Homeros destanlarında ‘kötülük kaynağı’ olarak kadın
En arkaik tasvirlerde kuş gövdeli ve kadın başlı olarak gösterilen Sirenler, zaman ilerledikçe kuş görünümlerini kaybederek tamamen bir kadın görüntüsüne bürünürler.
Yunan mitolojisinin iki ana kaynağından biri, MÖ 8’inci yüzyılda Smyrnalı (İzmirli) kör ozan Homeros tarafından derlenip, o zamandan beri okunagelen ve Homeros Destanları olarak da bilinen İlyada ve Odysseia’dır (diğer kaynak ise Hesiodos’un İşler ve Günler adlı eseriyle Theogonia’sıdır). Her ne kadar Homeros Destanları MÖ 8’inci yüzyılda toparlanmış veya söylenmeye başlanmış olsalar da anlattıkları dönem MÖ 1200-1100 arasında bir tarihte yer alır. Bu nedenle hem Homeros tarafından okundukları dönem hem de anlattıkları dönem hakkında çok fazla bilgi içerirler. Bu bilgilerden kimisi zahiri bilgi iken kimisi de batıni bilgilerdir. Zahiri bilgiler daha çok anlatılan toplumların ve dönemin nitelikleri açıkça belirtilmiş veya okunabilen somut kültürlerini içerirken, batıni bilgiler ise anlatılan olayların içindeki mitolojik ifadelere saklanmıştır. Örnek olarak destanlarda tanrılara yakarmadan önce el ve yüz yıkamak ya da içilen şarabın bir kısmını tanrılar için yere dökmek zahiri birer bilgidir. Diğer taraftan İlyada’da hikayesi anlatılan Troialı kahraman Hektor’un karısı Andromakhe’nin, Akha kadınlarından farkının davranışlarıyla, sözleriyle ifade edilmesi ve genel karakter özellikleri kıskançlık, hırs ve öfke olan Akha kadınlarının aksine, bir erdem timsali olarak kocasına sadık ve çocuğuna düşkün bir ev kadını olarak yansıtılması batıni bir bilgidir. Bu bilgi Andromakhe’nin davranış ve sözlerinde saklıdır.
Her ne kadar özellikle İlyada’da Troialı kadınlar erdemli kadınlar olarak övülse de bu erdemin tanımını yapan yine erkeklerdir. Nitekim ataerkil düzene uyduğu, düzeni desteklediği sürece övülen kadının en önemli görevlerinden biri olan annelik vasfı, kocasına sadakat göstermediği sürece çok da kayda değer değildir. Dolayısıyla bu tanımın dışına çıkan kadınlar hem Homeros destanlarında hem de Yunan mitolojisinde, açıkça ifade edilmese de kötü olarak tanımlanırlar. Öncelikle Troia Savaşı’nın İlyada’da belirtilen nedeni Sparta Kralı Menealos’un güzel eşi Helena’nın aşık olduğu Paris’le Troia’ya kaçmasıdır. Burada çeşitli güncel kaynaklarda savaş nedeni kısaca ‘Paris’in Helena’yı kaçırması’ şeklinde anılsa da aslında söz konusu olan, bugün Anadolu köylerinde de görülebileceği şekilde çiftlerin karşılıklı anlaşarak planlı kaçmasıdır. Evli bir kadının ki burada aynı zamanda bir kraliçedir kendisi, evinde veya sarayında oturup ip eğirmesi ve tezgahında dokuma yapması gerekirken
genç bir erkekle kaçması antik dönem için en büyük ‘ahlaksızlıklardan’ biridir. Nitekim ip eğirme ve dokuma tezgahında dokuma yapmak antik dönemde kadın için ‘namuslu olmanın’ simgesidir.
Helena ise dokuma yapmaktan çok uzaktır. İlyada’da birkaç yerde Helena dokuma tezgahının başında görülse de bu meşguliyeti kalıcı değildir, hemen tezgahın başından kalkıp başka işlerle uğraşır. Bu da onun namuslu(!) bir kadın gibi dokumayla uğraşamayacağını göstermektedir. Nitekim yine İlyada’nın farklı yerlerinde kendi kötülüğü Helena’nın kendi ağzından da söylenir:
“Oğlunla buraya gelmeseydim keşke,
Evimi barkımı, o nazlı büyüttüğüm kızımı,
Hısım akrabamı, can yoldaşlarımı bırakmasaydım,
Kara ölüme razı olsaydım keşke.”
(İlyada, II: 172-176)
Bu satırlardan anlıyoruz ki Helena Paris’le kaçmak için kızını bile geride bırakmıştır. Bunun özellikle belirtilmesi sadece bir eş değil, aynı zamanda bir anne olduğunu da anlatmak içindir. Böylece annelik görevlerinden de vazgeçmiştir ve bu antik dönem için kabul edilebilecek bir şey değildir. Başka bir yerde de Hektor’a şunları söyler Helena:
“Ah kaynım benim,
Dayanılmaz kötülükler yapmış bir köpeğim ben.
Anamın beni doğurduğu gün keşke,
Bir korkunç kasırga gelseydi,
Alsaydı beni, bir dağın tepesine atsaydı,
Ya da bıraksaydı uğuldayan denizin içine.
Dalgalar sürükler götürürdü beni,
İnsanlar da bu acı günleri görmezlerdi.”
(İlyada, VI: 343-348)
Bu satırlardan Helena’nın, Paris’le birlikte Troia’ya kaçmasının sonuçlarını gördükçe kaçtığına pişman olduğu anlaşılmakta ve kendisini kötülemektedir. Bu bir özeleştiri gibi görülmekteyse de burada söylediği sebeplerle Menelaos’a geri de dönememektedir. Çünkü bu satırlardaki düşünceler aynı zamanda Akhaların onun hakkındaki düşünceleridir. Sonuçta 10 yıl sürecek kanlı bir savaşın sebebi olmuştur Helena!
ODYSSEUS'UN KARŞISINA ÇIKAN KÖTÜLÜK KAYNAKLARININ ÇOĞU DİŞİ VEYA KADINDIR
Nostoi (Dönüş) destanları olarak adlandırılan ve Troia Savaşı’na katılan kahramanların ülkelerine dönüş hikayelerini veya kendilerine yeni bir vatan arayışlarını anlatan destanlardan olan Homeros’un Odysseia destanı, Troia Savaşı’na katılan İthaka Kralı Odysseus’un ülkesine dönüş hikayesini anlatır. Odysseus on yıl süren bu yolculuğunda türlü türlü maceralar yaşayarak badireler atlatır. İlginçtir ki onun bu yolculuğunda karşısına çıkan canavarların ve kötülük kaynaklarının çoğu dişi veya kadındır! Odysseus ve adamlarının Aiaie Adası’na çıktıklarında karşılaştıkları Kirke, Güneş Tanrısı Helios’la Okeanos’un kızı Perse’nin kızıdır. Ancak Kirke adaya çıkan her erkeği sihirli şarap içirerek hayvana dönüştürmektedir ve bu yüzden adası domuz, geyik gibi türlü türlü hayvanlarla doludur. Odysseus Aiaie Adası’na vardıklarında orayı şöyle tanımlar:
Orada Kirke otururdu, güzel belikli-saç örgüsü-,
İnsan sesli korkunç Tanrıça.”
(Odysseia, X: 135-138)
Evet; Kirke, Helios ve Perse’nin kızı olması nedeniyle bir tanrıçadır ama Odysseus’un da dediği gibi insan sesli korkunç bir tanrıçadır. Odysseus’un kendisine yolladığı bütün adamlarını - saklanan bir tanesi hariç - birer hayvana dönüştürür. Ancak Odysseus, Hermes’in yardımıyla Kirke’ye kurduğu bir düzen sayesinde, adamlarını tekrar insana dönüştürmesini sağlar. Fakat bu sefer de bir yıl boyunca gitmelerine izin vermemiş, bir yıl boyunca her gün bol et ve şarapla şölenler yaparak Odysseus ve adamlarının sıla hasreti çekmesine engel olmuştur. Ama bir yılın sonunda artık adamlarının ısrarıyla adadan ayrılmaya karar verir Odysseus ve Kirke’yle konuşur:
“-Getir yerine artık, ey Kirke, bana verdiğin sözü,
Beni evime göndereceğini söylemiştin hani,
Ben de can atanın gitmek için, arkadaşlar da,
Sen biraz uzaklaştın mı buradan, sararlar çevremi,
Ağlar sızlarlar durmadan, yüreğim parçalanır.-”
(Odysseia, X: 482-486)
Ancak bundan sonra Kirke gitmelerine izin verir; onlara yolculukları için gerekli her şeyi sağlar ve karşılarına çıkacak tehlikeler hakkında da bilgi verir. Kirke’den ayrıldıktan sonra Odysseus ve arkadaşlarının karşısına çıkan ilk tehlike Sirenler’dir. Kirke Odysseus’a Sirenler’i anlatırken şöyle der:
“Sirenlere varacaksın sen en önce,
Onlar büyüler yakınlarına gelen bütün insanları,
Kim yaklaşırsa bilmeden ve dinlerse onları, yandı,
Bir daha evinde onu ne karısı karşılar ne çocukları.
Sirenler onu çayırda çınlayan ezgileriyle büyüler,
Çayırın çevresinde kemikler vardır, öbek öbek,
Bunlar kemikleridir etleri çürüyen insanların,
Büzük büzük durur kemiklerin üstünde deriler.”
SİRENLER, TASVİRLERDE KUŞ GÖVDEKİ VE KADIN BAŞLI GÖSTERİLİR
Yunan mitolojisinde Sirenler, yaşadıkları kıyıya yaklaşan gemilerdeki denizcileri söyledikleri şarkılarla büyüleyerek kıyıya doğru yönelmelerini sağlayan ve böylece onların ölümlerine sebep olan yaratıklardır. En arkaik tasvirlerde kuş gövdeli ve kadın başlı olarak gösterilen Sirenler, zaman ilerledikçe kuş görünümlerini kaybederek tamamen bir kadın görüntüsüne bürünürler. Sirenler’in ‘kadın başlı, kuş gövdeli’ görünümleri açıkça Mısır etkisini gösterir ve Mısır mitolojisinde insanın ‘Ba’sını (ruhunu) tasvir eden kuş gövdeli, kadın başlı tasvirlerden farksızdırlar. ‘Ba’ ölüm ve sonrasına ait bir kavramken, Sirenler ise ölüme ait birer figür olurlar. Odysseus, Sirenler’le karşılaşmadan önce bütün adamlarının kulaklarını balmumuyla tıkayarak onların Sirenler’in şarkısını duymalarına ve böylece büyülenmelerine engel olur. Ancak Odysseus bu şarkıyı dinlemek istediğinden, kendisini de adamlarına geminin direğine zincirlerle bağlattırır. Bu şekilde sağ salim Sirenler’in önünden geçip giderler.
“Skylla oturur mağarada, ulur acı acı,
Sesi benzer yeni doğmuş bir eniğin sesine,
Ama kendisi öyle korkunç bir canavardır ki,
İstemez kimse onu görmek, istemez bir tanrı bile.
On iki ayağı var, biçimsiz ve güdük on ikisi de,
Upuzun boyunları var, tam altı tane,
Her boynun üstünde korkunç bir kafa var,
Her kafada üç sıra diş, üst üste, sımsıkı,
Kapkara ağızlar durmadan ölüm saçar.
Mağaranın kovuğuna bele kadar gömülüdür o,
Uzatır başlarını korkunç uçurumdan dışarı,
Gezdirip bakışlarını kayalarda, olduğu yerden
Avlar yunus balıklarını, köpekbalıklarını,
Ve indirir gövdeye sürülerle deniz canavarını,
Uğuldayan Amphitrite’nin beslediği
canavarlardır bunlar.”
(Odysseia, XII: 85-98)
“Ölümsüz bir beladır Skylla, ölümlü değil,
Yok edilmez korkunç bir canavardır o,
Karşı gelemezsin ona, savunamazsın kendini”
Skylla’nın tam karşı kıyısında bir başka deniz canavarı beklemektedir: Kharybdis. Yunan mitolojisinde Pontos (Deniz) ve Gaia’nın (Yer) ya da Poseidon ve Gaia’nın kızı olarak anılan Kharybdis bir girdaptır ve tanrıların eşyalarını çalıp vermediği için Zeus tarafından Messina Boğazı’nda deniz tabanına zincirlenir. Aslında bir girdap olan Kharybdis, günde üç defa suları yutmakta ve o sırada oradan bütün gemileri ve canlıları yıkıma uğratmaktadır. O kadar güçlüdür ki Poseidon bile Kharybdis’in yuttukları için bir şey yapamaz. Homeros şu satırlarla anlatır onu bize:
“Göreceksin, Odysseus, daha alçak öbür kaya,
Çok yakınlar birbirlerine bu kayalar,
Vurursun birinden öbürünü bir okla,
Bir incir ağacı var üstünde, yaprak dolu, kocaman,
Tanrısal Kharybdis sömürür yutar kara suları ağacın
altından.
Üç kez kusar günde ve çeker içine sömürür üç kez,
Suları yuttuğu sıra varayım deme oraya sakın,
Yeri sarsan tanrı bile seni yıkımdan kurtaramaz.”
(Odysseia, XII: 101-107)
Nitekim Kharybdis’ten kaçış olmadığı için Odysseus gemisini Skylla’nın tarafından geçirir ama o sırada Skylla gemiye saldırarak Odysseus’un altı adamını kapıp yer. Odysseus boğazdan geçer ama adamlarını da feda eder bunun için.
Odysseus yolculuğunun son aşamasında, Zeus’un bir cezası olarak gemisi bir yıldırımla parçalandıktan sonra Ogygie Adası’na çıkar. Burada bir su tanrıçası ve Titan Atlas’ın kızı olan, Odysseus’a göre korkunç ve kurnaz Kalypso yaşamaktadır. Kalypso, Odysseus’a verdiği vaatlerle kendisiyle Ogygie’de kalması için onu ikna etmeye çalışmış ama Odysseus bunları kabul etmeyince bütün gemilerini maceraları sırasında kaybeden Odysseus’u yaptığı büyülerle adada kalmaya zorlamıştır.
“Ogygie adlı bir ada var, ta uzakta, denizin ortasında,
Atlas’ın kurnaz kızı oturur orada, Kalypso,
güzel belikli, korkunç bir tanrıça,
ne bir tanrı uğrar ona, ne ölümlü bir insan.”
(Odysseia, VII: 244-247)
Kalypso’nun adası Ogygie herkesten uzakta, denizin ortasındaki bir adadır. Tabii ki bir adanın zaten denizin ortasında olması beklenir ama burada Ogygie için bunun ayrıca belirtilmesi ve uzakta olduğunun vurgulanması, ardından ne tanrı ne de insan hiç kimsenin uğramadığının belirtilmesi aslında Tanrıça’nın tecrit altında olduğunu göstermektedir bize. Nitekim bu yalnızlık içinde adaya gelen ilk kişiyi alıkoymaya çalışır; bunun bir erkek olması da ayrıca manidardır burada.
“Tanrılar Ogygie Adası’na attılar beni
Kapkara gecenin ortasında onuncu günü,
Orada Kalypso oturur, o korkunç Tanrıça, güzel belikli,
Aldı beni, candan baktı bana, sevdi, besledi,
Seni ölümsüz kılayım, derdi, hiç yaşlanmayasın,
Ama göğsümde yüreğim bir türlü istemezdi bunu.
Orada yedi yıl kaldım zorla,
Islattım durdum rubalarımı gözyaşlarımla”
(Odysseia, VII: 253-259)
Bu satırlardan anlaşıldığı kadarıyla Kalypso, Odysseus’u zorla adasında tutar, her ne kadar o sonsuza kadar Odysseus kendisiyle kalsın istese ve onu bu yönde kandırmaya çalışsa da Odysseus’un aklı ve kalbi ülkesi İthaka’da, karısı Penelope’dedir. Ogygie’de yedi yıl Kalypso’yla birlikte karı-koca hayatı yaşayan Odysseus, ancak adadaki sekizinci yılında Zeus’un araya girmesiyle serbest kalır. Sonunda Kalypso, içi yemek ve içeceklerle doldurulmuş, yan yana bağlanmış tahtalardan yapılmış bir salla Odysseus’u adadan gönderir.
BÜTÜN TEHLİKELERİN KADIN BİÇİMİNDE VEYA DİŞİ OLMASI RASTLANTI DEĞİL
Gerek İlyada’da savaşın sebebinin bir kadının kaçırılmasına bağlanması, gerekse Odysseia’da Troia Savaşı sonrasında Odysseus’un evine olan yolculuğunda karşısına çıkan bütün engellerin ve tehlikelerin kadın biçiminde ya da dişi olması destanlarda saklı olan bir bilgiyi bize gösterir. Bütün bu tehlikelerin, canavarların kadın biçiminde veya dişi olması rastlantı değildir; aynı şekilde Odysseus’un bunları Sirenler ve Skylla’da olduğu gibi alt etmesi veya Kirke ve Kalypso’da olduğu gibi sonunda kendisine boyun eğmeleri de rastlantı değildir. Çünkü sadece Homeros destanlarında değil bütün bir Yunan mitolojisinde kahramanın yolculuğu sırasında karşısına çıkan ‘dişil kötülükler veya canavarlar’ çok daha eski bir inancın izlerini taşırlar: Ana Tanrıça. Özellikle Odysseia’da neredeyse bütün kötülükler veya tehlikeler kadın şeklinde tasvir edilmiştir. Kirke, Odysseus’un denizcilerini (dolayısıyla erkekleri) hayvana çevirmekte, onları adasında alıkoymakta; Kalypso da Odysseus’u yedi yıl boyunca zorla kendi adasında tutmaktadır. Bu motifler kadının yani Ana Tanrıça’nın erkek üzerindeki egemenliğinin simgesi olarak karşımıza çıkar. Nitekim hem Kirke hem de Kalypso neredeyse bütün dünyadan tecrit edilmiş veya sürgün edilmiş şekilde bir adada, tek başlarına yaşamaktadır (Bugün de ada yerleşimleri hapishane veya sürgün yerleri olarak kullanılmaktadır). Şüphesiz onları o adaya sürgün eden Zeus’un baş tanrısı olduğu yeni ve eril Yunan pantheonudur. Her ne kadar destanda Kirke ve Kalypso’dan korkunç ve kurnaz olarak bahsedilse ve Odysseus’a çeşitli kötülükler yapsalar da kendileri tanrısal ya da tanrıça olarak tanımlanmakta ve güzel belikli (saç örgüleri güzel) olarak anılmaktadır. Dolayısıyla denizde Odysseus’un karşısına çıkan diğer tehlikeler de dişidirler ve Ana Tanrıça’nın eril düzen için oluşturduğu tehlikeyi ifade ederken, eril düzenin de Ana Tanrıça’yı ve diğer dişi unsurları kötü/korkunç gösterme çabasıdırlar.
Diğer taraftan elbette Odysseus’un karşısına Polyphemos ve Helios gibi eril kaynaklı engeller de çıkar ama bu kişilerden gördükleri zulmün veya cezanın bir sebebi vardır: Odysseus’un adamları Polyphemos’un koyunlarını çalmaya çalışıp, Helios’un da sığırlarını yer. Dişi kötülüklerin ise sebebi yoktur, doğaları öyledir! Ayrıca bu kötülüklerin denizin içinde veya denizin ortasındaki ulaşılmaz bir adada olmaları da yine Ana Tanrıça’ya bir göndermedir. Çünkü deniz veya su; kadınlığın, doğumun, ana rahminin simgesidir. Aphrodit’in deniz köpüğünden doğması denizin dişi bir unsur olduğunun göstergesidir. Azra Erhat da Odysseia çevirisinin giriş bölümünde Kirke ve Kalypso’nun Ana Tanrıça’nın farklı görünümleri olduklarını belirtir: “Odysseus’un yedi yıl etkisinde kaldığı tanrıça, Ana Tanrıça’dır besbelli. Odysseus, matriarkal bir düzenin egemenliğine girmiş demektir, yani Hacı-lar’dan çıkan heykelciklerde gördüğümüz gibi, tanrıçanın dolgun bedenine yapışık, bir araçtan başka bir şey olmayan bir erkek.”. Nitekim Odysseus’un on yıl süren, maceralı bir deniz yolculuğu ardından, yirmi yıl uzak kaldığı evine dönmesi onun yeniden doğumunu gösterir ve erkek kahramanın yeniden doğabilmesi için de Ana Tanrıça veya onu temsil eden unsurlarla savaşarak onları alt etmesi gerekmektedir. Yunan mitolojisindeki bütün erkek kahramanlar, ‘erkek olabilmek’ için Odysseus’unki gibi bir deniz yolculuğuna çıkıp, karşılarına çıkan dişi canavarları, dişil kötülükleri yenmek zorundadırlar: Aineias, Theseus, Argonotlar (İason ve Adamları), Herakles ve diğerleri bu kahramanlardandır. Ana Tanrıça’ya boyun eğmeyip erkekliklerini ispatlayan kahramanlar!
J. Campbell erkek kahramanın bu yolculuğunu ‘Kahramanın Sonsuz Yolculuğu’ olarak adlandırır ve tıpkı Odysseus’un yolculuğunun son aşamasında Kalypso’nun onu adasında yedi yıl alıkoyması gibi, kahramanın Ana Tanrıça tarafından alıkonduğunu belirtir: “Genellikle bütün engeller ve devler aşıldığında gelen en son macera, başarılı kahraman ruhun Dünyanın Kraliçe Tanrısıyla mistik evliliği (Hieros Gamos) olarak sunulmuştur. Bu en alt noktadaki, zirvedeki ya da dünyanın ucundaki, kozmosun orta noktasındaki, tapınağın sunak yerindeki ya da kalbin en derin noktasının karanlığındaki krizdir.”
Ancak Yunan mitolojisinde kahraman bu evlilikten memnun değildir, zorla tutulur tanrıça tarafından ve kahramanın aklında başka bir kadın vardır: Erdemli, bir anne, evinde yirmi yıl boyunca sabırla kocasını bekleyen ve kocasına sadık Penelope.
Bu kadın tipi yeni eril düzenin yarattığı veya talep ettiği bir tiptir ve özgür, savaşçı, tek başına başının çaresine bakabilen, erkeğe sadece soyunun devamı için ihtiyaç duyan, doğayla iç içe gibi nitelikler taşıyan Ana Tanrıça ve temsil ettiği anaerkil düzenin tam karşısında durur. Bu noktada Yunan mitolojisinde Ana Tanrıça’nın en büyük temsilcileri hiç şüphesiz Amazonlar’dır.
Yine en büyük ve güçlü Yunan kahramanları Theseus, Herakles, Akhilleus, Argonotlar ve diğerleri yolculuklarının ya da hayatlarının bir aşamasında mutlaka Amazonlar’la çarpışarak onları yener. Erkek olmaları için Amazonlar’ı yenmeleri şarttır; böylece eski düzeni yok etmiş, Ana Tanrıça’yı da öldürmüş olurlar.
Baş tanrının erkek olduğu ve hatta bu yeni erkek tanrıya doğurma yetisinin bile verildiği -Zeus’un başından Athena’yı, bacağından Dionysos’u doğurması gibi- Yunan mitolojisinde neredeyse bütün kötülüklerin kaynağı kadınlar veya dişi unsurdur. Pandora’dan Helena’ya, Sirenler’den Medusa’ya, Kirke’den Kalypso’ya hepsi kadın, dişidir. Burada Yunan pantheonundaki tanrıçaların varlığı da sorgulanabilir elbette, ancak bunların da çoğunun babası baş tanrı Zeus’tur ve hepsi erkek baş tanrıya tabidirler. Hatta Zeus zeka tanrıçası olan Athena’yı kendi kafasından doğurur ki bu da zekasını erkeğe borçlu olduğunu ifade eder. Tıpkı Tanrı’nın Havva’yı Adem’in sol kaburga kemiğinden yaratması gibi yeni eril düzende kadın varlığını erkeğe borçludur!
*Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü, Öğretim Görevlisi, Dr.