Devlete tapan toplum olduğumuza göre, iyilik ne, kötülük ne, bunların tarifini de bize buyurma yetkisine sahip olanlardan alacağız. Bize emretme, bağırma çağırma, hakaret etme, iftira etme, bizi azarlama, küçük düşürme, itme kakma, dövme sövme hakkını kendinde görenlerden; isterlerse ömrümüzü çalıp bizi hapislerde çürütebilme, gerek görülen hallerde öldürtebilme kudretini haiz bulunanlardan. Tarifi onlardan alacak, ama ortalık yerde dile dökmeyeceğiz. Sonra uf olur. Burada doğup büyüyen herkesin başına her an, bazılarımızın başına veya başka yerlerine her andan da daha sık gelebilecek uflardan biri olur. Tarifi onlardan alacağız; zaten başka yerden almaya kalkmak bizzat yeni yeni uflara yolaçabilir.
İşbu metnin 1 sayılı yukarıdaki paragrafında zikredilen yetkilere sahip bulunmayanlar -bundan sonra “biz” olarak anılacaktır-, memleket ve toplumun kaderi üzerinde söz hakkı verilmemişler ya da verildiğinde hadlerini bilemedikleri için her seferinde ağızlarına vurulup etleri çimdirilmişler, törende hazırolda beklemesi gerekirken yorulup dizini büktüğü için köşede tek ayak üstünde cezaya dikilmekten helak olmuşlar, ne var ki, başka yerlerden tarifler almamayı da bir türlü öğrenemeyiz; bol takımlı bol kravatlı bol kaşlı bol korumalı zevatın onca gayretine, hiddetine, şiddetine rağmen, kravatın altındaki lekenin, gömleğin altındaki ezcümle defonun farkındayızdır.
Bu yüzden, berberlerin bıyıklarını düzeltirken titrediği şahısların, oturdukları koltuklardan taşan kıçlarının zor taşıdığı belden yukarılarında cevher bulunmadığını, belden aşağılarınınsa, kahretme kabiliyeti mânâsı yüklenmiş sevgiyle sevdiği kadını bıçaklayıp balkondan atanda bile bulunduğu için hesaba katılamayacağını, yani, makam arabasının yıllık kirası yüz yoksul ailenin kaderine denk düşen imtiyazlı şahıslar kafilesinin gerçekte, açıkça ifade etmek gerekirse, pek az istisnayla ciğeri beş para etmezlerden meydana geldiğini idrak ederiz. Memurların suratına bakmadan koridorları topuk topuk inleten, makamına çağırıp bağırdı mıydı suratsız resmî binayı deprem riskli hale getiren müdürün, o giderse yıkılacağını herkesin bilmesi ve her sabah gelirken içinden yüz defa tekrarlaması gereken yapının çatısı altında icra edilen iş her ne ise, bunun hakkında oradaki en cahil, en beceriksiz kimse olduğunu, aşağılama âyini esnasında masaya çarptığı evrakı mevzuata uygun şekilde doldurmayı dahi beceremeyeceğini, ancak şirretlik mesafesi ve kahredici yetki tehdidiyle yarattığı mesafe ile kendini dokunulmaz tutabildiğini anlarız.
Neyse ki, öte yandan, başka birinin değil de o müdürün, o kapitone duvar panosu önündeki o koltuğa, başkasının kıçı tarafından ilk gece hakkı kullanıldığı için hemen değiştirilen yüce oturağa, artık mukaddes mevzuatın muhafızı makamına yükseldiği için kendi de mukaddesleşen mâbâdını durduk yere koyamayacağını, o mâbât oraya ulaşabildiyse, daha yüksek yerlere erişmiş daha mukaddes başka mâbâtlar sayesinde bunun mümkün olduğunu, dolayısıyla bu müdürün mâbâdına huzursuzluk verenin yukarılardaki öbür mâbâdı da dürtmüş sayılıp cezalandırılacağını ve karşılaşacağı öfkenin karşımızdaki kifayetsizinkinden ibaret kalmayacağını bilir, adımımızı dikkatli atarız. Hayat bilgileridir bunlar. Varkalabilme bilgileridir. Ve bir kısmı doğuştan zerk edilen bu bilgiler sayesinde varlığımızı elden geldiğince koruyabiliriz. Bu yüzden, kapitone duvar dekoru önündeki karakterlerin kartonluğunun, kofluğunun, tutarsızlığının, yukarı doğru ölçülen rating’e göre eğilip bükülüşlerinin farkında olsak da, mâruz kaldığımız bu sefaletin asla sefalet olmayıp asalet ve haşmetten bir terkip olduğunu tekrarlarız, etraftalara. Hattâ onlar, yanlış kırpsak gözümüzü çıkarmaya hazır olduklarını güneş gözlüklerinin arkasından bile belli edebilen eğitimli muhafızlarıyla, el pençe divan, haysiyetlerini beyefendinin şahsiyetine feda etmeye hevesli maiyetleriyle beraber yaşam alanımızı topuklarıyla delik deşik ederken biz etrafta olmamaya bakarız.
Bizi onlardan uzak tutan güvenlik şeritleri, usûlsüzlük ve yolsuzluk kılıfı takım elbiselerde, üniforma göğüslerindeki erkek takılarında, korumaların kara gözlüklerinde cisimleşmiş kudretin, iki yüz kollu, beş yüz bacaklı dev canlı kayanın iktidardan yoksun bizlere gösterebildiği yegâne şefkatin aracıdır; bazılarının algısının, idrakının aksine. Onların yaklaşmasını önleyerek bizi korur. Çünkü bizim için güvenli olan, onlara mesafeli bulunmaktır. Bu karton karakterlerin kofluğunu değil, devlet senaryosundaki rollerini bilerek ve mütemadiyen içimizden tekrar ederek yaşamaktır. Aramızdan aklı olanlar tetikte yaşar. Ücreti ödenip katledilecek yaban hayvanından bile daha büyük, daha sürekli, daha tükenmez risk altında olduğunu bilerek yaşar.
Fakat haysiyeti tamamen gözden çıkarmadan da böyle yaşanamaz ki!..
Hapisteyken, askeriyenin iş makineleriyle duvar yıkarak yürüttüğü operasyonda kolu koparıldıktan, koparılan kolu çöpe atıldıktan, çöpe atılmış kolu köpeğin ağzında bulunduktan sonra, işinden kararnameyle ihraç edildikten sonra, itiraz edip hakkını aradığında yakın mesafeden plastik mermi yağmuruna tutulup işkence edildikten, yerlerde sürüklendikten sonra hak-adalet mücadelesinden vazgeçmeyen Veli Saçılık’ın bankadaki parasına haciz kondu. Ona para aktarılan iki işleme de müdahale edilip eline para geçmesi önlendi. Gerekçe, işten atılmasını protesto ve bu haksız kararın geri alınmasını talep etmek için Ankara’da, Yüksel Caddesi’nde yürüttüğü oturma eylemlerinde polisin yazdığı para cezalarını ödememiş olması. Veli Saçılık şöyle duyurdu: “‘Ağaç kökü yesinler’ dediler ve uygulamaya geçtiler. Bunun dışında kooperatife gönderilen ödemeye de haciz konuldu. Ağaç kökü yemem için bütün koşullar hazır artık.”
Saçılık bunun üzerine vergi dairesine gitti. Karşılaştığı muameleyi şöyle anlattı: “Bu sabah Veraset Harçlar Vergi Dairesine gittim. Banka hesabına haciz kararı Maliye Bakanlığından gelen isim listesi sonucunda gerçekleşmiş. Yani kişiye özel bir uygulama. ‘Bütün parama el koydunuz, elektrik, su faturasını nasıl ödeyeceğim’ soruma ‘onu bilemeyiz’ cevabını aldım.”
Nâçizâne, çoğunuzun zaten düşünmüş veya daha ben söylemeden anlamış olduğu üzre, işaret edeceğim ki, Veli’nin yaşamöyküsünün şuradaki üç-beş cümleye sığabilen kadarı, meşhur şiirdeki “devlet dersi”nin tamamıdır. Meselenin ve özel bir insan davranışı ve kurum davranışı olarak kavramın özü ise işte bu “onu bilemeyiz”de saklı. Kaşlar kaldırılarak, o anda korunmasız bireye karşı devleti temsil eden şahsın insafına, vicdanına göre, gözler belki yurttaşlık sıfatı devlet nezdinde hiçbir şey ifade etmeyen yurttaşın erişemeyeceği dosya dolaplarına, banko arkasından meçhul yerlere uzanan koridorlara kaçırılarak, belki zırhlı siyah arabaların korkunç niyetleri ve büyük suçları gizleyen aynalı füme camları gibi kaskatı, kurbanın gözlerine dikilerek, belki bir de “nah!” havası katılarak söylenen “onu bilemeyiz”.
Bu artık tehdit değildir. Yaşananın özetidir. Bilançosudur. Hesap pusulası veya Z raporudur. Veli’ye diyorlar ki: Sen şöyle şöyle yaptın, karşılığı bu. Plastik mermiden anlamıyorsan aç bırakırız.
Ancak işlemin bütünü, bu soğuk, hissiz, cansız bilanço dayama eyleminden ibaret değil. İşlem aynı zamanda kurumsal duyguların ifadesi. Onlar zayıflarsa toplumun tanrısını kaybedeceği duyguların. Burada devlete tapılır. Devlet kini kutsaldır.
Belki burada, ilk bakışta görülmeyecek bir şeye işaret edebilirim. Devlet kini Veli’yi elbette direndiği, konuştuğu, yaşadıklarına kahredip kendini köşeye atmadığı için hedef aldı; buna şüphe yok. Ama bildik kaba yöntemlerin yanısıra daha ince işlere tevessül edilmesinin gerisinde, bizzat karar sahiplerinin bile belki tam bilincinde olmadığı özel anlam-önem yatıyor. O da Veli’nin güleryüzünde gizli. Kolu kopartılıp çöpe atılmış bu adamın yüzünde, sözünde, kendi başına amaçlaşsa kimsenin gık diyemeyeceği kin ve nefretten eser göremiyorsunuz. Haksızlığa itiraz ederken söylediği söz, her zaman, hep beraber daha iyi yaşayabilme yolları aramaya yönelik ve bu hasretle şekilleniyor. İntikam güdüsüyle değil. İnsana hitap ederken insanla konuşuyor. Başından geçeni kimlik yerine kullanmıyor. Kararlılık getiren sağlıklı tepkiyle nefreti, kini birbirine karıştırmıyor.
İşte bu, yalnız muktedirler değil, “fetih kültürü” mensubu ezcümle muhalif nezdinde de büyük suç.
Bizim meselelerimiz yalnız siyasî değil. Keşke öyle olsaydı. Değil. Derinde ciddî hastalıklarımız var, muktediri mazlumu, konformisti radikali, hepimizin paylaştığı. Bunları düşünme yoluna kapı açılsın diye lafı bazen olmadık yerlere uzatıyorum. Çünkü biliyoruz ki, birbirini baş düşman ilan etme oyunu oynayan muktedirler yarış halindedir, biri kol koparırsa öbürü aç bırakır; vicdandan zaten bahis olamaz da, insafın dahi kapısından giremediği makam odalarında yalnız ekmeğimizle değil kaderimizle de oynanır; ve devletten tanrı, muktedirden peygamber taklidi imal edip tapınmaya meraklı ahali ne Veli’nin mâruz kaldığı onca gaddarlığa rağmen kinle dolmayışındaki olgunluğun kaynağını merak eder ne de sözüne baktığı mühimşahısların gaddarlığı umursamazlığını dert edinir. Maliye bakanlığındaki makamından vergi dairesine “aç bırakın şu komünist köpeği” tebligatı gönderen şahsın terfisinin bu yüzden gecikmeyeceğini, hattâ aksinin beklenebileceğini, kadeh tokuştururken mi, namaza dururken mi, bilemiyoruz artık, şoförü dışarıda bekleyen mevkidaşından, ölçülü âmir tebessümü eşliğinde tebrik alabileceğini ise maalesef hepimiz tahayyül edebiliriz.