Homo urbanus 3: Başka bir şehir mümkün
Politik nedenlerden ötürü siyasi katılımı kısıtlanan ve taleplerini dile getiremeyen kesimler için nasıl bir katılımcılık yolu düşünülebilir? Genel seçimlerde oy verdiğiniz parti kazanmadıysa, yerel seçimlerde adayınız kaybettiyse veya belediyenize kayyım atandıysa, başka bir siyaset biçimi ne olabilir?
Aslıhan Aykaç Yanardağ*
Bundan önceki iki yazıda içinde bulunduğumuz tarihsel bağlamda yerel düzeyde örgütlenmenin önemini, bununla beraber şehirde yaşayanların, şehir insanının değişen profilini değerlendirdim. Buradan devam etmek gerekirse, merkezi önem taşıyan bir soru yereli örgütlerken şehrin değişen profilini nasıl dahil edeceğimizdir. Daha açık sormak gerekirse, kentin çeperinde yaşayanları, sosyal dışlamaya ve çeşitli türden ayrımcılıklara maruz kalanları, köylerini bırakıp gelen yeni göçmenleri, türlü nedenlerle ülkelerini terk etmek zorunda kalan, vatandaş olmadıkları için hak ve sorumluluk çerçevesinde varlık göstermeyen mültecileri ya da düzensiz göçmenleri, cinsel kimliklerinden ötürü ayrımcılığa maruz kalan ve bunun ötesinde şehrin içinde gettolaşmış bölgelerde yaşayanları yerel örgütlenmede buluşturmak mümkün mü? Bunun dışında politik nedenlerden ötürü siyasi katılımı kısıtlanan ve taleplerini dile getiremeyen kesimler için nasıl bir katılımcılık yolu düşünülebilir? Genel seçimlerde oy verdiğiniz parti kazanmadıysa, yerel seçimlerde adayınız kaybettiyse veya belediyenize kayyım atandıysa, başka bir siyaset biçimi ne olabilir?
KENT YURTTAŞLIĞI
Ulus-devletle birebir ilişkilendirilen vatandaşlık kavramı küreselleşme sürecinde devletin ekonomik rolündeki erozyon, ulus-devlet sınırlarının artan geçirgenliği ve zayıflayan ulusal egemenlikle birlikte geçerliğini büyük oranda kaybetmiştir. Vatandaşlık da küreselleşme sürecinde alınıp satılan bir metaya dönüşmüş, yasal tanımın varlığı devam etse de işlevi kalmamıştır. Ancak geleneksel vatandaşlık kavramının içerdiği haklar ve sorumluluklar toplumsal ilişkilerde ve bireylerin yaşam alanlarında varlığını sürdürmektedir. İnsanlar vergi vermeye, belli bir alanda yaşamalarından ötürü altyapıyı kullanmaya ve sosyal politikaya ihtiyaç duymaya devam etmektedir. Dolayısıyla tarihsel bağlamda geçerli olan politik, ekonomik ve toplumsal dönüşümler vatandaşlık kavramının da işlevini karşılayan bir hukuki ve pratik dönüşüm geçirmesini zorunlu kılmaktadır.
Kent yurttaşlığı kavramı, kent hakkı kavramıyla birlikte mekana ve bu mekanda bir arada yaşama durumuna bağlı olarak ortaya çıkan alternatif bir yurttaşlık anlayışıdır. Bu anlamıyla kent yurttaşlığı yukarıda sayılan dışlanmışların, dışlanmasa da siyasi katılım olanakları kısıtlanmış olanların, kentin merkezinde olmasa da yasal olarak kent yönetimine tabi olanların siyasi hak ve sorumluluklarını tanımlamaya yarar. Kent yurttaşlığı –her ne kadar indirgemeci olsa da- ulus-devlet vatandaşlığına alternatif bir yaklaşım olarak düşünüldüğünde, bu düzeydeki vatandaşlık kurgusu karşılığını yerel yönetimlerde bulur. Alışılmış olarak devletten talep edilen haklar belediyelerden talep edilebilir, bu durumda belediyelerin seçmenleriyle, kentte yaşayanlarla daha fazla etkileşim içinde olması gerekir. Hemşehri iletişim büroları, WhatsApp hatları bunun bir yolu olabilir, ancak kent düzeyindeki siyaset ulusal düzeydekine kıyasla daha katılımcı ve demokratik olabilir, dolayısıyla basit bir halkla ilişkiler anlayışının ötesinde forum, meclis, halka açık toplantı, enformel görüşmeler gibi doğrudan demokrasiyi besleyen etkinliklere odaklanmak gerekir.
Kent yurttaşlığına dayalı bir modelin getirileri katılımcı demokrasi pratiklerinden de ibaret değildir. Belediyeler aynı zamanda halkın sivil toplum alanındaki örgütlenmelerine destek vererek, yerel ekonomiye öncelik vererek ve belediye hizmetlerini faydalananların taleplerine göre uyarlayarak da üretim ve bölüşüm ilişkilerine, siyasi temsil ve hak mücadelelerine destek verebilir. Burada önemli olan dikey bir hiyerarşiye dayalı, parti ve seçim temelli bir siyaset anlayışından sıyrılıp kamusal olanı dönüştürmeye odaklanan bir anlayış değişikliğidir.
POST-ULUSAL VATANDAŞLIK
Doğrudan kentle ilgili olmasa da bugünkü koşullar çerçevesinde ve özellikle Türkiye’de yerel siyasi yapılanmayı geliştirecek bir başka kavram post-ulusal vatandaşlık kavramıdır. Kavram özellikle Avrupa’da vatandaş olmayan ve Avrupalı kimliğine de sahip olmayan göçmenlerin statülerindeki belirsizliği ve ortaya çıkan politik çatışmaları irdelemek için ortaya çıkmıştır. Yasemin Nuhoğlu-Soysal’ın bu alandaki çalışmaları Türkiye için iki yönlü katkı sunar, Avrupa’daki Türklerin hak mücadelesi Türkiye’deki göçmenlere yönelik politikalara ayna tutar. Post-ulusal vatandaşlık özellikle Avrupa ülkelerindeki Türkler ve Türk olmayan Müslüman toplulukların hak mücadelesinin incelenmesinde anahtar bir kavramdır. Bugün post-ulusal vatandaşlık kavramı yoğunlaşan göç akışı nedeniyle eskisinden çok daha fazla önem taşımakta ve çok boyutlu, çok kültürlü bir siyaset anlayışının inşa edilmesinde katkı sağlamaktadır.
Bugün Türkiye’de dört milyon civarı Suriyeli göçmen var, bunun yanı sıra Afrika ülkelerinden, İran, Irak ve Afganistan’dan gelen göçmenler de var. Bu göçmenlerin en büyük grubu olan Suriyelilerin bir kısmı çatışmaların çıktığı 2011 yılından bu yana Türkiye’de. Yasal düzenlemeler, kayıt sistemi ve koruma kanununun etkinlikten uzak olması bir yerde yaşamaya bağlı olarak ortaya çıkan hak ve sorumluluk kurgusunun işlememesine yol açıyor. Ulus-devlet mevcut politik ve ekonomik erozyon içinde post-ulusal vatandaşlık kavramının altını çizdiği dönüşümleri karşılama kapasitesinden yoksundur. Bu bağlamda yerel yönetimler vatandaşlıkla ilişkilendirilen hak ve sorumluluk çerçevesini vatandaş olmayanları da kapsayacak şekilde genişleterek yerele ait, kapsayıcı bir biçimde birlikte yaşamanın gerektirdiği ortaklıkları inşa edebilir.
Post-ulusal vatandaşlık kavramı, kent yurttaşlığı ile birlikte düşünüldüğünde bugün büyük bir kısmı şehirlerde yaşayan, değişen yaşam koşullarına ve kalış sürelerinin uzunluğuna bağlı olarak geri dönmeyi düşünmeyen göçmenlerin durumu açısından önemlidir. Ülkedeki her sorunu Suriyelilere bağlamak, içimizdeki en yeni ve en kırılgan “öteki”yi bir günah keçisine dönüştürmek toplumsal uzlaşı açısından faydadan çok zarar getirir. Yaklaşık dört milyon insanın kısa vadede kayda alınmasını, “düzenli” göçmen olmasını ya da ülkelerine dönmesini beklemek de gerçek dışıdır. Bugün nasıl ABD ekonomisi yasa dışı göçmenlerin istihdamından fayda sağlıyorsa, Türkiye de daha küçük bir ölçekte olsa bile bu insanları emek ve pazar olarak kullanıyor, kayıt dışı ekonomi içinde bu insanlardan fayda sağlıyor. Sorunu görmezden gelmek, günah keçisi yaratmak ve sürekli göçmenlerin maliyetinden bahsetmek yerine, şehrin madden ve manen son derece merkezinde yer alan göçmenleri kent vatandaşları olarak görmek ortak bir yaşam kurmak, ortak müşterekler inşa etmek ve insani kalkınmayı bütüncül olarak hayata geçirmek açısından son derece önemli.
YURTTAŞ SİYASETİ VE KAMUSAL ALANIN YENİDEN İNŞASI
Yerelde siyasetin tek aktörü belediyeler, belediye meclisi ya da kent konseyi değildir. Yurttaşların doğrudan siyaset yapabilmesi için kamusal alanın varlığı ve bu alanda ifade özgürlüğünün, örgütlenme özgürlüğünün doğrudan kullanımı merkezi önem taşır. Kent yurttaşlığı ya da post-ulusal vatandaşlık kavramlarının en etkin kullanımında bile siyasi geleneklerden ötürü politika yapımından dışlanan kesimler olacaktır. Bunun en önemli örneği LGBTI+ bireylerin çoğu zaman ana akım siyasi mekanizmalar içinde temsilinin olmaması ve seslerini duyuramamalarıdır. Ancak ana akım siyasetten ve yurttaşlık statüsünden dışlananlar yalnızca LGBTI+ bireyler de değildir. Kamusal alan, siyasetin dış çeperine itilen ve kentte gettolaştırılan bölgelerde yaşamak zorunda kalan, kayıt dışı ekonomik faaliyetlerle hayatını idame ettirmek zorunda kalan kesimler için politika önerme ve politika yapma alanıdır. Bu sayede doğrudan katılım imkânı bulamadıkları yönetim süreçlerine baskı kurabilirler.
Kamusal alanı bir siyasi çatışma alanı ya da bir müzakere alanı olarak düşünmek mümkün, ama aynı zamanda bir politika alanı, bir üretim alanı, kapitalist piyasaya alternatif bir ekonomik alan olarak da düşünmek mümkün. Böyle bir alanda talepler, çıkarlar ve bunlara yönelik mücadelelerin, eylem repertuvarlarının ve türlü stratejilerin ötesinde gönüllü olarak bir araya gelmek ve sorunları yerinde çözmek için de bir çıkış noktası olabilir. Kamusal alanı bir çatışma alanının ötesinde bir işbirliği alanı olarak canlandırmanın yollarını aramak, toplumsal uzlaşının dışsal bir mekanizmayla ya da bir düzenlemeyle gelmesini beklemekten daha etkin bir alternatif olabilir.
MÜŞTEREKLER, DAYANIŞMA VE YURTTAŞ GAZETECİLİĞİ
Kapitalizmin içinde bulunduğu birikim krizi ve buna ek olarak ulus-devletin varlık krizi toplumun farklı kesimlerini alternatifler üzerinde düşünmeye itti. Bu noktada alternatif yaşam biçimleri, sistemin dışında çıkma çabaları ve daha iyi bir toplumsal düzene yönelik arayışlar yoğunlaştı. Bu çabaları farklı kavramlarla anlatmak mümkün, ancak burada üç temel yaklaşımın başı çektiği söylenebilir. Bunlardan birincisi kapitalizmin sürekli olarak pompaladığı metalaşma, bireycilik ve tüketimcilik düşüncelerine karşılık ortak yaşamın temelini oluşturan müşterekler düşüncesi. İngilizce “commons” sözcüğünün Türkçe karşılığı olarak düşünebileceğimiz bu kavram tarihsel olarak İngiltere’de çitleme hareketi öncesinde halkın hayvancılık ve benzeri yaşamsal faaliyetleri için faydalandığı ortak kullanıma açık arazileri ifade etmek için kullanılıyordu. Bugün de benzer bir biçimde müşterekler halkın ortak kullanımına açık doğal kaynaklar, kamu hizmetleri, kamusal alanlar ve mülkiyet ilişkilerinin nüfuz etmediği bilgi alanları olarak düşünülebilir. Müşterekler, kapitalizmin özel mülkiyet, metalaşma, bireycilik ve tüketimcilik düşüncelerine alternatif bir duruşu temsil eder. Dolayısıyla müşterekler olarak tanımlanan alanın genişletilmesi kapitalizmin gündelik hayattaki müdahalesini kontrol etmek açısından araçsaldır.
Dayanışma kavramını toplumsal ilişkilerde enformel olarak görülen imece, komşuluk, akrabalık, hemşehrilik ve benzeri geleneksel dayanışma ilişkileri çerçevesinden düşünmek mümkündür; ancak bugün dayanışma kavramı bu geleneksel tanımın ötesinde politik ve ekonomik alanda karşı karşıya olduğumuz sistemik krizlere yönelik örgütsel seçenekler olarak değerlendirmek daha gerçekçi ve güncel bir yaklaşım olacaktır. Örneğin küresel göçün yaygınlaşmasıyla birlikte ortaya çıkan göçmen dayanışma ağları, kapitalizm karşıtlarının küresel düzeydeki işbirliklerini vurgulayan dayanışma biçimleri, daha çok yerelde örgütlenen ve üretimden bölüşüme farklı işlevleri karşılayan dayanışma ekonomileri yeni dayanışma ilişkilerinin örnekleri sayılabilir. Bugünkü dayanışmanın bir başka farkı ise geleneksel olanın kendiliğindenliğine karşı daha bilinçli ve daha örgütlü olması, toplumun farkı kesimlerinden daha geniş kitleleri bir araya getirmeyi hedeflemesidir. Şehirler dayanışma ilişkilerinin gelişimi için en etkin ölçeği sunarlar.
Son olarak, yurttaş gazeteciliği şehir düzeyindeki bir örgütlenme için bilgi akışını etkin kılmak adına önemli bir mekanizmadır ve bilgi ağlarının gelişimi için önemli katkılar sunar. Belli durumlarda bir kamuoyu oluşturmak için, belli durumlarda ise acil müdahale ve yardımlaşma için kitle iletişim araçlarının ve sosyal medyanın kullanımı önem taşır. Örneğin son zamanlarda gündemde sıklıkla yer alan kadın ve çocuklara yönelik şiddet ve istismar olaylarında internetin, sosyal medyanın ve daha geniş kapsamlı iletişim kanallarının kullanılması sorunların görünürlüğü, farklındalığın artması ve istenmeyen olayların gerçekleşmeden önlenmesi açısından işlevseldir.
Şehir, toplumsal değişimi yerelde örgütlemek için en uygun ölçeği sunar. Bu değişim ancak ve ancak şehirdeki farklı kesimlerin katılımı ve etkileşimiyle mümkün olacaktır. Değişimi bir sonraki seçimlerden bekleyip hayal kırıklığına uğramak yerine, her bir birey içinde bulunduğu bağlamın politik ve toplumsal imkanlarını değerlendirmekle sorumludur. Bunun için hazır bir reçete beklemek yerine şehre bakmak, imkanları görmek daha iyimser bir başlangıç olabilir.
-BİTTİ-
*Prof. Dr., Ege Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü