Hikmet Hükümenoğlu: Adalet her karakter için farklı anlamlar taşıyor
Hikmet Hükümenoğlu ile son romanı 'Sonra Gözler Görür'ü konuştuk. Hükümenoğlu, "Bir insanı anlamak için yaşadığı ortama dikkatli bakmak lazım. O ortama hakim olan ya da o ortamda çatışma yaratan siyasi düzene, karakterin içinde bulunduğu sosyoekonomik sınıfa, okulda aldığı ya da alamadığı eğitime, maaşına, patronuna, evine, aile yapısına, ödediği elektrik faturasına bakmak lazım. Ancak o zaman hayattan beklentilerini, arzularını, öfkesini, hayal kırıklıkları anlayabiliriz" dedi.
Türkçe edebiyatın dikkat çeken isimlerinden Hikmet Hükümenoğlu’nun son romanı 'Sonra Gözler Görür', Can Yayınları tarafından yayımlandı. Geçtiğimiz yıllarda okurla buluşan 'Harika Bir Hayat' romanıyla polisiyeye göz kırpan Hükümenoğlu, bu kez odağına bir cinayeti ve etrafında gelişen ilişki ağlarını alıyor.
Polisiye edebiyatta dil işçiliğini, edebiyatla toplumsal meselelerin kesiştiği noktaları ve atmosferin metin üzerindeki etkilerini konuştuğumuz Hükümenoğlu, "Yazarken de okurken de benim için karakterlerin ruh halini anlayabilmek çok önemli ve bir insanı anlamak için yaşadığı ortama dikkatli bakmak lazım. O ortama hakim olan ya da o ortamda çatışma yaratan siyasi düzene, karakterin içinde bulunduğu sosyoekonomik sınıfa, okulda aldığı ya da alamadığı eğitime, maaşına, patronuna, evine, aile yapısına, ödediği elektrik faturasına bakmak lazım. Ancak o zaman hayattan beklentilerini, arzularını, öfkesini, hayal kırıklıkları anlayabiliriz" dedi.
'Harika Bir Hayat’la göz kırptığınız polisiyeyi 'Sonra Gözler Görür’de ana unsur yaptınız. Dünyada politik polisiye oldukça verimli bir dönem geçirirken, Türkiye’de ne yazık ki yeterince görünmüyor. Sohbetimizi buradan başlatalım.
Hayatımızın her dakikası yeni bir politik krizle ve yüksek tansiyonla geçerken okuduğumuz romanların “eğlenceli” olmasını ve bizi gerçek dünyadan bir süreliğine uzaklaştırmasını bekliyoruz sanırım. Oysa (artık bu laf fazla tekrarlanmaktan anlamsızlaşmaya başladı ama) biraz eşelediğimizde her roman politiktir ve buna tüm romanlar, hatta en tatlı Agatha Christie polisiyeleri bile dahil. Aklıma gelen bir diğer sebep de, “politikacı” ve “suç” kavramları artık zihnimizde o kadar iç içe geçti ve bu o kadar sıradan bir şey haline geldi ki belki de Amerika’nın seri katilleri bize daha ilginç geliyor.
‘HİKAYEDE KENDİME MANEVRA ALANI AÇTIM’
Dünya edebiyatında polisiye romanlar, toplumsal eleştiriyi güçlü bir şekilde aktarıyor. 'Sonra Gözler Görür’de bir yerel seçim öncesi süreçte yaşananlar üzerine kuruluyor. Romanınız, aynı zamanda bugüne dair de bir okuma imkanı tanıyor. Metninizde toplumsal meseleleri nasıl ele aldınız?
Bu roman benim zihnimde kurduğum, Kuzey Ege’deki hayali bir şehrimizde geçiyor. Hikayede gerçeküstü hiçbir unsur yok ama yine de kendime biraz manevra alanı açtım. Örneğin gündemdeki siyasi parti isimlerini kullanmadım. Seçim tarihleri farklı, bürokratik ufak tefek detaylar farklı. Bu bir otosansür değildi, sonuçta okur hangi partinin neye tekabül ettiğini anlamakta hiç zorlanmayacaktır. Ama diyelim üç yıl sonra, beş yıl sonra hükümetler veya partiler değiştiğinde hikaye anlamını yitirmesin istedim. Sonuçta politik gücün karanlık tarafı hayatımıza yeni girmedi, günün birinde çıkacağını da sanmıyorum. Böyle diyorum ama roman günümüzün birebir iz düşümü: Toplumdaki politik kutuplaşma olsun, haberciliğin ve basının içler acısı durumu olsun, kadınların uğradığı haksızlıklar ve her türlü şiddet olsun, hikayenin ana damarlarını oluşturuyor.
‘YAZARKEN DE OKURKEN DE KARAKTERİN RUH HALİNİ ANLAYABİLMEK ÇOK ÖNEMLİ’
Yine romanda en dikkat çeken mesele Türkiye’nin içinden geçtiği sosyolojik ve politik atmosferi eleştirel bir gözle ele alması. Sizin için edebiyatta politik gerçekliğin tanımı nedir?
Yazarken de okurken de benim için karakterlerin ruh halini anlayabilmek çok önemli ve bir insanı anlamak için yaşadığı ortama dikkatli bakmak lazım. O ortama hakim olan ya da o ortamda çatışma yaratan siyasi düzene, karakterin içinde bulunduğu sosyoekonomik sınıfa, okulda aldığı ya da alamadığı eğitime, maaşına, patronuna, evine, aile yapısına, ödediği elektrik faturasına bakmak lazım. Ancak o zaman hayattan beklentilerini, arzularını, öfkesini, hayal kırıklıkları anlayabiliriz. Eğer bu ülkede geçen bir hikaye anlatıyorsam, bu ülkenin şartlarından kaçıp saklanamam. Fakat ağır mesaj kaygılı didaktik romanlar yazmak da bana göre değil. O yüzden ilk romanımdan beri kendime göre bir denge kurmaya çalıştım ve öyle devam ediyorum. Tarih gibi, siyaset gibi “sıkıcı” kavramların gölgesi karakterlerin hayatına nasıl düşüyor, onunla ilgileniyorum.
‘POLİSİYE ROMAN YAZMANIN EN TATSIZ KISMI…’
'Sonra Gözler Görür’ün tartışmaya açtığı kavramların başında adalet yer alıyor. Adalet, her bir karakter için farklı bağlamlarda ele alınabilir. Bu noktada hikayenizi kurarken kavrama dair çıkış noktanız neydi?
Yazarken kafamı en çok kurcalayan tema buydu. Tam da dediğiniz gibi adalet her karakter için farklı anlamlar taşıyor ve sık sık çatışmalara yol açıyor. Beni en çok heyecanlandıran ve zorlayan, baş kahramanım Ezgi Sezgin’in ikilemleriydi. Ezgi bir gazeteci ve artık eskimiş sayılan gazetecilik ahlakına sıkı sıkıya bağlı. Bu yüzden yeni göreve başladığı yerel gazetede türlü zorluklarla mücadele etmek zorunda kalıyor. Ne var ki özel hayatıyla mesleği birbirine dolanınca işler sarpa sarıyor. Dengesi bozuluyor, zaman zaman prensiplerini sorgulamak zorunda kalıyor.
Polisiye ve dil arasında nasıl bir ilişki kuruyorsunuz?
Bu çok güzel bir soru ve doğrusu bu romanı yazarken yaşadığım birtakım zorlukları ilk kez bu kadar net düşünmeme yol açtı. Polisiye yazmanın bana en tatsız gelen kısmı, daha doğrusu Türkiye’de geçen bir polisiye yazmanın en tatsız kısmı, türe has o dildi. Açık açık söylemek gerekirse polisimizin, savcımızın, hakimlerimizin kullandığı dili kastediyorum. İşin içine son derece sevimsiz hukuk jargonu de giriyor ama bana asıl tatsız gelen, hitap biçimleri, konuşma biçimleri, yükselen sesler, aşağılayıcı sözcükler, hakaretler, iktidar kurma yöntemleri ve tabii hepsinin temelinde devlet huzurunda vatandaşın hor görülmesi. Kendi hayali şehrimi yaratırken memleketimize has bürokratik dili ucundan kıyısından da olsa bir parça yumuşattığımı söyleyebilirim. Ama sadece yumuşattım, tamamen yok edersem fantastik edebiyata geçeriz.
HİKAYENİN ÖZNESİ OLAN ŞEHİR…
'Körburun’dan, 'Sonra Gözler Görür’e uzanan edebi yolculuğunuzda hayali şehirleri özne olarak görüyoruz. Anlattığınız sokaklarla kurduğunuz ilişki, metnin ana meselesiyle de bir hayli uyumlu… Şehirler, sokaklar ve edebiyatta atmosfer oluşturmaya dair neler söylersiniz?
Yaklaşık yirmi yıldır yazıyorum ve artık şunu net bir şekilde kavradım: Ben günümüz İstanbul’unu yazmayı hiç sevmiyorum. Bir kere o kadar büyük bir şehir ki belki dörtte üçünü hiç tanımıyorum ve tanıdığım kısmına bile hakim olmam imkansız. Bu yüzden her romanda kendi kendime kaçış yolları yarattığımı fark ettim. Ya eski İstanbul’u anlatıyorum ki zaten hiçbirimiz görmedik ve bir yazar olarak bu işimi kolaylaştırıyor. Ya da kendi kendime hayali mekanlar, hayali şehircikler yaratıyorum. Bunu aslında ilk '04:00’da yaptım, İstanbul’u iyice deforme edip tanınmaz bir hale soktum. Ama Körburun adası okurun daha çok dikkatini çekti, çünkü daha küçük bir mekan ve adada yaşayan insanların neredeyse tamamını tanıyoruz ve bu da okurda bir aidiyet hissi yaratıyor. 'Körburun’un başka bir mekanda geçmesi bence imkansızdı. 'Sonra Gözler Görür' için de aynısını söyleyebilirim. Bu kadar komplike bir kurguyu başka bir mekana taşımaya kalksam işlemez. Kaldı ki Yenikent, şu anda İstanbul’dan çok daha iyi bildiğim, daha yakından tanıdığım bir şehir. Ve dediğiniz gibi hikayenin adeta öznesi çünkü tüm karakterlerin kaderini belirleyen bir şehir.
'Sonra Gözler Görür', sinematografik anlatımıyla dikkat çekiyor. Son zamanlarda hem dünyada hem Türkiye’de tartışılan bir durum var. Özellikle, dijital platformlarla birlikte edebiyat uyarlamalarında artış oldu. Bu durum yazarken sizi etkiledi mi? Roman uyarlamaları hakkında ne düşünüyorsunuz?
Yazılı işlerle görsel işlerin yolunun git gide daha çok kesişeceğini ve bunun kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum. Dürüst olmak gerekirse bu gidişat hoşuma gidiyor. İzleyici olarak sık sık hayal kırıklığına uğrasam da yazar olarak beni çok heyecanlandırıyor. Uyarlamaların kaynak metinden tamamen farklı olduğunu artık kabullendim ve rahatladım. Dolayısıyla romanı yazarken herhangi bir etki altında değildim. Kağıt üzerinde bu tamamen benim dünyam ve kurallarımı kendim koyuyorum. Günün birinde ekrana yansırsa o zaman bir takım çalışması haini alır ve gerekirse değişebilir. Bu arada sık sık şakasını yapsam da romanın sekiz bölüm olması tamamen tesadüf. Kesinlikle birtakım kurumlara mesaj vermeye çalışmadım.
Ödüllü ve mevcut koşullar dikkate alınınca romanları okur tarafından ilgi gören bir yazarsınız. Bu ilgi, edebiyatınızı nasıl etkiliyor?
Elimden geldiğince etkilenmemeye çalışıyorum ama hiç etkilenmiyorum desem herhalde yalan olur. Gördüğüm ilgi, günümüz şartlarında ve sosyal medya ortamında çoğunlukla diyalog şeklinde olduğundan okurların beklentilerini, neleri sevip nelere ilgi gösterdiklerini belki lüzumundan fazla duyuyorum. Aslında bu bir yazar için çok sağlıksız bir şey. Masanın başına geçip yazmaya başladığımda o bilgiyi kafamdan atmam gerekiyor. Dediğim gibi bunu elimden geldiğince yaptığımı düşünüyorum, zaten yapamadığımda yazdıklarımla arama mesafe giriyor ve tıkanıp kalıyorum. Öte yandan bilinçaltımda kim bilir ne hesaplar ne kitaplar dönüyordur. O tarafa bir bakarsak işin içinden çıkamayız.
Masanızdaki yeni çalışmalar neler?
'Harika Bir Hayat' biter bitmez 'Sonra Gözler Görür’ü yazmaya başladım ve iki roman arasında benim standartlarımda çok kısa bir zaman var. Boş durmayı hiç sevmiyorum ama biraz soluklanmam lazım. O yüzden masamda bambaşka işler var. Hikaye anlatmanın farklı şekilleri.