Homo urbanus 2: Yereli örgütlemek neden önemli?
Son yerel seçimlerden sonra İstanbul ve Ankara belediyelerinde yaşananlar, Van, Mardin ve Diyarbakır belediyelerine kayyım atanması da politik bir çatışmanın ötesinde ulus-devletin ekonomik işlevlerini kaybederken mali kontrolü bir baskı aracı olarak kullanmaya devam ettiğini göstermektedir.
Aslıhan Aykaç Yanardağ*
Tüm tarihsel dönemlerde kentler gerek mimari özellikleriyle gerekse inşa ettikleri kültürel birikim nedeniyle uygarlığın simgesi olmuştur. Sanayi Devrimi’nin başlangıcından itibaren kentleşme süreci ve kentlerde yaşan nüfusun oranı düzenli bir artış gösterdi. Ancak özellikle Sanayi Devrimi’nden sonra kentler mekâna ve kültürel özgünlüğe dayalı bir uygarlık temsilinden çok gündelik hayata giderek daha fazla nüfuz eden ve metalaşmanın sınırlarını her geçen gün genişleten kapitalist uygarlığın odak noktası haline gelmiştir. Bugün şehirler yalnızca gelişmiş ülkelerde değil, aynı zamanda gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelerde de nüfusun büyük kısmının yoğunlaştığı, ekonomik ilişkilerin karmaşıklaştığı alanlar oldu. Türkiye’de şehirlerin gelişimi dünyadaki kentleşme süreçleriyle paralellik gösterdi; ancak Türkiye’nin kapitalist dünya ekonomisine eklenmesindeki gecikme ve devletçi politikaların sürekliliği bu sürecin de belli bir gecikmeyle ivme kazanmasına yol açtı. Türkiye’de şehirlerin gelişimi ve şehirli nüfusun hızlanarak artışı özellikle 1980 sonrası neoliberal dönemle kendini gösterdi. Bugün alan dağılımı açısından bakıldığında Türkiye topraklarının yüzde 21’ini şehirler oluşturuyor; bu oran yüzde 6 olan OECD ortalamasının oldukça üstünde. Buna karşılık kırsal alanlar yüzde 51 gibi yüksek bir oranda olsa da bu oran yüzde 83 olan OECD ortalamasının altında. Her iki kategorinin dışında kalan aradaki alanların oranı ise Türkiye’de yüzde 28, OECD ortalaması ise yüzde 11. Dolayısıyla Türkiye, kapitalizme geç entegre olmuş ve gelişmekte olan bir ülke olmasına rağmen hızlı bir şehirleşme süreci sonucu şehirleri ve şehirli nüfusunu artırmış bir ülkedir. Şehir hem mekânsal hem de toplumsal bir kategori olarak yerel dinamikleri harekete geçirmek ve alternatif bir politik ekonomi anlayışını örgütlemek için birkaç işlevsel avantajı var. Şehirleri yerel düzeyde örgütlenmenin etkin bir ölçeği olarak tanımlamadan önce yerelin ne ifade ettiğine ve neden bir alternatif olduğuna odaklanmak gerek.
KÜRESELE KARŞI YEREL
Son kırk yılda yerellik küresel kapitalizme direnişin anahtarı olarak öne çıktı. Bugün artık küreselleşme literatüründe bir klişe haline gelen küresel-yerel ikiliği bir tarafta küresel sermayenin sonsuz birikim, eşitsiz mübadele ve gündelik hayatın her alanında metalaşmaya dayalı yayılımına karşı yerel toplulukların kendi üretim, bölüşüm ilişkilerine sahip çıkmasıyla, yerelin hem ekonomik hem de politik olarak sistemin tahakkümüne direnmesiyle yapısal bir hal aldı. Küresel ve yerel arasındaki düşünsel zıtlık pratikte çok daha geçirgen sınırlara sahipti. Küresel sermaye, yerel kültürleri, ürünleri ve hatta üretim süreçlerini metalaştırdı, bunların patentini alıp fikri mülklere dönüştürdü, özellikle turizmle yaşam alanlarını tehdit eder hale geldi. Yerel hareketler küreselleşmenin özellikle iletişim ve ulaşım teknolojilerindeki getirilerinden faydalandı ve bu sayede hedeflerini küresel bir mücadele zeminine taşıyabildiler. Dolayısıyla yerel hareketler düşünsel olarak küresele karşı olsalar da pratikte küresel olanla son derece işlevsel bir bağ kurdular.
ULUS-DEVLETE KARŞI YEREL
Bildiğimiz anlamıyla modern devlet toprak bütünlüğüne dayalı, sınırları içinde kalan kaynakların ve halkın idaresinden sorumlu bir devlet mekanizmasına ve bürokrasiye sahip bir yapıdır. Devletin elinde bulundurduğu şiddet tekeli kaynakların kullanımı ve sınırları dahilindeki halkın yönetimi açısından işlevseldir. Bu betimsel ifadenin ötesinde devletin sistem içindeki işlevine odaklanmak devletin sürekliliği açısından açıklayıcı olacaktır. Devletin belli bir biçimde örgütlenmesi kapitalist sistemin sürekliliğini sağlamak için zorunludur. Ulus-devlet de gerek kaynak kontrolü gerekse ulus çerçevesinde tanımlanan toplulukların idaresi açısından kapitalist sistemin ekonomik girdilerini belli bir biçimde örgütlemiştir.
Yerelin yükselişinde etkin olan bir başka unsur ulus-devletin içinde bulunduğu krizdir. 1970'lerde başlayan birikim krizi devletin piyasa üzerindeki düzenleyici rolünün ortadan kalkmasına, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra geçerli olan refah politikalarının gerilemesine, devletin ekonomik işlevlerinin –gerek piyasayı düzenleme gerekse bölüşüm işlevi- ortadan kalkmasına neden oldu. Piyasa serbestleştikçe devletin eli kolu bağlandı; devlet işletmeleri, sosyal güvenlik ağları ve vatandaşlara sağlanan temel hakların karşılanması finansal olarak sorun yaratmaya başladı. Ulus-devletlerin karşı karşıya kaldığı finansal zorluklar ya borç krizleriyle ya da kemer sıkma politikalarıyla karşılandı; ancak her iki durumda da olan sıradan vatandaşa oldu.
Ulus-devletin işleviyle birlikte meşruiyetini de kaybetmesi halktan gelen politik taleplerin yerel düzeyde dile getirilmesine neden oldu. Bu anlamda ulus-devletin artık karşılamadığı ekonomik işlevler yerel yönetimler tarafından karşılanmaya başladı. Örneğin belediyeler, yeni evlenen çiftlere, yeni bebeği olan annelere, askere giden gençlere yardım yapmaya başladı. Bazı belediyeler yoksul ailelere yardım, ilkokul öğrencilerine süt dağıtımı yaptı. Sosyal güvenlik ağlarının zayıflamasından kaynaklanan boşluğu belediyelerin sosyal yardım projeleri karşılamaya başladı. Buradaki en önemli sorunlardan biri bu tür hizmetlerin belediyeler tarafından karşılanmasına rağmen kaynak tahsisinin merkezi hükümet tarafından yapılması, dolayısıyla sosyal politika alanındaki işlevsel dönüşümün mali politikalarla desteklenmemesi oldu. Belediyeler tarım, yerel kalkınma, sosyal politika, eğitim ve sağlık gibi birçok politika alanında sorumluluk alıp etkinlik gösterirken aynı zamanda özkaynaklarını artırmanın yollarını bulmak zorundadır. Belediyelerin merkezi hükümetten ne kadar kaynak aldığını belirleyen yaptıkları altyapı yatırımları ya da sundukları sosyal hizmetler değil, merkezi hükümetin son derece katı ideolojik kısıtları oldu. Bunun en güzel örneklerinden biri yıllardır CHP'li bir belediye başkanına sahip İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin merkezi hükümetten kaynak alamamasıdır. Son yerel seçimlerden sonra İstanbul ve Ankara belediyelerinde yaşananlar, Van, Mardin ve Diyarbakır belediyelerine kayyım atanması da politik bir çatışmanın ötesinde ulus-devletin ekonomik işlevlerini kaybederken mali kontrolü bir baskı aracı olarak kullanmaya devam ettiğini göstermektedir.
LİBERAL DEMOKRASİYE KARŞI YEREL DEMOKRASİ
Yereli hem politik hem de ekonomik bir alternatif olarak öne çıkaran bir başka dinamik liberal demokrasinin içinde bulunduğu krizdir. Ulus-devletin sürekliliğini sağlayan ve meşruiyet kaynağı olan liberal demokrasi, birçok ülkede ve Türkiye’de ifade özgürlüğünün tehdit altında olması, hukuk sisteminin hükümetler tarafından kötüye kullanılması ve seçim sistemlerindeki aksaklıklar nedeniyle bir krizle karşı karşıyadır. Muhalif adayların seçimlere katılımının engellenmesi, yolsuzluk, terör ve benzeri suçlamalarla adaylarının ifade özgürlüklerinin baskılanması ve yargılamaya maruz kalması, seçim sistemlerindeki manipülasyonlar, seçim sonuçlarının tanınmaması gibi durumlar yalnızca Türkiye’de değil, Brezilya’da, Rusya’da, sonuçların fazlasıyla tartışma yarattığı ABD’de, İtalya’da ve birçok başka ülkede de liberal demokrasinin genel geçer kabulünü sorgulamaya açtı. Bütün bunlar, küresel kapitalizmin baskısı ve ulus-devletin meşruiyet kaybıyla birleştiğinde toplumun büyük bir kesimi alternatif bir politik zemin arayışına yöneldi.
Yerel düzeyde siyaset yapmanın tek yolu belediyeler değildir. Belediyeler merkezi yönetimin ideolojik baskıları ve kaynak aktarımındaki yanlı yaklaşımları nedeniyle sınırlı bir manevra alanına sahiptir. Buna karşılık sivil toplum kuruluşları yerel siyasi aktörler olarak artan bir öneme sahiptir. Her ne kadar kamusal alan da merkezi yönetimin ideolojik tahakkümü altında olsa da sivil toplum örgütlenmesi tabandan gelen taleplerin dile getirilmesi, örgütsel yapının yatay bir genişlemeyle kitleselleşmesi ve sorunların merkezi yönetime kadar yükselen bir hiyerarşi içinde değil, yerine çözülmesi açısından işlevseldir. Sivil toplumun etkinliği örgütlenmeyle doğru orantılıdır. Üye sayısı arttıkça, gündeme alınan başlıklar çeşitlendikçe, hedefe yönelik stratejiler cesurlaştıkça kazanımlar katılımcılar için motivasyon kaynağı olacaktır.
YÖNETİMDEN YÖNETİŞİME, ARTILAR VE EKSİLER
Bugün artık ulus-devletin tekelinde ve güdümünde şekillenen tekil ve tikel bir siyaset biçiminden söz etmek mümkün değil. Siyasetin içinde yer almasa da siyasete ve politika yapım süreçlerine etki eden çok çeşitli aktörler var. Yönetişim anlayışı devlet dışı aktörlerin siyasete katılımını öngören yeni bir model; bu modelin en önemli özelliklerinden biri karar alma mekanizmalarında sivil toplumun ve ekonomik aktörlerin katılımını sağlayacak kurumsal yapıların inşa edilmesi. Ancak, bu katılımcılık anlayışına karşın yönetişim kavramını neoliberal devletin dönüşümünden bağımsız değerlendirmek mümkün değil. Devletin hukuk sisteminin özerkliğine yönelik müdahaleleri, şiddet tekeli ve kaynak aktarımı üzerindeki kontrolü göz önüne alındığında yönetişimin taleplerin dile getirilmesinden öte bir politika değişikliğine yol açmasını beklemek oldukça zor. Dolayısıyla yönetişimde yer alan tüm aktörlerin yalnızca politika yapımına değil ama aynı zamanda yaptırıma da dahil edilmesi, devletin şeffaf ve hesap verebilir bir kurumsal yapı inşa etmesi yönetişim fikrinin pratiğe dökülmesi açısından kaçınılmazdır.
Sonuç olarak, yereli örgütlemek yerel ekonomiyi canlandırmak, belediyeleri yalnızca sorumlulukları açısından değil aynı zamanda yetkileri ve kaynakları açısından da güçlendirmek, sivil toplumu ölçülü ve yüzeysel bir katılımdan, göstermelik bir uzlaşıdan çok etkin bir toplumsal dönüşüm için harekete geçirmek anlamına gelir. Bu dönüşüm için en etkin ölçek nüfusun yoğunlaştığı, ekonomik etkinliklerin çeşitlendiği, bilgi akışlarının hızlı bir biçimde merkez ve çevreyi birbirine bağladığı şehirlerdir. Ancak bu temel prensipler eyleme dönüşmeden, kentin çeperinden merkezine kapsayıcı bir yerel çerçeve kullanılmadan bir işe yaramayacaktır.
Yarın: Homo urbanus 3: Başka bir şehir mümkün!
*Prof. Dr., Ege Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü