Üç gün önce Ankara’da bir tren kazası oldu. Dokuz kişi öldü, onlarca insan yaralandı. Olayın gündemde (en azından sosyal medyada) kalması 24 saat bile sürmedi. Sorumlu da hızlı bulundu: Orada olmaması gereken kılavuz lokomotif ve iktidar medyasının işaretiyle sabotaj ihtimaliyle gözaltına alınan makasçılar. Kimse idari ve siyasi sorumluluktan, sorumlulardan bahsetmedi. Doğrudan veya dolaylı bir vicdani yük işaretine, resmi açıklamaları geçen sahici bir üzüntü ifadesine rastlanmadı. Ölenler dışında kimseye bir şey olmayacağı, devlet güvencesinin yurttaşlar için değil sadece her türden yönetici için olduğu daha ilk günden bir kere daha ilan edildi.
Bu ülkede daha önce de trenler çarpıştı, büyük anıt olduğu söylenen dev inşaatlarda işçiler öldü, madenlerde yaşlı anaların “o yüzme bilmez ki” dediği çocukları boğuldu, soğukta askerler dondu. Binlerce vaka yaşandı ve bir tek üst düzey yönetici, kaza kılığındaki bütün cinayetlerin sorumlusu olan karar vericilerin biri bile görevinden ayrılmadı, alınmadı. Hatta sahiplenildi, “kelle vermemek” güç göstermenin en etkili alameti sayıldı. Hiç olmazsa vicdanlar rahatlasın diye gerçek olmasa bile sembolik bir sorumlu görmek isteyenler bozguncu sayıldı, yetmedi tekmelendi, yetmedi tekmeleyenler terfi ettirildi.
Siyasi ve idari kararlarıyla milyonlarca insanın başına geleceklere hükmedenlerin bu etkilerinin saltanatıyla, bu vebalin yükü arasında bir denge, eşitlik kurdukları görülmüş şey değil. Oluşan bütün kötü sonuçlardan, gereklilikler veya elde olmayan nedenler bahanesiyle sıvışmak da yeni bir alışkanlık değil. Bu çifte standart, iktidar denilen şeyin icadı kadar eski, iktidarın var olduğu en ücra köşeye kadar da yaygın. Çok kabalaştırarak söylersek; insanlığın hak ve özgürlük mücadelesinin tarihi de, kaptırılan bu iradenin geri alınması, en azından kontrol edilmesi çabasıyla biçimleniyor. Demokrasi denilen şeyin özü de, oluşturulacak mekanizmalarla hakkımızda karar verenlerin sınırlarını çizmek ve yapıp ettikleriyle ilgili hesap vereceklerini bilmelerini -en azından bu ihtimali- sağlamak.
Demokratik siyasetin, hatta demokrasinin ve siyasetin ayrı ayrı girdiği büyük krizle giderek daha otoriterleşen ve bunu bir hakka dönüştüren iktidar aklı, hesap vermesi gereken özneyi tersine çeviriyor. İradeyi bir kez ele geçirenin artık hesap vermekle ilgili bir meselesi kalmadığı, aksine bu iradeye ilişkin itiraz etme cüreti gösterenlerin hesap vereceği bir düzen, bir fikri altyapı kuruluyor. Mesela, ekonomik krizin nedeni olanlar değil, buna itiraz etmeyi aklından geçirenler tehdit ediliyor. İktidarların birilerinin sarı yelek giymesinden çekinmesi yerine, sarı yelek giyeceklerin korkması gerektiği anlatılıyor.
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, bütün insanların doğuştan sahip olduğu haklardan bahseder. Başka hiçbir özelliğe gerek duymadan insan olarak dünyaya gelindiği anda (hatta gelmeden önce bile) eşit haklara sahip olunduğunu hükme bağlar. Bugün, hak ve özgürlük alanlarını, hak ve özgürlük fikrinin kendisini, hak sahiplerini tartışma konusu yapan yeni otoriterlik, başka bir düşünme biçimini zorluyor: İktidarların, iktidar olduğu andan itibaren sahip olduğu “haklar”. Yeterli destek kalabalıkları bulmuş iktidarların, kendilerini her yolun meşru sayıldığı biçimde savunabildiği, her türlü itirazın, sorgulamanın gayri meşru kabul edilebildiği yeni bir tarz bu. Trump’ın bile kendisini mağdur ilan ederek medya saldırganlığına gerekçe yaratmaya kalktığı bir hal.
İnsanlara değil, iktidarlara yapılan haksızlıklardan bahsediliyor. Hakkı yenen insanların karşısına nankörlük edilmiş liderler konuluyor. Bu yeterince ikna edici bulunmazsa, envaiçeşit komplo teorisi ve kolayca listelenebilecek nifak odakları, düşmanlar yedekte bekliyor. Hata iktidarların öylesine bir hikmeti var ki; Allah'ın lütfu hep onların etrafında, kaderin gazabı hep insanların üzerinde. Kader onlara vurmuyor, Allah'ın lütfu da garibanlara ulaşmıyor. Mesleklerinin fıtratı gereği (ne demekse) ölmesi normal kader kurbanları karşısında, fıtratında sorumluluk ve bedel ödemek olmayan yöneticiler var. Yöneticilerin vatandaşlarını koruma sorumluluğu, vatandaşların yöneticilerini kollama mecburiyetine dönüşmüş.
2004 yılında Pamukova’da bir tren kazası oldu. 41 kişi öldü. O da hızlandırılmış trendi ve o da hızlandırılmış icraat baskısının ürünü bir felaketti. Daha AKP iktidarının ilk yıllarıydı ve olayın ilk günlerinde manşetler, canlı yayınlarla sorumluları işaret etme girişimleri görüldü. AKP’nin şimdi de gözde isimlerinden biri olan dönemin Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’a kadar uzanan eleştiriler dile getirildi, hatta TCDD Genel Müdürü bile görevden alındı (sonra geri döndü). Ancak, “kelle vermenin” iktidar korumak için çok elverişli bir yol olmadığı; güç göstermenin, sorumluluk almaktan daha etkili olacağı çok çabuk anlaşıldı. Medya patronlarının telefonları birer birer çaldı ve çok hızlı sonuç alındı.
Bu hadise, iktidarların medya kontrolü atakları açısından ne ilk ne de tek örnekti ama önemli bir dönüm noktasıydı. Çünkü, o zamana kadar hizmet kusuru sayılabilecek alanlarda, en azından orta kademe yöneticilerin usulen de olsa sorumlu gösterilmesi bir “idare etme” yöntemiydi; medya ve genel kamuoyu açısından da risksiz “muhalefet” tatmini yaratıyor ve “demokrasi sahnesinin” sürmesine yarıyordu. Daha sonraki yıllarda başka milatlar konulsa da, hem medya etkisi hem de kamuoyunun kapanması için önemli bir eşik olan hızlandırılmış tren kazasında, iktidar bu oyuna ihtiyacı olmayabileceğini, başka yolların olduğunu öğrendi. Bütün “kazalar” sorumluluk alanından çıkartılırken bir akıl yürütme biçiminin de sonu gelmiş oldu.
Daha beş ay önce Çorlu’da 25 kişinin öldüğü kazanın da, zamanında yetişsin diye onlarca işçinin hayatına mal olan havalimanı inşaatının da, yüzlerce insanı yutan maden cinayetlerinin de hesabı, diğer yaşanan binlerce “kazada” olduğu gibi sorulmadı. Bu hesabı sormaya kalkanlar hapisle veya “engellenmekle” cezalandırılarak, hesap sorma hakkının ilgası ilan edildi. Ne medya, ne kamuoyu, ne de muhalefet aktörleri olayların takipçisi olabildi. Şimdi de, Ankara’daki olay istatistiklerde (sadece bu istatistikler bile ağır bir hesap nedeniyken) yerini alıp kapanıp gidecek. En hafifinden tartışmasız ağır hizmet kusurları olan “kazalar” siyasi ve idari sorumluluk alanı dışına taşınmışken; hizmetlerden, icraattan, dikilen anıtlardan bahsedebilmek, daha önemlisi bununla sonuç alabilir olmak bu zihniyet değişiminin ürünü. Treni hızlandırdığında alkış isterken tren devrilince sorumsuz olmayı başarmak, alkışlayan kadar “sorumlular nerede” diye soran sayısıyla ilgili.