlar o ulu nehrin içine giriyor, çıkıyor, çağıltısını dinliyor. O zaman huzur duyuyorum.'
Selçuk Baran’ın en sevdiğim kitabı Bir Solgun Adam olsa da, okuduğum ilk kitabı Bozkır Çiçekleri’ydi. Ama ondan önce, bir arkadaşımın kütüphanesinde, kapağında leylak deseni olan Haziran adlı öykü derlemesini görmüş Baran’ı adından dolayı erkek sanmıştım. Sonraları Yapı Kredi Yayınları tarafından basılan külliyatında, her kitabın kapağında, Ayhan Baran tarafından çekilen bir Selçuk Baran portresinin olması tesadüf değil sanırım. Erkeklerde yaygın olan Selçuk ismine bakıp benim gibiler yazarı erkek sanmasın diye de düşünülmüş olabilir bu tasarım. Fakat iyi ki de düşünülmüş. Fotoğrafların çekildiği yıllarda karı-koca arasındaki, sonradan zayıflayacak duygusal yakınlığı sarih bir biçimde gösteriyor.
Kısa süre önce Baran’ın, yakın arkadaşı Ülkü Uluırmak tarafından, ölümünden sonra bir araya getirilmiş mektupları, günlükleri, yayımlanmamış yazıları ve onun hakkında yazılanlardan oluşan Haziran’dan Kasım’a, Selçuk Baran’dan Kalanlar (EOS Yayınevi, Ankara 2007) geçti elime. Bu kitap sayesinde yazar kimliğinin dışındaki Selçuk Baran’ı yakından görme şansım oldu. Hayata bakışı, kendisiyle mücadelesi, ailesi, duygu dünyası ve yazma serüvenini takip ettim. Kitapta yer alan, Baran’ın ölümünden sonra İnci Aral’ın kaleme aldığı anma yazısının başlığı “Bir Yazma Kırgını”. Doğrusu Baran’ın eserlerine yansıyan karamsarlığın, kırgınlığın yaşamının da temel motifi olduğunu tahmin edemezdim. Oysa kitap kapaklarından bana bakan hüzünlü, dalgın gözleri ipucu veriyordu bu konuda. Küçük şehirlerde, dar odalarda, ev pansiyonlarında sıradan hayatlar yaşayan ancak Baran’ın kaleminin gücü sayesinde kendileri sıradan olmayan küçük memurlar, yaşlılar, yalnızlar, hayal kırgınları, ev kadınları, gelinlik kızlar, yani her yaştan kadının ve erkeğin hikayeleriydi anlattığı. Arkadaşlarından birine yazdığı mektupta, kendisinin de hikayelerinin kahramanlarından biri olduğunu kendi ağzından duyuyorduk: “Düzen denilen gidişe ayak uyduramayacak kadar güçlü, onu değiştiremeyecek, hatta etkileyemeyecek kadar güçsüzüm.” Çoğumuz böyle değil miydik?
***
1933 doğumlu olan Baran, yaşıtı pek çok kadına göre iyi bir eğitim alır. Ankara Kız Lisesi ve Ankara Hukuk Fakültesi gibi dönemin iyi okullarından mezun olur. Baran, bunalımlı son yıllarında ailesinden ve sosyal çevresinden şöyle bahseder: “Çocukluğum, gençliğim beni şımarttı. Çok önem verdiler bana, el üstünde tuttular. Bu durum çevreme karşı şımarmama yol açmadı. Ama kendime karşı şımardım ve kendimden çok şey bekledim. Şimdi her şey sona erdi. Geçmişe bakıp avunmak da benim harcım değil.” Belli ki ona değer veren fakat bir yandan da ona “parlak bir gelecek” biçen ailesi ve çevresi, istemeyerek de olsa onun gerçekleşmeyen her hayali, her planı için kendisini hırpalamasına, yetersizlik hissiyle içini karartmasına sebep olur.
Elliler’de mezun olduğu fakültenin Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü’nde kurs müdürü olarak çalışmaya başlar. Bozkır Çiçekleri’nin küçük bir memur olup küçük bir evde yaşayan, renksiz bir evliliği sürdüren kadın karakteri belki biraz da bu rutinin verdiği ilhamla ortaya çıkmıştır. Bu tür bir işin Selçuk’u tatmin etmeyeceğini düşünürsünüz fakat öyle olmaz. O ev insanı değildir. Hayatını bütünüyle değiştirdiği Doksanlı yıllardaki kısa işsizliği onu kederlendirir. Sürekli ve para getiren bir meşgale ister. O dönemde televizyonda denk geldiği, nalbantlık yapan bir kadına bile özenir.
Selçuk Baran aile hayatını, gündelik hayat telaşını, ev düzenini, alışverişi, mutfağı da önemser. Bunlardan da keyif alır. “Henüz oturmamış bir evde yazı yazmanın keyfi olmaz” ona göre. Ünlü opera sanatçısı Ayhan Baran’a aşık olup evlenmiştir. Peş peşe iki kız çocukları olduktan ve Baran’ın şöhreti sınırları aşıp seyahatlerinin yoğunluğu arttıktan sonra Selçuk Baran’ın keyifle düzenlediği gündelik hayat, bakım emeği ve duygusal emeği tek başına üstlenmesinin de etkisiyle eski tadı vermemeye başlar. İkinci çocuktan sonra bir bakıcı ve annesinin desteğine ihtiyaç duyar. Fakat kızların sevgisini bakıcı ve anneyle paylaşmak istemediği için ikisini de uzaklaştırır. Öte yandan, çocuklarla meşgul olmak ona aşkı unutturmaktadır. “O büyük aşka yazık değil mi?” diye hayıflanır. Büyük aşkı Ayhan Baran’ın başarıları ile gurur duyar. Onun sanatında tekâmül etmesi için gerekli koşulları hazırlar. Bir konser sonrası Cemal Reşit Rey, Selçuk’a “Böyle bir sanatkarın eşi olmak ve böyle bir eşin sanatkarı olmak çok mesut bir tesadüf” der. Rey, Selçuk’u Ayhan Baran’ın eşi olarak konumlandırmakla birlikte, “eşinin sanatkarı” olduğunu vurgulayarak, onun Ayhan Baran’ın kurumsal kimliğine yaptığı katkıyı yadsımaz en azından. Ayhan’ın şıklığı, rahatı, sosyal ilişkilerden tatmin olması, başarısı için Selçuk’un anaç bir tavırla sarf ettiği çaba, günlüklerde sık sık karşımıza çıkar. Fakat anneliğinden, çoğumuz gibi hep şüphe duyar. Karamsarlığının, üzüntülerinin kızlara kötü tesir ettiğini düşünür: “Zavallı, şirin yavrularım. Benim yüzümden ziyan olmasalar bari.”
1966’da artık yazma cesareti göstermeye başlamıştır. Ama ev işleri, çocuklar ve Enstitü’deki mesaisi ona yazmak için zaman bırakmamaktadır: “Yalnız başıma olabilmeliyim. Birazcık olsun. Günde bir saat kalemimle baş başa kalabilsem, kendimi iyi ederim gibime geliyor.” Selçuk’un ömrü hep kendini iyi edebilme çabasıyla geçecektir. Bu demektir ki, kendini hiç bırakmaz. Karamsardır, evet ama bunun üstesinden gelmek için de uğraşır. Arkadaşları onu karamsarlığının yanı sıra, parıltılı gülüşü ve birden patlayan neşesiyle de hatırlarlar. Bir gel-git insanıdır Selçuk.
1968’de nihayet ilk öyküsü yayımlanır Yeditepe Dergisi’nde: “Çocuğun Biri”. “Kendisini iyi etmek”, “ölümü yaşamla ikame etmek” içindir kaleme sarılması: “Yaşarken ölmemek için çırpınıyorum.” Edebiyat dünyasında yer edinmek, şöhret kazanmak istiyorsa bile bunun için çaba harcamaz. Henüz yazdıklarını yayımlatmaya cesaret edemediği dönemlerde, “Alangoya’ya Mektuplar” adıyla bir seri metin kaleme alır. Bu çarpıcı, cesur metinler bilinç düzeyinde olan ve olmayan arzuları, fikirleri, hayalleri gün yüzüne çıkarırlar. Selçuk Baran başka yazarlar gibi dergilere, gazetelere sık sık röportajlar vererek anlatmaz yazarlığını. Günlüklerde, mektuplarda kendine ve birkaç vefalı dostuna açar içini: “Hayat benim dışımda ulu ve suskun bir nehir gibi akıyor. Onu seyretmekten bıktım galiba. Yazarken kendi hayatımı kısa bir süre için yok etmiş oluyorum. Başka insanlar o ulu nehrin içine giriyor, çıkıyor, çağıltısını dinliyor. O zaman huzur duyuyorum.”
Huzursuz ruhuna derman olabilecek veya belki de benzer bir huzursuzluğu onunla paylaşabilecek iki şairle, Cemal Süreya ve Edip Cansever’le, önce yayıncı-yazar, usta şair-genç yazar ilişkisi olarak başlayıp, yakın dostlukla sürüp giden yazışmaları vardır. Özellikle Cansever’le yazışmaları, şairin karakterine, hayatla ve edebiyatla kurduğu gergin ilişkiye dair ipuçları verdiğinden başlı başına yazı konusu. Fakat bu yazışmalarda benim dikkatimi çeken iki erkek yazarın da Baran’a ve hatta başka yazarlara da, insan olarak değilse de meslektaş olarak biraz tepeden bakan, bilgiçlik taslayan tavırları. Süreya, Baran’a şöyle yazar: “Benim şiir kitaplarımı mutlaka okumalısınız. Bu konuda öyle sıra mıra gözetmemelisiniz.” Son eserini beğenmediği bir yazar için ise şöyle bir yorumda bulunur: “Benim arkadaşlığım da yazılarında geçici bir doping etkisi uyandırırmış o kadar.” Cansever ise, Selçuk’un yanı sıra başka kadın yazarları da kıyasıya eleştirmekten geri durmaz: “Her kitabı okuyamıyorum. Sözgelimi ‘İlk Çember’i sürdüremedim. Hafif geldi bana. Beni doyuracak cinsten romanlar bulamıyorum bir türlü. Ne yapayım, suç benim değil. Türkiye Defteri’ndeki hikayelerin hiçbirini beğenmedim. Füruzan’ın Yeni Edebiyat’taki hikayesi de vasat. Sevgi Sabuncu’nun (Sevgi Soysal) hikayesi de ilgilendirmedi. Ele avuca gelir şiirler de okuyamıyorum nicedir.” Fakat bu yazılanlar Selçuk’un iki şairle ilişkisini tahrip etmez. Çünkü mektuplar hep bu minvalde sürüp gitmez. Cansever’in mektupları derin bir iç sıkıntısının paylaşımı mahiyetinde olsalar da, Süreya’nınkiler yaşamdan hınzır sevinçler derleyip sunar Selçuk’a. Belki de bu yüzden Cemal Süreya öldüğünde derin bir yas yaşayacaktır Selçuk Baran. Edebiyat aleminden hep uzak durmuştur. Hayal kırıklıklarının yarattığı bu uzaklık onu giderek yazmaktan da soğutur: “Kendimi ayıplamıyorum. Nasıl bir kırgınlık yaşamışım ki, bu kadar uzağına düşmüşüm edebiyatın. Kendimin yazması bir yana, tüm edebiyatı nasılsa reddetmişim.”
Edebiyattan elini eteğini çekene kadar kendine has, güçlü eserler verir. İlk öykü kitabı Haziran 1972’de yayımlanır ve ertesi yıl TDK ödülü alır. Ardından, kahramanı bir erkek olan Bir SolgunAdam ve Bozkır Çiçekleri gelir. Her ikisi de hak ettikleri değeri hala bulamamış romanlardır. Diğer hikâye kitabı ise Anaların Hakkı adını taşır ve Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazanır. Tiyatro oyunları yazar ve Roald Dahl’dan Charlie’nin Büyük Cam Asansörü’nü çevirir. Seksenli yıllarda ailesiyle birlikte İstanbul’a taşınır. Muhtemelen bu göçün gerekçesi eşi Ayhan Baran’ın kariyerini geliştirmek istemesidir.
Baran’ın İstanbul yıllarına dair bir bilgi yok kitapta. Belki bu da hazırlayanın tercihidir. Fakat 1993’te tek başına Ankara’ya döndükten sonra dostlarına yazdığı mektuplardan anlıyoruz ki, Ayhan Baran’dan ayrılmış ve çocuklarını evlendirip torun sahibi olmuştur artık. İkinci Ankara dönemi onun için başlarda çok zor geçer. Yaşı ilerlemekte ve yalnızlığını daha ağır hissetmektedir. Yine bir mektubunda şöyle ifade eder duygularını: “Yaşlanmaktan ürküyorum. Artık bir erkeğin beğenemeyeceği durumda bulunmayı kabullenmek çok zor. Ben mutlu bir ihtiyar olacağım, herkes beni sevecek ama biraz da gülünç bulacak. 20-40 yaş arasındaki erkeklere olan hayranlığımı gizlemeyecek, birtakım budalalıklar yapıp gülünç duruma düşeceğim.” Selçuk’un karamsarlıkla neşe arasında gidip gelen ruh hali bu tasavvurunda da belirir. Endişeli ve müstehzi mizacı bir aradadır yine. Aşkı ve tutkuyu hakkını vererek yaşayan biri olmasına rağmen yalnız geçirdiği günlerdeki hislerini şöyle anlatır: “Yalnızlık gibi taşımamız gereken bir yükümüz daha var: Kadınlığımız. Bu, yalnızlık gibi tek başına taşınamayan bir yük üstelik. Parmağının ucuyla da olsa, bir bakışla da olsa bir erkeğin, köşesinden tutması gerek.” Kadınlığın yükü olarak bahsettiği şey, duygusal ve cinsel gerilimlerin potansiyelin kaynağından taşacağı bir mecra bulamaması halidir. Yoksa muhtaçlık, çaresizlik değil.
Güçlü duygularını, tutkularını yansıtacak yakınında kimse kalmayınca hayal kırıklığını ve yalnızlığını alkolle bertaraf etmeye girişecektir Selçuk Baran. Kendi ifadesiyle “60 yaşından sonra hayatla bir kez daha karşılaşmıştır” ve onunla uzlaşmaya kalkışması mümkün değildir. Alkolizmden kurtulmak için adsız alkolikler buluşmalarına, psikiyatra gider. Eski işine farklı bir pozisyonda da olsa dönmesi onu geçici olarak sağaltacaktır. Ama dönem dönem zaaflarına teslim olur. Hepimiz gibi. Ölümüne ramak kala yazdığı bir mektupta, “Önümde çok uzun bir yol var” der, “uzun bir yol, az zaman.” Sağlık sorunları, edebiyat aleminden dışlanması, yalnızlığı az zamanda uzun bir yolu kat etmesini gerektirmiştir. Ama buna nefesi yetemeden 1999 Kasım’ında bu dünyadan ayrılır. Tutkuyla bağlı olduğu ağaçlardan, çiçeklerden bonkörce söz ettiği hikayeler, romanlar yazan, yeteneğinin çığırtkanı olamadığı için ve küskün tabiatının gereği olarak uzak kaldığı edebiyat dünyasına uzun yıllar sonra yine mütevazı bir dönüş yapan Selçuk Baran’ın uzaktaki arkadaşına yazdığı mektuptaki çağrıya kulak vereceğim ben: “Beni özlersen ağaç kabuklarına daya kulağını ve söyleyemediklerimi dinle.”