Hoşgörünün sınırları ve sorunları

Hoşgörü çetrefilli bir kelime. Sık sık cümle içinde kullandığımız bu kavramı, hakkında biraz kafa yorduğumuzda; gündelik hayattan, liberal politikalara, eşit ilişki biçimlerinden, evrensel olup olamayacağına kadar farklı şekillerde tartışabiliyoruz.

Emek Erez emekerez@gmail.com

Günlük yaşamımızda ve egemen politik söylemde en çok karşımıza çıkarılan kelimelerden biridir “hoşgörü”. Politikacılar devamlı ne kadar “hoşgörülü” bir coğrafyada yaşadığımızdan bahsederken, “hepimiz kardeşiz”e kadar uzanır bunun ucu. Hoşgörü, dilden eksik edilmese de yaşamda karşılaştığımız biçimiyle hoşgörüye şüpheli yaklaşmak gerekir çünkü biraz sorguladığımızda, bizden sonsuzca hoşgörü talep edilirken karşılığında gösterilenin, toplumsal normların, çoğunluğun, egemen politikaların izini taşıdığını fark ederiz.

Hoşgörünün olduğumuz şey olmakla ilgili boyutu vardır bu da toplumumuzda oldukça yaygın bir hoşgörü türüdür. Buna ben “olsunlu hoşgörü” ya da “koşullu hoşgörü” diyorum. Bu daha çok kimlikle ilgilidir, çoğunluğun hoşgörüsüyle ilişkilenir. Bunu açalım biraz, biri “Kürdüm” dediğinde, “olsun bizim mahallede de var”; Ermeniyim, “onlar da çok iyi zanaatkârlardır”; quirim, “ya ben onları eylemlerde filan görüyorum, çok renkliler”; Aleviyim, “bizim de öyle arkadaşlarımız var, toplumun renkleri...” Bu konuda sayısız örnek bulabiliriz. Bu tarz cümleler, kendinden uzaklaştıran ve yukarıdan dilli bir bakışı içerir genellikle. “Ben öyle değilim” ama benim çevremde var demenin anlamı, seninle kurduğu ilişkiye bir kılıf aramadır. Bu, seni varlığından dolayı hoş görmek anlamına gelir ki ifadesi şudur, buraların asıl sahibi biziz sen de varsın ama ben seni tanımam, varlığını eşit bir ilişkiyle kabul etmem ama hoş görürüm. Bu nedenle genellikle hoşgörü talep etmen gerekir; kendi dilini konuşmak için, istediğin gibi yaşayabilmek için, kendi inancının ritüellerini yerine getirebilmek için… Oysa kimsenin kendi olabildiği şeyden dolayı hoş görülmeye ve bunu talep etmeye ihtiyacı yoktur, kendini hissettiği, ait olduğu şey ne ise o olarak eşit tanınmaya ihtiyacı vardır. Toplumsal normlarla sıkı sıkı ilişkiyle kurulmuş, egemen söylemiyle perçinlenmiş ve çoğunluk refleksine göre belirlenmiş hoşgörü sorunludur bu nedenle, iktidar ilişkisi içerir, eşit ilişkiyi fesheder. Bizi hissettiğimiz şey olmaktan dolayı sorumluluk almaya iter. Oysa Comte-Sponville şunu hatırlatır: “Hoşgörü göstermek, sorumluluğu üstlenmektir: Sorumluluğu başkasına atan hoşgörü hoşgörü değildir.”(1) Bu nedenle, başkasına karşı hoşgörüde; onun ne yaşadığını umursamadan, varlığını tanımadan, çoğunluğun ona karşı tavrının sorumluluğunu almadan, koşullu bir hoşgörüyle yaklaşmak, kendini ondan uzaklaştırarak hoş görmek sorunlu bir yan içerir.

Hoşgörü, karmaşık bir konu. André Comte-Sponville konuyu ayrıntılı bir şekilde tartışırken, şuna dikkat çeker mesela, bilimsel olan bir şeye hoşgörüyle yaklaşamayız, evrim teorisine hoşgörü talep etmek onun bilim olduğunu unutmak anlamına gelir. “Ama bu teoriyi insanın ve yaratılışın mutlak hakikati diye otoriter anlamda dayatmak isteyenler yine de hoşgörüsüzlük örneğidirler. İncil’i kanıtlayamayız da, çürütemeyiz de: O halde ya İncil’e inanmak gerekir ya da inananlara hoşgörü göstermek.” Hoşgörünün sorunu da burada başlar İncil’i hoş görebiliyorsak, Comte-Sponville’in bahsettiği gibi, Mein Kampf’ı da hoş görmemiz gerekmez mi, ona hoşgörü gösteriyorsak bunun sonucu toplama kamplarına da hoşgörüyle yaklaşmak anlamına gelmez mi? Bu nedenle evrensel, tek bakış açısıyla oluşmuş bir hoşgörünün olamayacağını hatırlıyoruz. Çünkü hoşgörünün yukarıdaki örneklerde bahsettiğimiz gibi belli bir sınırı var, ister gündelik hayatta olsun isterse genel dünya tahayyülümüzde duruma, olaya, kişiye göre değişen bir hoşgörüden bahsedebiliriz ancak. Çünkü yine Comte-Sponville’in hatırlattığı gibi: “…evrensel hoşgörüye elbette ahlâki olarak karşı çıkılabilir: Çünkü bu hoşgörü kurbanları unutturur, çünkü kurbanlar kendi kaderlerine mahkûm edilmiş olurlar, çünkü işkencenin sürmesine izin verilmiş olur.” Bundan dolayıdır ki hoşgörü herkese, her koşulda gösterilebilecek bir erdem değildir, devletlerin suçlarına, insanlık suçuna, kapitalizmin boğazımıza kadar dayanan tahakkümüne hoşgörü gösteremeyiz.

Hoşgörüyü, Comte-Sponville’in aksine, kendisi de ütopik olduğunu kabul ederek, evrensel, ulaşılması gereken bir amaç olarak tartışan Herbert Marcuse(2), hiçbir hükümetin bunu yapabilecek düzeyde olmadığını en azından verili koşullarda bunun mümkün olmadığını hatırlatır ve hoşgörü; “korku ve sefalet içermeyen bir varoluş yaratma şansını yok etmese bile engellediği için, hoş görülmemesi gereken politikalara koşullara ve davranış biçimlerine kadar genişletilmiştir” der. Hoşgörünün bu genişleyen sınırı da bu konudaki sorunun bir boyutunu oluşturuyor fikrimce. Çünkü konu varlığımız olduğunda veya bağışlanması imkânsız suçları düşündüğümüzde herkese ve her şeye hoşgörü sıkıntılı bir hâl alıyor. Sanki herkes için eşit hoşgörü varmış gibi yansıtılan liberal politikaların söylemine de eleştirel yaklaşmak gerekiyor bu nedenle. Çünkü hoşgörü bana kalırsa din, devlet gibi otoritelerin, çok kolay işlevselleştirebileceği bir kavram. Bu sınırları genişletilmiş hoşgörü için Marcuse ayrıca şuna işaret ediyor: “Hoşgörünün politik konumu değişti: Az çok sessiz bir biçimde ve yasal olarak muhalefetten geri alınırken yerleşik politikalara gelince zorunlu bir tutum hâline getirildi. Hoşgörü etkin bir durumdan edilgin bir duruma, pratikten pratik olmayana dönüştürüldü; yerleşik otoriteyi rahat bırakın! Yönetime karşı hoşgörü gösteren halktır; buna karşılık olarak da yönetim, yerleşik otoritenin belirlediği çerçeve içerisinde muhalefeti hoş görür.” Hoşgörü bir söyleme dönüştüğünde sınırlarının daha çok otoriteler tarafından belirlendiğini görüyoruz ve böyle bir durumda edilgin, pratikte olmayan sözlerin karşılığı oluyor, muhalefet de bunun parçası olduğunda halktan beklenen, devamlı bir hoşgörü tavrı olarak karşımıza çıkıyor. Son dönemde izlediğim sokak röportajlarında sıklıkla şuna rastladım, “Pandemi koşullarındayız, hükümet ne yapsın, tüm dünya aynı durumda, hoş görmek gerek…” Bu koşullardan dolayı otoriteyi hoş görme sanırım bahsettiklerimizle ilişkileniyor ve bu tavır sorunun asıl nedenlerini görünmez kılıyor. Otoriteler kendilerine sonsuz hoşgörü talep ederken, muhaliflerin isyan ettiği her konuda karşısına kolluk kuvvetleri çıkarılıyor. Bu da Marcuse’ün hoşgörünün evrensel bir amaç olabilmesi hakkında söylediklerini hatırlatıyor: “…Hoşgörü sadece evrensel olduğunda, hem yönetenler hem de yönetilenler, hem efendiler hem de köylüler, hem kasaba polisleri hem de onların kurbanları tarafından uygulandığında amaçtır. Böyle evrensel bir hoşgörü sadece, gerçek ya da sözde düşman veya ulusal çıkarlar uğruna insanların askeri şiddet ve yıkım içinde eğitilmeleri gerekmediği zamanda olanaklıdır.” Hoşgörünün olabilmesi için öncelikle karşılıklı eşit uygulanmasına ihtiyaç var ve ulus çıkarının, düşmanlık politikasının ve bu nedenle desteklenen militarizmin feshedilmiş olması gerekiyor. Yaşadığımız dünya koşulları düşünüldüğünde Marcuse’ün daha baştan ütopik bir tahayyül olacağını hatırlattığı evrensel hoşgörü tüm bunları gözeterek düşündüğümüzde maalesef mümkün görünmüyor.

Baştan beri sorunsallaştırmaya çalıştığımız gibi hoşgörü çetrefilli bir kelime. Sık sık cümle içinde kullandığımız bu kavramı, hakkında biraz kafa yorduğumuzda; gündelik hayattan, liberal politikalara, eşit ilişki biçimlerinden, evrensel olup olamayacağına kadar farklı şekillerde tartışabiliyoruz. Ancak tüm bunların sonunda sanırım Nietzsche’nin “kölelik ahlâkının bir parçası” olarak tahayyül ederek, erdem olarak hoşgörüyü kabul etmemesi fikrine hak vermeli çünkü verili şartlarda hoşgörünün bir amaç olsa bile kendi kendini yok eden ve egemen ahlâkın bir parçası olmanın ötesine geçemeyen bir yanı olduğunu fark ediyoruz.

Dipnotlar

  1. Comte-Sponville, A., (2012), “Büyük Erdemler Risalesi”, s. 218-219, (Çev. Işık Ergüden), İstanbul: İletişim Yayınları.
  2. Marcuse, H., (2014), “Saf Hoşgörünün Bir Eleştirisi ‘Baskıcı Hoşgörü’”, s. 80-81-82, (Çev. Soner Soysal), Ankara: Heretik.
Tüm yazılarını göster