Başkanlık rejimi referandumu sonucu toplumun ikiye yarıldığını kapkalın bir çizgiyle tescil etti. Yalnızca İstanbul’un (oranları yuvarladım) Kadıköy (yüzde 81), Beşiktaş (yüzde 83), Şişli (yüzde 72), Bakırköy (yüzde 78), Ankara’nın Çankaya (yüzde 78) ilçelerindeki ve İzmir’in (yüzde 69) toplam HAYIR oyu oranına bakmak bile bize yeni rejimin sekülerler tarafından reddedildiğini gösteriyor. Trakya Bölgesini ve hatta İç Ege’yi dahi bu kategoriye katmak mümkün.
Yerleşim birimlerinde yıkıma yol açan terörle mücadele harekatlarının yürütüldüğü ve geleneksel olarak HDP’nin güçlü olduğu Doğu ve Güneydoğu bölgelerinin Kürt nüfus yoğunluklu illerindeki HAYIR oyu oranlarına baktığımızda, Kürtlerin de blok halinde yeni rejimi reddettiğini görüyoruz. Dersim/Tunceli’yi de kendine özgü yapısıyla bu gruba dahil edebiliriz. Buralardaki 1 Kasım 2016 seçimleriyle karşılaştırma yapıldığında Kürtlerde görülen EVET’e teveccüh eğrisi, bu gerçeği değiştirmeye yetmiyor.
GSMH’nin illere, dağılımına bakılırsa, yüksek refah düzeyiyle HAYIR arasında da doğrudan bir ilişki olduğu anlaşılıyor. Buradan “tuzukuru” olanlar yeni Türkiye’ye direniyor gibi çarpık bir sonuca varılmasın. Üreten, okuyan, vergi veren, çalışan, en az EVET oyu veren kadar ülkesini seven ve bu toprakları vatan bellemiş yurttaşlar da demek çoğunlukla HAYIR diyor.
Neredeyse bütün büyük kentlerde HAYIR önde geldi. Sayalım: İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Diyarbakır, Mersin, Antalya, Eskişehir, Edirne, Manisa, Denizli.
Bu yazının yazıldığı 17 Nisan günü itibarıyla YSK web sayfasında referandum sonuçlarına dair bilgi yoktu. Ama Sayın Cumhurbaşkanı defalarca kamuoyu önüne çıkarak sonucu ilan etmiş ve yeni rejime geçtiğimizi bizlere duyurmuştu.
Referandum, OHAL devam ederken ve TBMM’de temsil edilen üçüncü büyük partinin iki eşbaşkanı ile onun üzerinde milletvekili hapisteyken yapıldı. Resmi rakamlara göre yukarıda sözü edilen Kürt illerindeki terörle mücadele operasyonları nedeniyle yerlerinden edilmiş ve yeniden nüfus kayıtlarını yaptırıp yaptıramadıkları belli olmayan yurttaş sayımız 350.000’in üzerindeydi.
YSK, referandumun yapıldığı gün mühürsüz oy pusulalarının geçerli sayılacağını açıkladı. 1 Ağustos 1975’te Helsinki Nihai Senedi’ni imzalayan 35 ülkeden biri sıfatıyla kurucusu olduğumuz AGİT gözlemcileri ise YSK’nın bu kararını da örnek vererek, referandumun demokratik standartlara uygun yapılmadığını raporladı. Muteber Venedik Komisyonu raporlarını onayan, keza kurucusu olduğumuz Avrupa Konseyi, bizi yeniden, 2004’te AKP hükümeti dalaletiyle çıktığımız “gözetim altındaki ülke” statüsüne almak üzere.
Burada, daha önceki yazılarımda belki çoğu zaman satır aralarına saklayarak, sizlere acizane bir şeyler anlatmaya çalıştım. Aksiyon başladığında, zaman hızlı akar dedim. İç Savaş süreçlerinde görev yaptığım Irak ve Cezayir’den olumsuz örnekler verdim. Ülkesini 1958 bunalımından çıkaran Fuad Chehab’ın “ne galip, ne mağlup” çağrısını aktardım. Hukuk devleti, laiklik, çoğulculuk, ademimerkeziyetçilik kavramlarıyla demokrasinin yaşamsal ilişkisine dair görüşlerimi paylaştım.
Oysa geldiğimiz aşamada, yukarıda ana hatlarıyla eskizini çizmeye çalıştığım tablo ortadayken, referandumun ardından Sayın Cumhurbaşkanı “AGİT diye bir örgüt var Avrupa’da. Kendilerine göre bir rapor hazırlıyorlar.” diyor. “Şimdi Avrupa Birliği görüşmelerini dondurmakla tehdit ediyorlar. Bu onların vereceği bir karar değil. Bizim için bu çok da önemli değil.” diyor. “Fırat Kalkanı bizim son değil, ilk operasyonumuzdur. Nereye ve ne kadar operasyon gerekiyorsa hepsini yapmakta kararlıyız.” diyor. İdam cezası için “Parlamentodan geçti, benim önüme geldi, ben bunu onaylarım. Eğer olmadı, bir halk oylaması da onun için yaparız.” diyor.
Şeamet tellallığı yapmak istemem ama bu gidiş, iyi gidiş değil. Bu freni patlamış bir kamyonun, yokuş aşağı tehlikeli gidişi. Dünyanın en yetenekli sürücüsü bile oturuyor olsa o direksiyonda, durumu toparlaması artık çok zor hatta olanaksız. Evet, EVET oylarının tamamına yakınını belki Sayın Erdoğan’ın kendi aldı. Evet, muhtemelen bugün de bir seçim yapılsa, İstanbul ve Ankara’da, oy kaybına rağmen yine birinci parti AKP. Ama Sayın Erdoğan’ın en güçlü olduğu yer, aynı zamanda en zayıf noktası. Zira, kendinden başka kimse kalmadı. Parti, devlet ve rejim onun şahsında birleşti.
Oysa bakınız insanlar yeniden sokaklara çıkma ihtiyacı hissetti. Çoğul, rengarenk ve sivil HAYIR kampanyası yeni siyasetin filizlerini içinde barındırıyor. Doğru, bu delege yapısıyla, Sayın Kılıçdaroğlu’nu CHP Genel Başkanlığı’ndan oynatmak imkansız. Ayrıca ana muhalefette ne değişim ne dönüşüm emaresi var. Ama sözünü ettiğim bundan büyük, derin ve yaygın bir şey. Hatta gelecekteki büyük demokrasi uzlaşısının doğum sancılarını da bize yaşatıyor.
Sonuç olarak, 80 milyon nüfuslu ülkemizde, 50 milyon seçmenin oy kullandığı referandumda, yalnızca 750.000 oy farkla 200 yıllık parlamenter sistemimizi bırakmış ve dünyada eşi benzeri eğer Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan gibi herhalde demokrasi sayılamayacak kimi Türk cumhuriyetlerini dikkate almazsak olmayan bir “demokratorluk” rejimine geçmiş sayıldık.
Korkarım, ileride bugünleri tarihsel, toplumbilimsel açılardan açıklayan değerlendirmeler yapıldığında, “hınç” kavramı merkezi önem arz edecek. Hınçla, ite kaka, zorla Türkiye gibi gecekondu statüsünde addedilemeyecek bir ülkeye 200 yıllık bir ters takla attırılabileceğine ben inanmıyorum. Ortak çatımız cumhuriyetin taşıyıcı sütunlarına hınçla saldırmanın, ülkenin damarlarındaki alyuvarlar olan her kesimden aydınları, sekülerleri hınçla ötekileştirmenin, hakkını arayan Kürdü, Aleviyi yine hınçla kriminalize eden yaklaşımın çatıyı başımıza göçerteceğinden ciddi biçimde kaygı duyuyorum. Tam demokrasinin yollarını akılla, özenle, inatla ama hep barışçıl biçimde aramaya devam etmeliyiz diyorum.