Hrant Dink merhaba!

Ermeni bir gazeteciymiş kendisi. Ermeni, gazeteci... Anam da tanımazdı onu. Haberlerde duymuş, üzülmüş. Hemen sahiplenivermiş anısını, acısını. Gazetecileri öldürülen bir halkın kimliği var çünkü anamın üstünde. Onun bir Metin Göktepe'si var. Anam onu da tanımazdı eminim. Ama eğer öldürüldüyse birisi sokak ortasında ayaküstü ve bir gazeteciyse o, artık tanımak gerekmezdi. O ölü, onundu.

Abone ol

Yemen Cankan*

Yıl 2007. Soğuktan da soğuk bir cuma günü, takvimler ocak ayının on dokuzunu üşütüyor. Lise ikinci sınıf öğrencisiyim. Herkesin en akıllısı, en delisiyim. Ardahan'da ondan iki sene (2005 yılında) önce açılmış bir öğretmen lisesinin kırk kere söyleyince kendiliğinden olmuş yurdunda (zira ortada bir yurt yoktu, bir başka lisenin dersliklerini yurt sayıyor, inanıyorduk biz) çantamı hazırlıyorum. Hafta sonunu köyümde geçirmek üzere kâğıtlar imzalamış, izinler almışım.

Ve işte yoldayım. Soğuktan camları buzlanmış eski minibüsler, tıka basa dolu yolcusuyla kırk - kırk beş dakikada varabiliyorlar köye. Ben, arka koltuklardan birinde ve üç kişinin arasında ev özlemimi büyütürken, karlarla kaplı bir coğrafya, sessiz ve nefessiz bir bebek gibi uyuyor o sıra.

Önce ilçeye daha sonra da köye varıyor, evimizin bulunduğu yere doğru yürüyorum. Ayaklarımın altında sıkışan kar öyle tok bir ses çıkarıyor ki her adımda bir öncekinden ağır bir hınçla basıyorum üzerine. Ve duyuyor ve hissediyorum sitemini karın. Kirletilmekten bıkmış bir beyazın...

Anam her zamanki gibi ellerini kollarının altına almış, ‘çiçek olmuş’ vaziyette ve kapının önünde beni bekliyor. Hiç üşüyormuş gibi durmuyor. Ve öyle bir telaş gözlerinde... Dünya dolusu sevgi ve özlemle sarıp sarmalıyor beni. Öyle utanıp sıkılarak, ömrüm boyunca öpmeye cesaret edemediğim bu kadınla birlikte içeriye giriyorum.

Borular kıpkızıl olmuş, soba sıcağı delirmiş gibi sağa sola saldırıyor. Ben oturup da evdekilerin derslerimin iyiliğinden, yurda alışıp alışmadığımdan bahisle sordukları soruları cevaplandırırken, anam köşeden buruk bir sesle: "Yemen duydun mu, bugün bir gazeteciyi öldürdüler" diye yakınıyor. Ve "canlarım çıksın" diyerek TV'yi açıyor.

İşte ben o gün tanıştım Hrant Dink'le. Daha önce hiç duymamıştım adını. Ermeni bir gazeteciymiş kendisi. Ermeni, gazeteci... Anam da tanımazdı onu. Haberlerde duymuş, üzülmüş. Hemen sahiplenivermiş anısını, acısını. Gazetecileri öldürülen bir halkın kimliği var çünkü anamın üstünde. Onun bir Metin Göktepe'si var. Anam onu da tanımazdı eminim. Ama eğer öldürüldüyse birisi sokak ortasında ayaküstü ve bir gazeteciyse o, artık tanımak gerekmezdi. O ölü, onundu.

İşkencelerde, ateşle çevrilmiş otellerde, Maraşlarda, Çorumlarda kaç kez öldürülmüştür onun nesli. O bilirdi. Bilmese de hissederdi. Hesabını tutmadığı, kin de gütmediği bir yaraydı bu. Bir benzerini duyunca bir yerlerde hemen kanardı yeniden. Hrant Dink bir gazeteciyi. Ve ayakkabısı da delikti. Kanamak için ne güzel bir sebepti.

Beni anam tanıştırdı, tanımadığı o adamla. Ermeni'ydi... Ermeni olduğu için arkasından vurulmuştu ve yatıyordu sokak ortasında.

Zalim, kaba, kötü kalpli insanlara "sırf Ermeni bu" diye söylenirler bizim oralarda, halkları birbirine düşman eden devlet ağzıyla. Oysa anam bilirdi 'Sezercik' filmlerinde hep iyi kalpli adamı canlandıran sütçü dedenin (1) Ermeni olduğunu. Devletin ağzının küfür dolu olduğunu bilirdi. Köyde ağız alışkanlığıyla söylenen o sözün, içten söylenmediğini bilirdi. Sorsan Hrant da bilirdi bunu.

Beni anam tanıştırdı, tanımadığı o adamla. Adıyla, altı delinmiş ayakkabısıyla, yerde öylece kalakalmış acısıyla…

Hani bir fotoğrafı vardır Hrant Dink'in. Bir kaldırımda oturmuş, düşünceli düşünceli bakındığı bir fotoğrafı… Sokağın sonundan da biri geliyordur orada, fotoğrafta. Göreniniz vardır. İşte ben ne zaman o fotoğrafa baksam, o gelenin ben olduğumu düşünürüm hep. Benimdir, biraz sonra Hrant Dink'in yanına varıp oturacak. "Kalk hadi seni anamla tanıştırayım, o beni bir gün seninle tanıştırmadan" diyecek.

Benimdir, "bir merhabayı kaç yıldır meydanlardan kulağına ulaştırmaya çalışıyorum be adam. Duyuyor musun?” diye soracak. “Söz olsun, su çatlağını bulacak” diyerek, omzuna hafifçe dokunacak.

Onun anısı ve acısı duruyor üzerimizde. Güvercin tedirginliği, ürkekliği ve aynı zamanda gözü pekliği… Söz olsun, gözyaşı döküp, öylece oturmak yok. Öyle susmak, korkmak yok. Ölümle korunmayacak bir ülkeyi yaratmak adına dövüşüyor, meydanlarda güvercinler. Ve dövüşecekler.

Hepsinin ağzından: "Hrant merhaba!"

(1) Nubar Terziyan

*Avukat