Homo Urbanus 1: Hemşehriden kent yurttaşına

Hemşehrilik daha çok mekâna ve kültürel ortaklıklara dayalı bir geleneksel dayanışma anlayışını temsil eder. Buna karşılık kent yurttaşlığı daha çok hak temelli, kökenden ve statüden bağımsız olarak kentte yaşıyor olmanın sağladığı hakların tüm üyeler tarafından adil paylaşımını hedefleyen bir hukuki tanımdır.

Abone ol

Aslıhan Aykaç Yanardağ*

Son kırk yılda “şehirli” sıfatının karşıladığı tanım dramatik bir biçimde değişti. 1980'lere kadar geçerli olan kalkınmacı yaklaşım “şehirli” insanı, ülkenin büyük bir kesimini oluşturan “köylü” nüfusa karşı konumlandırmıştı. Ertem Eğilmez’in 1974 yapımı Köyden İndim Şehire filmi bu şehirli-köylü ikilemini karikatürize bir biçimde anlatır. Oysa bugün kırdan kente göçün yoğunlaşması, köylü ve şehirli arasındaki ayrımı ortadan kaldırıyor, bu iki kategorinin sınırlarının eskisinden çok daha geçirgen olduğunu gösteriyor. Kentin merkezinde imtiyazlı küçük bir kesimi oluşturan üst sınıflara karşılık kent çeperinde yer alan, merkezdeki sermaye düzenini besleyen çok daha kalabalık alt sınıflar, prekarya ve yeni göçmenler şehrin yeni sahipleri. Köyden tam olarak kopmamış, doğduğu yerin telaffuzuyla konuşan –bu yüzden küçümsenen-, şehirde kazandığıyla geçinemediği için köyünden kışlık erzak taşıyan köylü-proleter kategorinin şehrin ve şehirliliğin temsil ettiği kalkınma anlayışını ne kadar karşıladığı ise belirsiz. Bugünün şehirli profili sabahın köründe ellerinde kahvaltılık poşetleriyle otobüs duraklarında bekleyen yığınlar, işçi servislerinde sabah uykusunu tamamlayanlar, haftasonlarını AVM'lerde, tatillerini akraba evlerinde tüketenlerden oluşuyor. Şehirler büyüdükçe şehirli olmak ilerlemeden çok bir arafı, arada kalmışlığı ifade ediyor. Böyle bir durumda merkezdeki imtiyazlı kesim yeni nesil şehirli kitlelerden ayrı durmak için banknotlardan duvarlar örüyor.

KENTLEŞME İNSANİ KALKINMAYI NE KADAR GÖSTERİR?

İstanbul’daki kent hayatını betimlemek için popüler bir görsel medya olan kelime bulutunu kullanmak gerekirse karşımıza çıkacak resim içinde aşağı yukarı şu temalar öne çıkar: Metrobüs, trafik, E-5, TEM, köprü, hafriyat kamyonları, Esenyurt, güvenlikli siteler, TOKİ, kentsel dönüşüm, yolsuzluk, israf, yoksulluk, gecekondu. Örneğin bu temalara alternatif olarak yeşil mimari, sürdürülebilir şehir, kaliteli sağlık hizmetleri, yaygın eğitim ağı, ucuz ve etkin toplu taşıma, rekreasyon alanları, erişilebilirlikten söz etmek oldukça zordur, İstanbul’un 2018 yılında Küresel Yaşanabilirlik Endeksi’nin beş temel kategorisindeki (istikrar/güvenlik, sağlık, kültür ve çevre, eğitim ve altyapı) değerlendirmelere göre 108'inci sırada yer alması da bunun bir göstergesidir. Bu sıralamayı ısrarla vurgulanan “dünyanın 17'nci büyük ekonomisi” sıralamasıyla yan yana değerlendirmek rakamlardaki ironiyi gösterir.

Ana akım kalkınmacı yaklaşımların en önemli kalkınma göstergelerinden biri kentleşme oldu. Kentleşme kırsal nüfusun kentlerde yaşamasıyla beraber daha çok modern sektörlerde istihdam edileceklerini, bu sayede tarımda olduğundan daha yüksek katma değer yaratarak ekonomik büyümeye katkı sağlayacaklarını öngörüyordu. Bu ekonomik büyümenin de hemen olmasa da zamanla bölüşüm ilişkilerine daha fazla etki ederek tüm toplumsal sınıfların gelir düzeylerinde bir artışa yol açması bekleniyordu. Bu ekonomik döngü fiziki şartlarda kentlerdeki barınma, ulaşım ve sosyal hizmetler altyapılarının gelişmesinde kendini gösterecek; toplumsal sonuçları açısından da daha fazla refah, daha etkin bir bölüşüm, ekonomik sermaye birikiminin yanında beşeri sermaye inşasıyla kent insanını da kalkındıracaktı.

Bugün bu kalkınmacı yaklaşımın, “Başka bir alternatif yok!” düsturu altında doğrusal bir ilerleme hattını bütün dünyaya dayatan öğretinin yanlışlığını kanıtlayan ve tepeden inme reçetelerin neden olduğu toplumsal sorunları gündeme taşımaya devam eden bir külliyat var. David Harvey’nin Sosyal Adalet ve Şehir kitabı bu literatürün erken örneklerinden biri. Mike Davis’in Gecekondu Gezegeni gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerdeki kentleşme patlamasının yarattığı çevresel maliyetin yanı sıra neden olduğu ekonomik eşitsizlik, yoksulluk ve göç süreçlerinden kaynaklanan toplumsal çatışmaya dikkat çekiyor. Saskia Sassen, özellikle dünya kentlerinde neoliberal kapitalizmin beyaz yakalı üst sınıflarına yönelik bir altyapının inşasına dikkat çekerken, bu yapının aynı zamanda kentin marjinalleri denebilecek alt sınıfların emek yoğun işlerde istihdamıyla ayakta kaldığını vurgular. Küresel kapitalizmin örgütsel merkezleri haline gelen kentler aynı zamanda çok katmanlı sınıf yapıları olarak türlü çatışmaları da içinde barındırır. Bu çok katmanlı yapı ekonomik sınıfların yanı sıra iç ve dış göçten beslenmesi nedeniyle de çok kültürlüdür, bu nedenle ortaya çıkan politik mücadeleler aynı anda sınıf ve başka tür kimlik unsurlarının ve yaşam tarzlarının kesişimini içerir. Manuel Castells, kentleşme ve toplumsal hareketler arasındaki ilişkiyi ağ toplumu çerçevesinde değerlendirir; özellikle iletişim teknolojilerinin kolaylaştırıcı etkisiyle kentler ağ toplumu içinde yer alan toplumsal hareketlerin kesiştiği ve zaman zaman yoğunlaştığı, küresel ve yerel dinamiklerin bir arada hareket ettiği noktalar olur.

Şehir mekansal bir kategori olarak da toplumsal bir birim olarak da içinde birçok çelişki barındırır. Bu yüzden şehirde yaşayan her bireyi kapsayan homojen bir “şehirli” kategorisinden ve buna denk düşen bir şehirli yaşam biçiminden söz etmek mümkün değildir. Modernleşmenin tüm öğelerini bünyesinden barındıran ve modern şehrin uygarlık anlayışını gündelik hayatına aktaran ideal bir şehirli grubunun dışında, gerek sosyal koşulları gerekse ekonomik altyapısı nedeniyle bu modern idealin dışına düşenler için “hemşehrilik” başka tür bir toplumsallaşmayı ve sosyal statüyü temsil eder. Bu yüzden İstanbul’da Sivaslılar, İzmir’de Mardinliler, Ankara'da Yozgatlılar gibi şehre ait olmayanların alternatif aidiyetlerini dayandırdıkları ve örgütledikleri bir kategori çıkar. Bu ikisinin dışında ise sayısal olarak büyük bir grup olmasa da daha yüksek bir politik bilinç ve eylemlilikle ortaya çıkan kent yurttaşları sınıf ve kimlik mücadelelerini yaşam tarzı siyasetiyle harmanlar ve kapsayıcı bir kent yaşamı hedefler.

HEMŞEHRİ Mİ, KENT YURTTAŞI MI?

Kent insanını tanımlarken belirleyici olan demografik bağ ya da uzun süreli bir ikamet değil, bunun yerine kente ve kentteki toplumsal yapıyla kurulan ilişkiye odaklanmak gerekir. Sürekli olarak iç göçle, yasal ve yasa dışı dış göçle büyüyen metropollerde homojen bir kent kültüründen ve toplumsal yapıdan söz etmek oldukça zordur. Bir taraftan sınıf dinamiklerinin, kapitalist ilişkilerin mekânsal örgütlenmesi yatay ve dikey olarak farklılaşmış çok boyutlu toplumsal ilişkilerin ortaya çıkmasına yol açarken, diğer taraftan farklı dinamiklerle şekillenen göç süreçleri, birkaç kuşağa yayılan göç dalgaları kentteki toplumsal yapıyı iyice karmaşıklaştırır. Artan sermaye birikimi ve metalaşma daha geniş bir spektruma yayılmış ekonomik profilleri öne çıkarırken, giderek daha da küreselleşen göç hareketleri de çok renkli, çok kültürlü kimlik unsurlarını kente hâkim olan büyük resme dahil eder. Bütün bu dinamikleri aidiyet duygusu ve bir toplumsal ortaklık açısından değerlendirmek oldukça zordur.

Hemşehrilik daha çok mekâna ve kültürel ortaklıklara dayalı bir geleneksel dayanışma anlayışını temsil eder. Buna karşılık kent yurttaşlığı daha çok hak temelli, kökenden ve statüden bağımsız olarak kentte yaşıyor olmanın sağladığı hakların tüm üyeler tarafından adil paylaşımını hedefleyen bir hukuki tanımdır. Hemşehrilikte daha çok enformel bağlar, zaman zaman akrabalık ilişkileri aidiyet duygusunun temelini oluştururken, kent yurttaşlığında aidiyet duygusu ortakların hakları konusunda ne kadar bilinçli olduğuna bağlıdır. Bu nedenle kent yurttaşlığının gelişimi ve kazanımları içinde bulunduğu toplumun siyasi gelenekleriyle, demokratik etkinliğiyle ve toplumsal hareketlerin, örgütlülüğün yaygınlığıyla doğrudan ilişkilidir. Türkiye’deki duruma bakıldığında hemşehrilik bağlarının kent yurttaşlığından daha belirgin bir şekilde korunduğunu, kent yurttaşlığının ise daha çok genç, eğitimli, orta sınıf, sıklıkla beyaz yakalı işlerde çalışan ve hak mücadelelerinde yer alan görece daha küçük bir kesim tarafından benimsendiğini söylemek yanlış olmaz. Bu durum tespiti, hemşehriliğin kent yurttaşlığından daha etkin olduğu anlamına gelmez, ancak hak temelli bir ortaklığın henüz kitleselleşmediği, gelişmesi için de farklı stratejilerin gerekli olduğunu gösterir.

Yarın: Homo urbanus 2: Yereli örgütlemek neden önemli?

*Prof. Dr., Ege Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü