Hitler'i yanlış anladılar, ben ona hâlâ inanıyorum!
Führer'in, hep aynı şeyleri söylediği konuşmaları, bir Alman yarış arabasının kazandığı birincilik, tek tek açılan her bir yol, her parti kongresi, her bayram tarihseldir. Bayram bolluğu düşünüldüğünde, tarihsel olmayan çok az gün yaşanabildiğini tahmin etmek güç değil! Bunca 'tarihsel an' ile 'onurlandırılan' sıradan insanın, yeniden yazılan tarihin şanslı bir tanığı olduğunu düşünmemesi mümkün mü?
“Aşağılayıcı alayın ve dehşetin, panik halindeki korkunun ifadesi olan 'Yahudicik' ve 'kara ölüm', her ikisi de, Yahudilerden bahsettiği müddetçe, yani bütün nutuk ve beyanatlarında Hitler'de hep rastlayacağımız üslûp formlarıdır. Yahudilik karşısında başlangıçtaki çocukça ve enfantil tutumunun ötesine hiç geçememiştir. Gücünün esaslı bir kısmı da buraya dayanır, çünkü bu onu en küflü halk kitlesiyle birleştirir; makine çağında sanayi proletaryası değildir bu kitle, kısmen bile olsa kırsal nüfus da değildir, daha ziyade, küçük burjuvazinin birbirine sokulmuş kalabalığından oluşur.” (Victor Klemperer, LTI).
Geçen hafta başladığım ve önümüzdeki hafta bitireceğim Klemperer'in LTI (Nasyonal Sosyalizmin Dili) adlı eserine devam...
İlk yazının, daha doğrusu Nazi yıllarına dair hemen her yazının ana sorusu şuydu: Tarihin bir devrinde, nasıl oldu da sıradan insan en akıl almaz işleri yapan yalancı ve çapsız bir kaçığın peşine takılarak kendi ülkesinin, milyonlarca insanın mahvına neden oldu? Çok yakın bir geçmişte nasyonal sosyalizm gibi bir acımasızlığa nasıl göz yumuldu, nasıl taraftar buldu, en ürkütücü uygulamalar nasıl görmezden gelindi ya da hoşa gitti? Sıradan insan, sonrasında genellikle inkâr ettiği onca felakete, açık ya da zımni nasıl olur verdi?
Klemperer, rejimin ve vasat/sıradan Alman'ın 'dilindeki Nazilik' üzerinde duruyor. Yıllar boyu aldığı notlar ve kişisel gözlemleriyle, çılgınlığın özgül sözcüklerini, kavramlarını, davranış ve uygulamalarını çözmeye, aktarmaya çalışıyor. Yazarın gözlem ve incelikli yorumları yalnızca Nazi yılları bakımından değil, kuşkusuz türlü acımasızlıklara yol veren her toplumun anlaşılabilmesi için son derece yol gösterici.
Klemperer'in gözlemlerinden biri, başlangıçta Hitler'e gösterilen iltifat ve bazı aşırılıklarının sempatizanları tarafından günün koşullarıyla açıklanmaya çalışılması. Geçen hafta altını çizmiştim; Hitler yapacaklarını pek saklayan biri değil, buna rağmen destekleniyor. Klemperer, önce öğrencisi sonra ailenin bir ferdi gibi olan ve çok sevdiği T. ile yaşadığı deneyimi, politik görüşleri nedeniyle ilk 'yakın arkadaş kaybı' olarak anlatmış. Nazilik Saksonya'ya nüfuz edince, onlara sempati duyan T. ile tartışmaya başlamış ve “Savaş istediklerini görmüyor musun?” sorusuna, şu yanıtı almış: “Olsa olsa bir kurtuluş savaşı istedikleri, tüm milli halk cemaatinin, işçilerin ve sıradan insanların da lehine olacak bir savaş...”
Bu sözlerin sahibi yıllarca yazarın evinde yaşamış, eğitimli biri! Klemperer, T.'nin 'aklının menzilinden' kuşku duymaya başlayıp üzerine gitmeye karar veriyor ve arkadaşına can alıcı soruyu yöneltiyor: “...nasıl olup da kökenimden ötürü benim Almanlığımı ve insanlığımı tanımayan bir partiyi tutabiliyorsun?” Arkadaşı T., o meseleyi fazla ciddiye aldığını söyledikten sonra devam ediyor: “Yahudilik tantanası sadece propaganda amacına hizmet ediyor. Göreceksin, Hitler dümene geçsin hele, Yahudilere küfretmekten başka yapacağı şeyler olacak...” Yıllaca bir Yahudi'nin evinde yiyip içmiş birinin aymazlığını ve sonrasında adım adım Nazileşme sürecini etkileyici biçimde betimlemiş yazar. Örneğin, parti iktidara geldikten sonraki görüşmelerinde hal hatır sorduğu T., o gün başka bir muhitteki birkaç komüniste 'ceza seferi' düzenlediklerini, adamları dövdüklerini anlatıyor tüm doğallığıyla. Yazarın 'ceza seferi' ifadesini ilk duyuşu o gün olmuş ve kendi sözcükleriyle 'Nazice algıladığı ilk kelime' bu. LTI'nin ilk sözcüğü.
Nasyonal sosyalistler de her faşist gibi, kendilerini olduklarından çok daha önemli ve heybetli gösterme hastalığından mustarip. Kitleleri, onların gereksinim duyduğu, güç, büyüklük, sağlam irade, caydırıcılık gibi niteliklerin var olduğuna ikna edecek bir dünyanın yaratılması gerekiyor. Dil, bu işlevi gören çok önemli bir araç. Yazara göre kendisini çok ciddiye alır ve herkesi buna inandırmaya pek isteklidir Naziler. Öyle ki, onların elinin dokunduğu her şey birden bire 'tarihsel' bir önem ve değer kazanır. Führer'in, hep aynı şeyleri söylediği konuşmaları, bir Alman yarış arabasının kazandığı birincilik, tek tek açılan her bir yol, her parti kongresi, her bayram tarihseldir. Bayram bolluğu düşünüldüğünde, tarihsel olmayan çok az gün yaşanabildiğini tahmin etmek güç değil! Bunca 'tarihsel an' ile 'onurlandırılan' sıradan insanın, yeniden yazılan tarihin şanslı bir tanığı olduğunu düşünmemesi mümkün mü? Savaş ve yoksulluk içinde onuru kırılmış bir ulusun ihtiyaçlarından biri de bu değil miydi?
O tarihi üstün insan, ari ırk yazacaktı. Başta Yahudiler olmak üzere 'alt insan' türünden arındırılmış Alman 'halkı.' Haliyle devlet adamının hitabeti de yalnızca meclis üyelerini değil halkı muhatap almalıydı artık. Tüm konuşmalar halkın anlayacağı şekilde, 'halkça' yapılmalıydı. Ne demek bu? Şu demek: “Halkça, somuttur; bir konuşma ne kadar duygusal olursa, akla ne kadar az hitap ederse, o kadar halkça olur. Aklın yükünü sırtından atmakla kalmayıp onu devre dışı bırakmaya, onu uyuşturmaya yöneldiğinde, halkça olmaktan demagojiye ve halkı ayartmaya geçisin eşiği de aşılır.” Dolayısıyla halkça hitabet, akla değil duygulara dayanıyordu. Şunu hatırda tutmak gerek: Nazizm her ne kadar faşizmden çok şey öğrenmiş olsa da, “neticede özgül bir Alman hastalığı ve çok daha caniceydi. Rejimin tüm nitelikleri, propaganda yöntemleri dahil, o eşsiz vahşeti canlı tutmaya yönelmişti.
Bu bağlamda konuşmaların yalnızca içeriği değil, yapılma şekli de dikkate alınmalı. Herhalde herkes Hitler'in bir konuşmasının görüntüsünü seyretmiştir. Her tavrı ve sözcüğü aşırıdır, bağırarak konuşur, sözlerinde ritm ve müzikallik yoktur. Klemperer bu kasılarak 'böğürme' halindeki vakar yoksunluğunu özgüven sorunuyla açıklıyor. Kendisiyle ve hitap ettiği toplulukla barışık değil. Ancak bu üslup ve ruh hali Hitler'in kitleleri büyülemesine engel olmuyor. 1945'te artık her şey sona ermişken dahi, Führer'in doğum günü olan 20 Nisan'da talihin döneceğini, Alman saldırısının başlayacağını, çünkü Führer'in öyle söylediğini, onun yalan söylemeyeceğini, akli sebepler değil 'ona' inanılması gerektiğini düşünen çok insan vardı.
Bu ruh halinin, fanatizm olmadan sürdürülebilmesi mümkün değildi. Üçüncü Reich'ta 'fanatizm' sözcüğü olumlu bir sözcük olarak kullanılıyordu ve rejim tüm olanaklarıyla fanatizm eğitimi veriyordu. Özel günlerde yayın organları ve konuşmalar 'fanatik' sözcüğünden geçilmezdi: İmparatorluğun devam edeceğine dair 'fanatikçe' iman, fanatikçe yemin, fanatikçe sadakat... Hele ki yenilgi belirginleşip durumun vahametinin üzeri örtülemeyecek hale geldikçe, 'nihai' zafere 'fanatikçe iman' daha fazla dile getiriliyor. Yazarın ifadesiyle, “temel bir Alman erdemi olarak!” Klemperer 'fanatizm'den söz ederken, halkın Nazileri bilinçli desteklediğine kanıt olacak bir tespit yapıyor. Nazi döneminde aşırı kullanılmış pek çok kavramın döküntüleri, 1945 sonrasına da şu ya da bu ölçüde dile yayılmış durumdayken 'fanatik' kaybolmuş. Demek ki bu sözcüğün 'gerçek' anlamı bilinç altında tam 12 yıl boyunca canlıydı: “Hastalığa ve caniliğe eşit yakınlıkta sisli bir zihin durumunun on iki yıl boyunca en yüksek erdem olarak görüldüğü anlamına gelir bu.”
Nazilerin soy merakının isimlere nasıl yansıdığı, Eski Ahit'ten alınan isimlerin yasak oluşu, isim verirken geleneklere uygunluk saplantısı, sokak isimlerinin tarihten bulunup çıkarılanlarla değiştirilmesi, özel ve anlam yüklü kısaltmalar... Kısaltma her yerde yaygın tabii ancak LTI'nin özgün bir yanı var. Yazara göre, askerî niteliği çok güçlüdür ve Nazilerden önce hiçbir dilsel üslûp, Hitler Almancası kadar 'kesif' bir biçimde kullanmamıştır. Ordunun dilinde çok sayıda kısaltma var, özellikle teknik kısaltmalar, totallik iddiasındaki Nazizmin her şeyi 'teknikleştirme' ve birörnekleştirme eğilimine son derece uygun.
Şimdilik, belki günümüz açısından da anlamlı olur kanısıyla; Nazilerin, 1918-33 Weimar dönemi hükümet sistemini 'sistem' olarak adlandırıp onunla kavgaya tutuştuklarını, Weimar rejimini haddinden fazla partiye izin verdiği için bölünmeden sorumlu tuttuklarını, bu sistemin idarenin işleyişini yavaşlattığını düşündüklerini, “Parlamentarizmin altı ayda yaptığını yeni Reichstag'ın yarım saatte hallettiği” propagandasını yaydıklarını hatırlatıp, kitabın en etkileyici başlıklarından biriyle bitirmek istiyorum ikinci yazıyı. Haftaya üçüncü ve son yazıyla tamamlayacağım Klemperer'i...
Kitabın 18. bölümü: Ona İnanıyorum.
Adolf Hitler'e iman! Rejimin ilk yılında üniversitede asistan olan Paula von B., 1914'ten beri böyle mutlu hissetmediğini söyler. Klemperer şaşkınlıkla tepki gösterince Paula yazarın sözünü keser:
“...böyle asabi bir infiale kapılmanızı beklemezdim... Şu an alınganlık yapıyorsunuz, böyle büyük alt üst oluşlarda kaçınılmaz olan küçük tatsızlıklara ve güzellik kusurlarına takılıp işin esasını göremiyorsunuz. Pek yakında çok farklı değerlendireceksiniz.”
Aylar geçer, rejimin gaddar yüzü iyice açığa çıkar ve bir gün Paula ile yine karşılaşırlar. Artık dili değişmiştir. Örneğin arkadaşlarına karşı açık olmayı “Almanlık vazifesi” saydığını dile getirir ve bunun Almanlıkla ne ilgisi olduğu sorulunca şu yanıtı verir: “Alman olmanın veya olmamanın her şeyle alakası var, aslolan bir tek budur. Bakın, bunu Führer'den öğrendim veya... unutmuştuk, hepimiz bunu ondan öğrendik. Bizi yuvamıza geri döndürdü o.”
Paula, Klemperer'in yönelttiği en makul sorulara benzer yanıtlar verir. Her şeyin akılla açıklanması gerekmediğine inanır, herkes kendini duygularına bırakmalıdır ve Führer'in büyüklüğü her zaman, her yerde hazır ve nâzır olmalıdır. Bir daha karşılaşmamak için çaba harcar Klemperer. Ama sağdan soldan haber alır. Paula muhbirlik filan gibi alçakça işlere yönelmese de, tam olarak kendinden geçmiş bir Führer hayranına dönüşmüştür; hatta bir gün arkadaşlarına, Führer'in köpeğinin fotoğrafını uzaktan da olsa çekme saadetine kavuştuğunu anlatır!
Klemperer benzer vecd sahneleri aktarıyor: “Hitler'e inanıyorum, Tanrı onu yarı yolda bırakmaz...” diyen sıradan askerleri... Artık her şeyin sonuna gelinmiş olmasına karşın “Kavramakla bir şey olmaz, inanmak lazım. Führer pes etmiyor ve Führer'i yenmek de imkânsızdır, başkalarının artık olmaz dediği yerde, o hep bir çare bulmuştur... Ben Führer'e inanıyorum.” diyen askerler... LTI'nin bir iman diline dönüşümünü ve Üçüncü Reich'a (Hitler ve Kavgam'a da) tanrısallık atfedilmeye başlanılması... Göring'in pek çok Alman'ın duygularına tercüman olan, “Biz hepimiz, basit bir SA mensubundan başbakana kadar, Adolf Hitler'den bir parçayız ve Adolf Hitler sayesinde varız.” konuşması... Ya da Goebbels'in 1941'deki şu cümlesi: “Führer'in ne yapmak istediğini bilmemiz gerekmiyor, ona inanıyoruz.”
Klemperer 'ona inanıyorum' kalıbını imparatorluğun son günlerine dek takip eder. 1945 sonrası, bir gün sokakta eski öğrencisi L.'ye rastlar. Nazi partisinde önemsiz konumda görev almış öğrencisi, hocasının canını kurtarıp yeniden işinin başına dönmesine sevindiği söyler. Fakat 'rehabilitasyon' programını reddetmiştir. Klemperer “neden?” sorusunu yöneltince Bay L.: “İnkâr edemem, ona inanmıştım... (Klemperer cinayetlerin artık ortaya serildiğini hatırlatınca) Hepsini teslim ediyorum bunların. Diğerleri onu yanlış anladılar, ona ihanet ettiler. Ama ona, ONA, hâlâ inanıyorum.”
Faşizm, üç beş ruh hastası faşistin değil; onlara inanan, inanmaktan vazgeçmeyen sıradan insanın omuzlarında yükseldi.