‘Hitler’ Baran’ın tabletini çaldı!   

Her gün biraz daha sertleşen şiddet ve baskıyla gazeteciliğimiz suç olarak lanse ediliyor. Asıl amaç, Kürtlerin sesini kısmak, haberin dolaşımını engellemek.

Abone ol

Sedat Yılmaz 

Alman yazar Judith Kerr’in özyaşam öyküsünden yola çıkarak kaleme aldığı “Hitler Oyuncağımı Çaldı” kitabı her ne kadar çocuklara yönelik yazılmışsa da “Türklük Sözleşmesi”nin imtiyazlarından faydalananlara önerimdir. Kitap, Nazi propagandasının yoğunlaştığı, Hitler'in iktidara yaklaştığı kaotik bir dönemde, Anna’nın (kitabın ana karakteri) gazeteci-yazar babası için tek kurtuluş yolu olarak Almanya’yı terk etme hikayesini işliyor. Devamında “Hayatta kalabilmek adına sahip oldukları her şeyi geride bırakmak zorunda kalan Anna ve ailesi”nin mücadelesini eşsiz bir dille sunuyor.

Michael Morpurgo, kitap için yazdığı önsözde “Doğduğunuz, büyüdüğünüz, vatanınız bildiğiniz topraklardan uzaklaştırılsanız neler hissederdiniz?” diye soruyor. Aynı soruyu önceki gün Diyarbakır’da gözaltına alınan 20 Kürt gazeteciye karşı Egelilerin deyimiyle “Yat kulağın üzerine” yapan ama “kardeşlik, barış, özgürlük, demokrasi, hukuk, adalet” gibi kavramları da sakız gibi çiğneyen “gazeteci, aydın, yazar, siyasetçi, ulusal ve uluslararası meslek örgütleri” ile tüm “muhaliflere” yöneltiyorum. Şimdi “ölü taklidinizi” bir kenara bırakarak, sizi Anna’nın hikayesine benzeyen Mahir Baran’ın hikayesine davet ediyorum. Sizi uykunuzdan uyandırdığım için bağışlayın, zira 20 (aşçıyla birlikte 21) çalışma arkadaşım üç gündür “deliksiz uyku” nedir bilmiyor.   
 
Mahir Baran, henüz anaokulu öğrencisi. Mahir Baran, “Yedi cihana hüküm sürmüş, dünyada oyun kuran-bozan, uzaya çıkan, yerli-milli otomobil üreten, tüm kapitalist-emperyalist devletleri hizaya getiren, çağ üzerine çağ atlayan, büyük, güçlü, kudretli” Türkiye Cumhuriyeti’nden henüz bihaber. Mahir Baran, 38 günlük bir bebekken kapılarının kırıldığından ve babasının balkonda ölümle pençeleştiği günlerden de bihaber. Ama Mahir Baran, bir kez daha ayın 8’inde yine sabahın köründe evlerine davetsiz giren silahlı adamların üzerinde bıraktığı korku ve şiddete tanıklık etti. Ve Mahir Baran, babasını alıp götüren bu silahlı adamları asla unutmayacak. Kuşkusuz çocuk hafızası, babasının alınıp götürülmesini bir süre sonra unutacak ama oyuncağı olan tabletinin götürüldüğünü yaşamı boyunca unutmayacak. Çünkü kapıda beni görür görmez, babasını değil, oyuncağını yani tabletini eli silahlı adamların götürdüğünü söyledi. Mahir Baran, bir gün mutlaka kapılarında duran darbe izlerini de soracak. Zaman, mekân ve “güçlüler” farklı olsa da "Anna’nın hafızası" Mahir Baran’da tekrarlanıyor. Mahir Baran’ı merak etmeyin, adı gibi sağlam, güler yüzlü ve mutludur.  
 
Mahir Baran, 10 yıldır aynı masada karşılıklı çalıştığım meslektaşım Ömer Çelik’in oğlu. Ömer’in evine her gittiğimde kapı numarasına bakmıyorum, polisin kapıda bıraktığı darbelerin izlerine bakarak doğru adreste olduğuma karar veriyorum. Ömer, Kürt basınına yapılan her baskında es geçilmeyen bir gazeteci.  

Gözaltına alınan gazeteci Ömer Çelik'in kapısında polis baskınından kalan darbe izleri

Hatırlayacaksınız 2011 yılında Cemaatin yaptığı “KCK Basın Operasyonu”nda 46 gazeteciyle birlikte gözaltına alınıp tutuklanan Ömer, 1.5 yıl cezaevinde kaldı.  

RedHack’in Eylül 2016’da dönemin Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Berat Albayrak’ın e-posta hesabını ele geçirip yaydığı bilgilerden dolayı haber geçen 5 meslektaşıyla birlikte gözaltına alınıp tutuklanan Ömer, bu davadan da 11 ay cezaevinde kaldı. Ömer’in hakkında süren sayısız dava var.  

Sadece Ömer’in değil, yaklaşık 20 yıldır birlikte çalıştığım Serdar Altan’ın kızı Arjin’in babasının arkasından bakışını biran gözünüzün önüne getirin. Aren bir yaşındayken ve Mira henüz doğmamışken ülkeyi terk etmek zorunda kalan babaları Aziz Oruç'un, serbest bırakılmasının üzerinden bir yıl geçmeden yeniden gözaltına alınmasını kim nasıl yazıya dökebilir! Ya da zaman zaman birlikte çalıştığım JINNEWS Müdürü Safiye Alagaş, Xwebûn Gazetesi Yazı İşleri Müdürü Mehmet Ali Ertaş, Suat Doğuhan, Ramazan Geciken, Esmer Tunç, Neşe Toprak, Zeynel Abidin Bulut, Mazlum Doğan Güler, Mehmet Şahin, Elif Üngür, İbrahim Koyuncu, Remziye Temel, Mehmet Yalçın, Abdurrahman Öncü, Lezgin Akdeniz ve Kadir Bayram’ın hikayelerini nasıl sığdırayım bu yazıya!  

Amacım duygu sömürüsü yapmak değil. Buna ihtiyaç duyanın kalemi kırılsın. Ancak bilmelisiniz ki arkadaşlarımıza yöneltilen suçlamaların aslı astarı yoktur. Bugünle sınırlı bir baskıyla karşılaşmıyoruz. Topluca gözaltına alınıp tutuklananlarımızın sayısını bile bilmiyoruz. Türkiye kamuoyu yanıltılıyor. Her gün biraz daha sertleşen şiddet ve baskıyla gazeteciliğimiz suç olarak lanse ediliyor. Asıl amacın, Kürtlerin sesini kısmak, haberin dolaşımını engellemek, Irak Federe Kürdistan Bölgesi’nde süren ve çarpıtılan savaştan herkesi habersiz bırakmak, yine olası bir Kuzey-Doğu Suriye operasyonunda Kürt basınını susturmak, işareti verilen seçimde istedikleri gibi at koşturmak ve iktidara karşı birleşik, demokratik bir mücadeleyi parçalamak olduğunu bilmenizi isterim. Bu yüzden de Türkiye’nin batısında yaşanan hukuksuzluk, adaletsizlik, baskı ve zulüm için gösterilen refleksi Kürtler için de göstermek zorundasınız. Aksi halde bu cehennemden tek başınıza kurtulamayacaksınız.  

Son olarak Morpurgo'nun kitap için yazdığı “(…) yıllar geçtikçe daha da anlamlı bir hâle gelmiştir; çünkü Hitler döneminin olduğu kadar, bizim zamanımızın da hikâyesidir” cümlesiyle tamamlayayım söyleyeceklerimi. Belki bu yazı bazılarınızı rahatsız edip, utandırır. Ama biliyorum ki, “Utancın belleği zayıftır, çabuk unutulur.”  

Bu yazı da bir süre sonra unutulacaktır. Umarım hayat beni bir daha benzer bir yazıyı yazma utancında bırakmaz!