Ne ile karşı karşıyayız? Bizi yönetenler nasıl yönetebiliyor? Hangi araçlarla ve hangi duygulara hitap ederek? Nüfusun büyük çoğunluğunun borçlu oluşunun gerekçesi nedir? Toplum olma vasfı dahi tartışılır hale gelen Türkiye kalabalığı, nasıl oldu da devlete ve muhtelif vakıflara muhtaç hale getirildi? Her gün gözlemlediğimiz ve giderek artan hıncın gerekçeleri nedir? İktidar nasıl oluyor da birbiriyle taban tabana zıt siyasi tercihlerini seçmenine kabul ettirebiliyor?
1930’ların Alman toplumu konusuna kısa bir ara vererek, bir iki kitaptan haberdar etmek istiyorum. İlki, siyaset bilimci Zafer Yılmaz’ın çalışması.
Kemalistlerin, liberallerin, sol liberallerin, sosyalistlerin, devrimcilerin, muhafazakârların, dindarların, milliyetçilerin, laiklerin ve daha nicelerinin şaşmaz biçimde ‘haklı’ olduğu ve ‘doğru’ değerleri savunduğu Türkiye’nin bu hâlde olmasının nedeni; ‘kim,’ ‘kimler’ ya da ‘ne/neler’ olabilir?
Peki, ‘cahil halk’ olabilir mi? Hani şu, ‘kömüre’ oy veren. Ya Atatürkçülük’ten verilen ödünler? Dindarlık? Dindar olmamak?
Çok uzun bir liste çıkarmak mümkün. Herkesin içinden seçip alabileceği bir gerekçe bulunabilir. O ‘herkes,’ belli koşullarda yetişmiş insanların toplamı. O koşullar, egemen sınıf, müttefikleri ve onlarla mücadele edenlerce belirleniyor. O egemen sınıf bir tarihe sahip ve o tarih, aynı sınıfın dünya üzerindeki çağdaşlarından farklılıklar arz ediyor. O farklılıkların sayısız gerekçesi var; siyasal, kültürel, dinsel vesaire.
Halihazırda içinde sıkışıp kaldığımız cenderenin ‘niteliğini’ kavramadan, kurtulup nefes alma ihtimalimiz yok. Serinkanlılık bunun için gerekli. Asgari mutluluk ve umut da, o serinkanlılığa sahip olabilmek için.
Sayısız gerekçeden birine tutunup başımıza gelen her şeyi aynı olguyla açıklama çabası, düşünsel bir konfor sağlayabilir ancak o konfor, zannedildiği kadar olumlu bir zemin sunmaz. O konforun sonucu, ziyadesiyle haklı hisseden, buna mukabil fazlasıyla mutsuz, kızgın ve çaresizce süren yaşamlar oluyor.
Hâl böyleyken, ‘Başımıza gelenler Atatürk ilkelerinden uzaklaştığımız içindir,’ diyene, 2018 yılında o ilkelerden ne anladığı ve ilkeleri nasıl yorumladığı; demokrasiden söz edene, somut talepleri ve özlemleri; dindarlığın nimetlerini savunanlara, toplumsal hayatı nasıl algıladığı sorulmalı. Klişelere, genellemelere fazla itibar etmemeli. Genel kabullerin tümü sorgulanmalı. Türkiye, bir kitap okuyanın yarım kitap okuyanı aşağıladığı, bunu kendinde hak görebildiği bir yer. Ödünsüz biçimde ‘eşit olmak’ savunulmalı. Tüm ilişkilerin bu ‘eşitlik’ düşüncesi üzerine inşa edilmesi gerekliliği bıkkınlık verecek ölçüde tekrar edilmeli.
Bugün söz etmek istediğim kitap, AKP döneminde yaşananları anlama çabasına ‘serinkanlı’ katkılardan biri. Yazarı Zafer Yılmaz. Yayın tarihi 2018 (İletişim). Cazip bir başlık var kapakta: “Yeni Türkiye’nin Ruhu, Hınç, Tahakküm, Muhtaçlaştırma” Çoğu yıllar içinde aynı eksende yazılmış ve geliştirilmiş makalelerden oluşuyor.
Ne ile karşı karşıyayız? Bizi yönetenler nasıl yönetebiliyor? Hangi araçlarla ve hangi duygulara hitap ederek? Nüfusun büyük çoğunluğunun borçlu oluşunun gerekçesi nedir? Toplum olma vasfı dahi tartışılır hale gelen Türkiye kalabalığı, nasıl oldu da devlete ve muhtelif vakıflara muhtaç hale getirildi? Her gün gözlemlediğimiz ve giderek artan hıncın gerekçeleri nedir? İktidar nasıl oluyor da birbiriyle taban tabana zıt siyasi tercihlerini seçmenine kabul ettirebiliyor? Yönetenler her durumda mağduriyet söylemini üretmeyi nasıl başarıyor? Yurttaş kalabilmek için neler yapmalıyız? Yurttaşlar arasında dayanışma ağları örmenin yolları nelerdir? Muhalefet, eleştiriden bağışık mıdır? Kanaat toplumunda ‘işlevsel’ entelektüel kimdir? Neden reaktif duygular arasında sıkışıp kaldık?
Zafer Yılmaz, günümüzü ve bugüne varışımızı anlamak için sorular sorarak, okuyanı tartışmaya dahil ederek ilerliyor, birbirine eklenen, biri diğerindeki boşluğu dolduran yazılarında. Yılmaz’ın temel varsayımının (ve her yazıda satır arasına sinmiş konu), Türkiye’nin bir ‘kanaatler toplumu’ haline geldiği ve bu hâlin, hemen her sorunun başarıyla bir ‘açmaz’ olarak bırakılıp giderek derinleşen sorunlara kaynaklık etmesinde gözlemlenebildiği, olduğu söylenebilir. Kanaat toplumu haline gelmek bir olgu; ancak diğer tüm sorunların ‘yönetilebilmesi’ için gerekli hale gelmiş/getirilmiş bir olgu. Önce iktidar tarafından yaratılan, sonrasında iktidar ve muhalefet tarafından güçlendirilen, insanları düşünme çabasından alıkoyan ‘vahim krizlerin’ filizlendiği tarlanın gübresi, kanaat toplumu. Şöyle başlıyor Yılmaz:
“Türkiye’de yalnızca düşünme çabası açısından değil, kalabalıkların geçim mücadelesi açısından da gündelik olanı hâkim kılma, siyasi tercihler bağlamında reaktif kanaatler ve duyguları belirleyici hale getirme, anlık tepkileri yüceltme ve siyasal tahayyülü otoriter imgelerle donatma edimi, güçlü siyasal ekonomik ve kültürel temellere sahip bir yönetim stratejisi aslında... Bu krizler, sadece devletin, toplumun ve ekonominin kuruluşuna ilişkin temel açmazların kaçınılmaz sonucu değil, aynı zamanda kalabalıkları yönetilebilir kılmanın, siyasal alanı dar bir devletçiliğe hapsetmenin ve eşitlik talep eden hak mücadelelerini bastırmanın en temel aracı.”
İşte bilinçli bir çabanın sonucu olan bu ‘kanaat toplumu;’ siyaseti, yurttaşların refah, mutluluk ve özgürlüğüyle ilgili bir sorun olmaktan çıkarıp devleti tanzim ederek onu bir kez daha güçlendirmeye yönelik bir eylem haline getiriyor. Dinmeyen bir ‘baskının’ eşlik ettiği sürekli kriz, topyekûn kriz içindeki ülke gerçeği, farklı kanallarla yayılan kanaatler ile yönlendirilen kalabalıkların, devleti basit bir kurumun ötesinde algılamasına neden oluyor. Yazarın ifadesiyle devlet, yurttaşlık bağı ile bağlı olunan bir örgütlenme değil, içerdiği kalabalıkların ‘devlet gibi’ olduğu, ‘devlet gibi’ davrandığı bir ‘arzu’ halinde. Devlet gibi olma/davranma, hem geleneksel hem muhalif entelektüelin zihninde de epeyce güçlü bir yer tutuyor. Haliyle, ‘organik,’ yalnızca iktidarın değil, muhalefetin aydınları için de geçerli olabilen bir sıfat.
Peki bu süreklilik hali nasıl kesintiye uğratılabilir ve farklı bir yurttaşlık nasıl inşa edilebilir?
Yazar, kanaat endüstrisi, hınç toplumu ve mağduriyet tahayyülleri başlıklarını ayrıntılı biçimde çözümleme çabasına, “Günümüz Türkiye’sinde yurttaş olmak, daha doğrusu yurttaş olarak kalmak için ne yapmalıyız?” sorusunu yönelterek başlıyor. Toplumun bir kesiminin, giderek daha da artan biçimde (Arendt’e atıfla) ‘haklara sahip olma hakkını’ kaybettiği, meşru siyasal topluluğun dışında kaldığı (mezhepçilikle, terörist ithamlarıyla, vatana ihanet suçlamalarıyla, milliyetçilikle, tektipleştirmeyle, önyargıları canlandırmakla vs.) düşünülürse, günümüz Türkiye’sinde ‘yurttaş kalmanın’ kendisi bir mücadele konusu haline gelmiş durumda. Haliyle söz konusu mücadele, aynı zamanda (Necmi Erdoğan’a atıfla), “...Türkiye toplumun ortak adalet hissiyatını ve dolayısıyla da bir siyasal ‘toplum olma vasfını’ yitirdiği...” bir andan geri dönebilmek için de hayati.
Yılmaz, çalışmasının bu aşamasında yeni Türkiye’nin ruhu konusuna değiniyor. Yeni Türkiye’yi karakterize eden böyle bir ruh var mı? Üzerinde konuşabileceğimiz bir siyasal toplum var mı? Kutuplaşan ülkede davranışlarımızın belirleyicileri neler?
Soruların yanıtları için, ‘kültürel iklime’ ve ‘toplumun bütünsel yapısına’ bakmak gerektiği iddiasıyla devam ediyor yazar ve siyasetteki semboller ile bu sembollerin gücünü, iğneyle kuzu kazarcasına çözümlemeye çalışıyor. Türkiye siyasetinde hangi semboller (devlet, millet, kurucu lider, vatan, din...) siyasal alanının çizgilerini belirliyor? Yanıt arayışında, sembollerin, muhalefetin sınırlarını çizdiğini de (haklı olarak!) göz ardı etmiyor.
Türkiye’de siyasetin merkezi görevi, kanaatleri ve duyguları organize etmek, tanımlamak ve AKP ile yeni kanaat endüstrisi bunu gayet iyi anlamış durumda. Rejim, toplumu ‘biz ve onlar’ olarak kutuplaştırırken, ‘organik yalancılığın’ her türünü hayata geçiriyor. Yılmaz, ‘organik yalancılık’ kavramını Max Scheler’den devralmış:
“Bütün bilinçli yalanların ve çarpıtmaların ötesinde derin bir organik yalancılık vardır. Burada çarpıtma, bilinç düzeyinde değil, izlenimler ve değer hisleri daha ilksel zihin süreçleriyle aynı aşamada oluşur... Yanılgıyı organikleştirmiş birinin yalan söylemesine gerek yoktur. Hatırları, izlenimleri ve hisleri otomatik biçimlendirme süreci onun durumunda gayri iradi biçimde eğrilmiştir; öyle ki artık bilinçli bir tahrife gerek kalmamıştır...” Kabataş fantezisini günlerce gündemde tutan medyanın, ‘organik refleksler vermeyi içselleştirmiş bir sosyal tip yaratmaya kendini vakfetmesi,’ konuya dair yerinde bir örnek olabilir. Haliyle, örgütlü bir çarpıtma faaliyeti açısından, sosyal medyanın, dijitalleşmenin ve tabii trollerin katkısı ile hınç toplumu inşası sürecinde iktidarın kazdığı kuyuya düşen muhaliflerin durumunu (hor görme, küçümseme, dışlama vs.) uzun uzadıya anlatmaya gerek yok herhalde. Yılmaz bu bölümde, bir yandan AKP’nin muhalefet için de bir rol biçtiğini ve bunu çeşitli stratejilerle başarıyla kabul ettirdiğini ayrıntılı biçimde anlatırken, diğer yandan ‘demokratik tahayyülü canlandıracak bir cumhuriyet projesinin’ gereğine (ayrıca, bu yolda yapılması gerekenlere) de işaret ediyor. Reaksiyoner entelektüellerin tavrının da, insanları ‘keşfetmekten ve düşünmekten’ alıkoyduğuna dair tespiti, muhalif olana da yönelmiş eleştirisinin özeti sayılabilir.
Yılmaz, kanaat ve hınç toplumuna ilişkin açıklamaları ardından, AKP’nin yoksulluk ile kurduğu ilişkiye geçiyor. Paternalizm, muhtaçlaştırma ve tahakküm kurma yolları. Hayırseverliği örgütleyerek (merkezi ve yerel düzeyde, özellikle mahalle odaklı) ‘minnet’ üretmek. İktidara tabi kılmak için yoksulun olası çarelerini elinden almak. Soma’da hayatını kaybeden bir işçinin yakınının “Vura vura bizi büktüler...” ifadesiyle dile getirdiği boyun eğdirme hedefi. Kentsel dönüşüm ile yoksulluğun istenen mecraya kanalize edilmesi.
Yılmaz, AKP hayırseverliğinin (‘minnet ekonomisi’ olarak adlandırdığı) niteliğini, ‘muhtaçlaştırma’ kavramı ile açıklıyor. ‘Sosyal görevleri’ olan devletten, borçlu hale getirilmiş ve borçluluğun siyasal sermayeye dönüştürüldüğü (gönüllü ya da zorunlu ideolojik destek ve oy deposu anlamında), ‘hayırsever’ devlete dönüşüm. Çok önemli bir ayırım; çünkü sosyal devlet ile yurttaşı ile arasında siyasal ve saygın bir bağ söz konusu. Oysa hayırseverlik, yurttaş saygınlığı değil, karşılığı ödenmesi gereken bir minnet duygusuna dayanıyor. Ancak Yılmaz’a göre sorun, genellikle yapıldığı gibi ‘hak-sadaka’ ya da ‘popülizm-hegemonya’ gibi ikilikler arasına sıkıştırılamayacak anlamlar taşıyor. Yılmaz’ın şu tespiti, üzerine düşünmeye değer:
“Sosyal yardımlar üzerine medyadan da aşina olduğumuz tartışmalarda sorun, yoksullara ve onların siyasal iktidarla kurduğu ilişkiye dair geniş ve çok katmanlı bir temsil çerçevesi üzerine inşa ediliyor. Bu temsil çerçevesi içerisinde, makarna ve kömür için oyunu sattığı iddia edilen yoksullar, bir taraftan oyunu satabilecek kadar muhasebe yapma kabiliyetine sahip rasyonel özneler mertebesine ‘yükseltilirken,’ diğer taraftan ise kendi uzun dönem çıkarlarını göremeyen yanlış bilinç kurbanı mağdurlar derecesine indiriliyorlar...”
Bu kısımda siyasal İslamcılar’ın vakıflar, dernekler aracılığıyla nasıl bir ağ kurduklarını, ağın dinsel söyleme dayalı ideolojisini, ‘borç-minnet’ kapanını ve ilk bakışta şaşırtıcı görünen ‘AKP’nin, yoksulların neoliberal siyasete desteğini kazanışını’ (yurttaşlık temelinde değil, cemaat inşasına dayalı) anlatıyor Yılmaz. Bülent Arınç’ın, 2010’da ‘Yılın Yoksul Babası’ seçildiğinde yaptığı konuşmadan yapılan alıntı ise ibretlik!
Muhalif okumuşların da payını aldığı ‘Türkiye ve işlevsel entelektüelleri’ sorunu, OHAL dönemine dair ‘plebisiter otoriterlik’ analizleri ve bu analiz bağlamında Türkiye’nin muhtelif ‘sollarına’ dönük eleştiriler, hep birlikte olduğumuz iddia edilen meşhur ‘gemi’ ile ‘filikalar’ meselesi ve kitabın ana eksenini çevreleyen diğer kısa yazılar...
Zafer Yılmaz, her başlık altında kendi çözüm önerilerini de tartışmaya açmaktan geri durmuyor. Tümünü bir iki satırda özetlemek mümkün değil kuşkusuz. Buna mukabil, siyasetin yok edilmeye çalışıldığı bir ortamda, herkesi yeniden siyasete davet ettiği satırlara katılmamak güç.
Her ne yaşıyorsak, önce onun üzerinde aklıselim ile düşünmeyi, anlamayı ve barışçıl çözümler bulmayı salık veren kitaba dair son söz, yazarının olsun:
“...Bizi bu cehennemden çıkaracak yegâne şey, sadece ve sadece yeniden siyasete inanmak ve bunun için de toplumdaki eşitlik, özgürlük ve adalet taleplerini radikalleştirerek, anti-siyaset yüklü ve baskıcı bu tür atılımları göğüsleyebilecek bir demokratik projeyi, toplumdaki herkes için üretmek. İçeriğini dolduramasak da bu talebin arkasındaki arzudan asla vazgeçmemeli... Nereye gidersek gidelim, yeni bir ülke bulamayız, nereye bakarsak bakalım başka bir deniz göremeyiz.”