En temel dizgede hayat bulan fedakârlık ilişkisi, kaçınılmaz olarak tüm toplumsal bağlamlara da sirayet etmiş oluyor, elbette biçim değiştirerek. Asıl olarak liyakatin iş gördüğü her alanda kendine uygun ortam bulabiliyor kolaylıkla mesela: okulda, işyerinde, sendikada, örnekleri çoğaltmak mümkün.
Dilbilimci Oya Adalı, yıllar önce üniversitede verdiği Türkçe Sözlü Yazılı Anlatım adlı dersine bir gün, “yapacağınız hiçbir şeyi fedakârlık olarak yapmayın, ödeviniz olduğu için yapın, çünkü fedakârlık karşılığı hiçbir zaman ödenemeyen bir hâldir” diyerek başlamıştı. Sarsıcı ve kuşkusuz etkileyici bir tespitti. Çünkü sıradan, neredeyse olması gereken ve kendinden sorgu sual edilemeyecek olağan bir hali düşünmeye, deyim yerindeyse bilmedikleştirmeye bir çağrı davetiydi.
Nasıl bir haldir ki fedakârlık denilen pratik, bir türlü ödenemeyen, üstelik artan ve çeşitlenen bir borç yükümlülüğü yaratıyor? İlişkileri nasıl biçimlendiriyor, hangi toplumsal bağlamlarda hakimiyetini sürdürüyor? Farklı biçimlerde resmi ve gayri resmi tüm toplumsal bağlamlarda mı varlığını sürdürüyor yoksa? Hangi köklerden besleniyor? Hangi ilişki, etkileşim örüntülerine yapı taşı oluyor?
İlk elde terimin kendisi bir ipucu: feda etmek, neyi? Kendi isteklerinden, yararlarından vazgeçmek, onları feda etmek. Bunlardan vazgeçerek karşındakinin ihtiyaçlarını gidermeye, isteklerini gerçekleştirmeye girişmek. Ve bunu yeri geldiğinde dillendirmek, hatırlatmak. Burada biraz durmak lazım. Kendi istek ve yararlarından neden vazgeçilir? Karşındaki bunu dayattığı için mi? Bu mümkün mü? Elbette, var böyle durumlar diyebiliriz. Ancak, vazgeçen de bir şey için vazgeçmiyor mu? Bir yatırım adına değil mi vazgeçiş? Öyle bir yatırım ki bu üstelik verdiğinden daha fazlasını, tanımsız, tanımsız olduğu nispette çoğalan bir karşılık bekliyor (istemek değil beklemek, bu önemli bir ayrıntı, akılda tutmak gerek): Veren de memnun değil, alan da, al gülüm ver gülüm değil yani, belki öyle de gizliyor bu gerçeği. Bu nedenle de çok gerilimli bir hâl. Tarafları öfkeden minnete, acziyetten güç bende diyen duygu hallerine savurup duran sarkacın manivelası çünkü fedakârlık. Hep bir eksik, hep bir erteleme var. Alan, verilenin bir vazgeçişle malul olmasından, veren verdikleri karşısında alanın minnetinden dolayı eksikli. Eksiği gidermekse belirsiz bir geleceğe havale ediliyor.
Fedakârlığın biçimlendirdiği ilişkide olmayan hak ve görev evet bu açık, her ne kadar çoğu kere sanki bu motivlerle eyliyormuşuz gibi görünse de. Ancak bu ilişkide güven ve saygı da yok. Veren vazgeçişle verdiğinden bir gün vazgeçmekten vazgeçebilir. Alan aldıklarına karşılık vermeyebilir, tam bir karşılık veremez zaten de eksikli ödemelerinden de vazgeçebilir. Bir de deyim yerindeyse başa kakmak var. Her an yarı yolda bırakılma korkusu, endişe sarmalı, karşındakine ve kendine saygıyı getirebilir mi? En nihayetinde saygı tanımayı ve tanınmayı gerektirir, oysa fedakârlık ilişkisi bu açıdan sorunlu, özürlü. Karşılıklılık ilkesi çerçevesinde hak ve yükümlülüklerle örülmüş bir ilişkide tanımadan ve dolayısıyla saygıdan bahsedilebilir. Dolayısıyla fedakârlık ilişkisi doğası gereği, çoğu kere saygı zannedilen şekilcilik eşliğinde kaderine razı olmayı, boyun eğmeyi yeşertir ve saygıya engeller üretir. Bu da bize vesayeti ima ediyor sanki.
Fedakârlıkla örülmüş ilişkilerin, çoğu kere belirli toplumsal bağlamlara özgü olduğunu zannederiz. Özellikle duygu yoğun, gayri resmi ilişkilerde kendine yer bulduğunu, asıl yuvasının aile olduğunu düşünürüz. Aslında böyle düşünmemizin nedeni en aşikâr haline bu toplumsal bağlamlarda rastlamamızdandır. Oysa her toplumsal ilişki paylaşılan “toplumsal enstrümanlar”a referansla hayatiyet kazanır, diğer deyişle kurallarla bu kuralları anlamlandıran, yayan değerler ve kanallarla, örneğin ahlâki kodlarla söylemsel düzenekle tören ve ritüel benzeri formlarla ayakta durur. Dolayısıyla da fedakârlık ilişkisinin varlığı sınırlı bir toplumsal bağlama özgülenemez. Şu ya da bu biçimde ve farklı yoğunluklarda toplumsal bağlamların tümüne sirayet etmiş olmalıdır. O zaman öncelikle yapılacak olan, köklerinin nerelerde olduğuna bakmak.
Toplumsallaşma olgusu işi kolaylaştıracaktır sanki, en nihayetinde toplumsal ilişki ve etkileşimleri mümkün kılan norm ve değerlerin yeni kuşaklara aktarılması ve onlar tarafından içselleştirilmesi olgusudur toplumsallaşma denilen. İçselleştirmeyi mümkün kılan da ödül ve ceza. Ödül ve cezanın biçimleri, araçları, her toplumda ve o toplumun farklı örüntü bütünlerinde çeşitlilik gösterir bu çok açık. Kendi coğrafyamıza tercüme edersek hem ödül ve ceza meselesini hem de toplumsallaşma olgusunun doğasını bir çırpıda ifşa edebiliriz. Bir atasözü –benzer atasözleri epeyce çok da bu en çok referansa haiz olanı- toplumsallaşma sürecinin temel dinamiklerinden, üstelik de en başat dinamiklerinden birini çok iyi özetliyor sanki. Yanılıyor muyum? Belki de. Atasözü şu: Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir. Nasihat-azar-dayak üçlüsü. Zaten otoriter bir toplumuz, dolayısıyla bu eşyanın tabiatı gereği, daha fazla söze gerek yok denilebilir. Elbette. Yine de dinamiğinin işleyişini, bundaki ayrıntıları, içerimleri naçizane çözümlemeye devam etmekte fayda var. En nihayetinde dert, fedakârlık ilişkisine yaşam veren düzeneğe ulaşmak.
Şimdi her toplumsallaşma olgusunda ödül olmalı, takdir olmalı, bizimkinde yok mu? Var. Ancak bu üçlüyle kaim, bu üçlünün dolayımından geçiyor. Yani ‘doğru’ eylediğinde bunun karşılığı olan takdir gerçekleştirenin hesabına yazılmıyor da ona bahşediliyor çoğun. Çünkü o bilmeyen, öğrenmesi gereken. Henüz olmamış, olacak. Cesareti kırılmamalı, öğrenmeye devam etmeli, ancak aba altından sopayı da eksik etmemeli. Tabi olmaktan vazgeçmemeli. Gereğini her yaptığında göreceği takdirin neliğini, ölçüsünü bilenler, öğretenler takdir edecek. Öğrenenin başarı ve çabası gölgeleniyor hızla. Bu da kişinin emek ve yeteneğinin değersizleştirilmesi, itibarsızlaşması demek. Bir hak gaspı var burada açıkça. Böylesi bir işleyiş, bir yanıyla özgüven sorunu, diğer yanıyla imkân ve imkânsızlıkların toplumsal koşullarla bağını koparma tehlikesini yaratıyor. İstemenin yerini usul usul bekleme alıyor ya da istekler karşılanamamazlığıyla beklentiye dönüşüyor da diyebiliriz. İstekte ihtiyacı dillendirme iradesi var, karşılanamama olasılığına hazır olma, olumsuz yanıtla karşılaşma cesareti var, yani karşındakini, karşındakinin koşullarını dikkate alma, isteği düzenleme var. Beklemedeyse ‘ihtiyaçlarımı söylememe gerek olmadan bil ve anla ve buna göre davran’, yani top sende durumu: Rabbena hep bana hali neredeyse kaçınılmaz gibi. Takdire karar verense elde ettiği gücün deyim yerindeyse kölesi haline geliyor. Sürdürülebilirliği zor bir hal; basıncı massedecek en iyi araç yüceltme, şikayeti hiç eksik değil elbette: Nalıncı keseri gibi kendine yontma hali. Artık fedakârlık ilişkisi için zemin hazır gibi.
En temel dizgede hayat bulan fedakârlık ilişkisi, kaçınılmaz olarak tüm toplumsal bağlamlara da sirayet etmiş oluyor, elbette biçim değiştirerek. Asıl olarak liyakatin iş gördüğü her alanda kendine uygun ortam bulabiliyor kolaylıkla mesela: okulda, işyerinde, sendikada, örnekleri çoğaltmak mümkün. Testi mi? Çok kolay! En itiraz edilecek alanların birinden devam edeyim. Hak mücadelesine girişin, karşılaşılan muameleler hemen açık eder durumu. Hak talebinin kendisinde de tabii. ‘Hak verilmez alınır’ şiarı kafamızı karıştırmamalı. Sanıldığı gibi, çoğu zaman fedakârlık ilişkisini kırmaz. İstenilen gerçekten hak mı? Yoksa ‘esirgenenin’ talep edilmesi mi? ‘Gasp edilenin’ geri verilmesi beklentisi mi? Ez cümle çoğu kere hak denilen lütufla bulanmış olmasın? Ya da hoca öğrenci ilişkisi, çok zaman ebeveynliğe ‘terfi ettirilen’, not konusunda ceplerinde akrep olduğu söylenen, ‘sen almadın ki ben verdim o notu’ diyen hocalar. Her sokak başında çarptığımız makbul yurttaş, devlet miti; borcu hiç bitmeyen yurttaş, yoksam yoksunuz diyen devlet.
Fedakârlık ilişkisi ve ona zemin hazırlayan toplumsallaşma düzeneği ile birlikte serpilip gelişen ve toplumun kılcal damarlarında dolaşıp duran, çoğu toplumsal ilişkiyi tutsak eden, en hafif haliyle gölgeleyen hınç oluyor. İlişki ve düzeneğe bakılınca, burada, kızgınlığın, öfkenin, garaz ve intikam isteğinin, hasetin, parça parça, inişli çıkışlı, kimi kez kesintili olarak biçimlendiğini çıkarsamak mümkün. Max Scheler hıncın bu duygu durumlarının bir bileşkesi olduğunu hatırlatıyor Hınç-Ressentiment adlı eserinde. Bileşkenin parçalarını birbirine bağlayan, bağlarken birimleri güçlendiren, güçlendirdiği birimlerle daha bir güçlenen değersizleştirme, zayıflık, iktidarsızlık.
Fedakârlık ilişkisi bu duygulara vesile oluyor bir yanıyla, ama asıl önemlisi köklerinin olduğu toplumsallaşma dizgesinden beslenen kanallarla değersizleştirmeyi, zayıflığı, iktidarsızlığı üretiyor. Kızgınlık ve öfke ifade bulsa sönümlenebiliyor, engellendiği orandaysa güçleniyor, intikam isteğini ateşliyor. İsteklerin karşılanmaması, kaale alınmama, karşılığını almama kızgınlık ve öfkenin nedeni; sistematik olarak isteğin beklentiye dönüştürüldüğü bir ilişkide kızgınlık ve öfke zaten elde var bir. Eksik ve erteleme intikam isteğini perçinleyip garaza demir atmasını kolaylaştırıyor. Hak gaspına karşı çıkmak yerine, ‘nasılsa benim de günüm gelecek’ diye ya da gasp edenin bir gün belasını bulacağını beklemek, tökezlemesinden içinin yağları erimek intikam isteğini olsa olsa kısa süreliğine teskin ediyor. Asıl olarak onu mayalıyor. Üstelik imkânlarla toplumsal koşullar arasındaki bağ görünmezliğe gömüldükçe intikam ve haset duygularının kucağına düşmek çok kolaylaşıyor. Onların rüzgarıyla artık istek daha da zayıflar. Döngü tamamlanır, bir anafor gibidir. Ülkenin tepesinde düzünde hıncın“bedbahtlar zalim olur”(1) şiarı çınlar hale gelir.
Hele bir de hıncın dağılması ve seyrekleşmesini güçleştiren, tersine birikimi için verimli topraklar varsa, yani toplumsal kurumların, özellikle siyaset, eğitim gibi kurumların, hukuksal düzeneklerin hak ve eşitlik değerleriyle işlemediği veya çok sorunlu işlediği toplumlar söz konusuysa bu şiar, artık böylesi bir toplumun neredeyse gerçekliği olur maalesef.