Hrant Dink Ödülü sahibi iki anıt kadından mesajlar
2019 Uluslararası Hrant Dink Ödülü’ne değer bulunan sivil toplum öncüsü Nebahat Akkoç ve Hindistan’da yaşadığı bölgedeki yoksulların, kadınların, çocukların ve dezavantajlı insanların hakları ve çevre için mücadele eden Agnes Kharshiing, Gazete Duvar’la buluştu.
Uluslararası Hrant Dink Ödülü’nün on birincisi, 15 Eylül Pazar akşamı, Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı’nda düzenlenen törenle sahiplerini buldu. Ödülü, Türkiye’de yıllardır kadının insan hakları konusunda farkındalığın artması ve eril şiddete karşı çalışmalar yürüten Nebahat Akkoç ve Hindistan’da yoksulların, kadınların, çocukların ve dezavantajlı insanların hakları ve çevre için mücadele eden Agnes Kharshiing aldı.
Sunuculuğunu Ece Dizdar’ın üstlendiği törende Maral Ataman, Hrant Çizmeciyan’ın öğrencileri ve Büyük Ev Ablukada sahnedeydi.
Türkiye’de ve dünyanın dört bir yanında, yaptıklarıyla insana, insanlığa ‘ışık’ tutanların anıldığı, risk alan, yol açan bu insanlar ve kurumların selamlandığı ‘ışıklar’ videosu gösterildi. Bu yılın ‘ışıklar’ı arasında, Türkiye’den Kongo’ya, Suriye’den İskoçya’ya, Cezayir’den Hollanda’ya, kadın ve insan hakları, mülteci hakları, çevre ve hayvan haklarının yanı sıra barış, eşit yurttaşlık, demokrasi ve adalet arayışındaki mücadeleleriyle ilham veren 16 kişi ve girişim yer aldı.
Agnes Kharshiing, Hindistan’da hak savunuculuğuna başladığı günden beri, kadınların uğradığı hak ihlallerini ortaya çıkaran, devletin tarım ve yoksullukla mücadele politikalarındaki yolsuzluklara karşı farkındalık yaratan, yıllardır süren yasa dışı madencilik faaliyetlerini duyurmak için hayati tehlikeleri göze alan bir anıt - figür. Kharshiing’e ödülünü, ödül komitesi üyesi, insan hakları savunucusu Emma Sinclair-Webb ve 2018 Uluslararası Hrant Dink Ödülü sahibi Murat Çelikkan verdi.
Nebahat Akkoç ise, Türkiye’nin 23 ilinde, yıllardır, kadınların, kadının insan hakları konusunda farkındalık kazanması için mücadele eden, eril şiddete ve bu olgunun yarattığı toplumsal eşitsizliklere itiraz eden, siyasi kutuplaşmalardan uzak bir hak savunucusu olarak, nereden ve kimden gelirse gelsin, her türlü şiddete korkusuzca karşı koyan, kadının insan hakları konusunda çalışmalar yürüten bir diğer önemli imza. Akkoç ödülünü, jüri üyesi Ercan Kesal ve Sarkis’den aldı.
İkili, aldıkları ödüller vesilesiyle sorularımızı özel olarak yanıtladı.
Öncelikle aldığınız ödül nedeniyle sizi tebrik ediyoruz. Hatırlarsanız, 2006’da dönemin başbakanı Erdoğan’a yönelik olarak, Kadına Karşı Şiddet ile Mücadele Günü vesilesiyle bir mektup kaleme aldınız. Bu mektubu, eğer yeniden kaleme alacak olsa idiniz, bugün hangi umut yüklü veya vahim unsurlarla tekrarlamak durumunda olurdunuz?
Şu anda Türkiye, 2006’da olduğundan çok daha karmaşık bir durumda. Böyle bir mektup yazmayı da hayal etmemiştim tabii. Ama şimdi siz sorunca, şöyle bir şey yazardım herhalde: 2005 yılında Türk Ceza Kanunu (TCK) değişti. Türk Ceza Kanunu ile, ‘namus’ saiki ile öldürülen, cinayet işleyenler için o TCK’de yer alan indirimler kalktı. Namus cinayetlerini işleyenlerin yanı sıra, azmettirenlere de ceza verilmeye başlandı. Ve bu iyi uygulandı. O nedenle şu anda adına kiminin ‘töre cinayeti’ dediği, bizlerin ‘namus adına işlenen cinayetler’ dediğimiz, aslında her biri birer TCK cinayeti olan cinayetler, neredeyse ortadan kalkacak kadar azaldı. Önce bu iyi haberi verirdim galiba. Bu, benim yöntemimdir zaten... Ama, arkasından, iyi gitmeyen konuları hatırlatır, dolayısıyla bütün yasaların ve uluslararası sözleşmelerin uygulamada hayata geçirilmesi için desteğini isterdim. Sanırım, böyle yazardım...
İstanbul’daki törene Diyarbakır’dan katılan kadın misafirlerinizle gelerek, onlarla önemli bir fotoğraf da verdiniz. Bu anlamda paylaşmak istediğiniz başka bir mesaj var mıydı?
Esasında birlikte gelmemiştik. Ben bir gece önceden gelmiştim ve onların geleceğinden haberim yoktu. Ödül törenine birkaç dakika kala karşıma çıkıverdiler. Onlar benim KAMER’de yıllardır birlikte çalıştığım arkadaşlarım. Birlikte ödül almak gibi bir plan, program da yoktu. Onlar bana sürpriz yaptılar, ben de ödülü onlarla birlikte alarak, onlara sürpriz yaptım. Dolayısıyla törende yer alan filmdeki kadınlardan beşi burada, ödülü birlikte alalım mı diye sordum ve onlar da çok şaşırdılar. Aslında ben, bugüne kadar birçok ödül aldım. Hiçbir ödülü tek başıma almadım. Mesela, Berlin’de bir ödül törenine KAMER’den 12 arkadaşımla birlikte gitmiştim. Yani bu, aslında kadına yönelik şiddet ve insan hakları üzerine çalışan kadınların geliştirdiği bir tavırdır. Paylaşım, dayanışma, zorluklara da, güzelliklere de birlikte göğüs germe, birlikte sevinme gibi... O açıdan çok hoş bir ödül töreni oldu.
Eğitime verdiğiniz önem ve kariyerinizdeki yeri malumumuz. Bu açıdan, günümüz Milli Eğitim müfredatında kız-oğlan çocuk öğrencilerine ve tabii, şiddet karşıtlığına, ya da demokrasi eğitimine yönelik birtakım düzenleme veya beklenti durumunuz, eleştirileriniz var mıdır?
Elbette var. 2004 ve sonrası yıllarda özellikle, ilköğretimdeki kitapların taranmasına, cinsiyetçi unsurların ayıklanmasına yönelik pek çok çalışma yapıldı. Bunların hepsi tespit edildi. Ders kitaplarından ayıklanacaktı. Yeni kitaplar basılacaktı ve onlar, bu cinsiyetçi öğeleri içermeyecekti. Bunların hiçbiri olmadı. Dolayısıyla toplumsal cinsiyet rolleri dediğimiz şey, kimsenin kaderinde değildir, fıtratında yoktur. Toplum, kız ve oğlan çocuklarını yönlendirir ve onları geleneksel kadınlar ve erkekler haline getirir. Bu eğitim böyle devam ettikçe, o da devam edecektir ama, bugün, meselâ sosyal medyaya düşen bir habere göre, Milli Eğitim Bakanlığı, bütün belgelerinden ‘toplumsal cinsiyet’ tanımını çıkarmış. Onu bundan sonra kullanmayacakmış. Daha önce, biliyoruz, Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) Başkanı’nın bir açıklaması oldu. O da, YÖK Tutum Belgesi’nden ‘toplumsal cinsiyet’ tanımını çıkardı. Dolayısıyla bunlar tabii ki, cinsiyetçiliği körükleyen uygulamalar. İyi uygulamalar değil, yani bu, Türkiye’nin gelişmesinin önünü engelleyen uygulamalardır, çünkü kadına yönelik şiddet meselesi hallolmadan, bir ülkenin kalkınması da, demokratikleşmesi de mümkün değildir. Dolayısıyla Türkiye’ye zarar veren uygulamalardır diye düşünüyorum.
Bu açıdan Türkiye’deki, ‘kadın ve aile’ temelli hükümet yapılanmaları ve icraatları üzerine, görevlendirmeler üzerine eleştiri ve beklentileriniz nelerdir? Bu alanda bir bakanlığımız var...
Evet, şimdi bizim, 6284 sayılı ‘Şiddet’ yasamız var. Medeni Kanun'umuz 2002, TCK 2005 yılında kadın kuruluşlarının beklentilerine cevap verebilecek şekilde değişti. Beklentilerimizin hepsine karşılık alamasak da, yüzde 80-90’ına karşılık aldık. Arkasından, ilk imzayı Türkiye’nin attığı, önemli bir sözleşme, İstanbul Sözleşmesi geldi. Zaten Nahide Opuz’un Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) kazandığı davadan sonra uygulamaya gelmiş bir uluslararası sözleşme... Bir anlamda, Türkiye’nin dünyaya hediyesi gibi. Türkiye o sözleşmeye ilk imzayı attı. Dolayısıyla bunlar, henüz elimizin altında duruyor... Biz, bunları dayanak alarak çalışmaya gayret ediyoruz. Henüz bunlar var ve bunlar varken, gereği yapılmalı, bunu zorlamaya çalışıyoruz... Bir korku var ve bu korku özellikle yayılmaya çalışılıyor. Sanki, cinsiyet eşitliği aile yapısını zedeler, dağıtır gibi bir algı yaratılmaya çalışılıyor. Ben, bunu yaratanları da ciddiye almıyorum. Mesela çok yakın bir zamanda, Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü’nü ziyarete gitmiştim. Ben, orada kadına yönelik şiddeti sekteye uğratacak bir yaklaşım olduğunu hissetmedim, sohbetimizde de böyle bir şey geçmedi. Böyle bir izlenim edinmedim. Ama dışarıda, bütün bu bahsettiğim yasa ve sözleşmelere karşı çıkan, özellikle de İstanbul Sözleşmesi aleyhine kampanyalar yapan, hatta GREVIO’da (Kadınlara Karşı Şiddet ve Ev İçi Şiddete Karşı Uzman Eylem Grubu) bizi temsil edecek Prof. Dr. Aşkın Asan’ın aleyhine, onu linç edercesine birtakım kampanyalar yapan kesimler olduğunu biliyorum. Bence kadın hareketi, bu kesimlerin üstesinden gelecektir.
Bu noktada dünyanın bir çok kesiminden kadının da çıkardıkları değişim ve dönüşüm sesi de gözümüzün önünde... Bilhassa sosyal medyanın verdiği bir katkı söz konusu.
Evet, şöyle bir şey var. Bu tarz, Türkiye’ye benzer süreçleri yaşayan ülkelerin hepsinde hem cinsiyet eşitliğini sağlamaya yönelik yasalar yapılmış, sözleşmeler çıkarılmış, ama hem de, bunların aleyhine kampanyalar yapan kesimler söz konusu olmuş. Yani, bu Türkiye’ye mahsus bir şey değil. Dolayısıyla kadınlar işbirliği ve güç birliği yaparak, kadınların hakkı olanı kazanmasını sağlayacaklardır bence...
'KADINLAR O KADAR DEĞİŞTİLER Kİ'
Peki psikolojik şiddet ve cinsiyet ayrımcılığı üzerine gözlem ve tecrübeleriniz neler? Kadın veya erkeklerin bu konudaki bilinç ya da eylemlilik seviyeleri ne durumda?
Valla, kadınlar o kadar çok değiştiler ki! Biz, 1996’da bir araştırma yapmıştık. Kadınlara, kadına yönelik şiddeti, bunu nasıl algıladıklarını sorduk. O çalışmada, neredeyse 10 kadından 9’u, şiddetin kadın olmanın doğal bir parçası olduğunu, bunu yaşamak durumunda olduklarını, kader olduğunu filan savunuyorlardı. Dolayısıyla, kadın hareketi hiç durmadan çalışıyor. Aradan 10-11 yıl geçtikten sonra, iki araştırma daha yapıldı. Hatta bu araştırmaların da biri, bizim tarafımızdan geçen sene yapıldı, orada kadınların ‘Haklı şiddet yoktur, şiddete boyun eğmeyeceğim,’ dediklerini gördük. Demek ki büyük bir değişim olmuş ve bu değişim, çok önemli. Çünkü, sorunu yaşayan, kadınlar. Eğer, yaşadıkları şiddeti bir sorun olarak görmüyorlarsa, dolayısıyla onunla ilgili mücadele de etmeyecekler. İlk değişmesi gereken buydu ve burada, büyük bir yol alındı. Farkındaysanız, bunu Emine Bulut meselesinde de gördük. Aslında şiddete karşı direnen, ondan kurtulmaya çalışan, bunun için yasal haklarını kullanan kadınlar son zamanlarda öldürülmeye başlandı. Yani, kadın cinayetlerinin bir kısmı, hakkını aramaya çalışan, boşanmak üzere olan ya da boşanmış, harekete geçmiş olanlar arasındadır. Bildiğiniz gibi Emine Bulut da eski eşi tarafından öldürülmüştü. Dolayısıyla aslında erkekler cephesinde değişiklik çok yavaş oluyor diye düşünüyorum. Kadın kuruluşları, şu anda erkeklerle toplumsal cinsiyet ve farkındalık çalışmaları yapmaya başladılar. Giderek de, erkeklik meselesi ile ilgilenmek üzere örgütlenmiş, erkeklerin kurduğu sivil toplum kuruluşları olduğunu da duymaya başlıyoruz. Zaten bu toplumsal bir mesele. Toplumun bütün kesimleri, bu konuda farkındalık yaşayacak ve bütün dinamikler, birlikte hareket edecek. Yoksa biz bu sorunla baş edemeyiz.
'ANNELER ARASINDA AYRIM GÖZETİLMEMELİ'
Ayrıca bildiğiniz gibi son zamanlarda da gündeme bir eylem gelmiş bulunuyor. Diyarbakırlı anneler, evlâtlarıyla ilgili bir eylem ortaya koydular. Bu eylemi referans alarak bizlere bir şeyler demek ister misiniz?
Bu annelerin bir kısmını şahsen de tanıyorum. Onlar, zaten çocukları gittiği günden beridir ağlıyorlar. Hep yaslılar, hep acılılar, hep bir beklenti içindeler. Yani, yeni başlamadılar ağlamaya. Dolayısıyla onların acılarını küçümseyen ya da önyargı ile bakan bütün yazılıp, çizilenlere karşı çıkıyorum elbette. Çok iyi biliyorum ki, büyük acı yaşıyorlar ve evlâtlarının yaşıyor olabildiği umuduyla oraya oturuyorlar. Ama, doğru yere mi oturdular? Gerçekten onların evlâtlarını bir siyasi parti dağa, bayıra göndermiş olabilir mi, ya da geri getirme gücü var mıdır? Bu konudan ben şüpheliyim. Meselâ Diyarbakır da ya da tüm Türkiye’deki STK’ların meselesi olmalı bu mesele. Bir siyasi partinin kapısının önünde oturup, onu bloke edince, onlar hareket kabiliyetlerini de kaybediyorlar. Ve de bir çözüm yeri değiller gibi geliyor bana. Bu aileler gibi çok üzülecekler gibi geliyor bana, dolayısıyla sanıyorum, bir süre sonra bütün STK’lar ellerinden geleni yapacaktır. Yani bu insanlar yaşıyorsa, geri gelmeliler. En azından ‘ölüsünü veya dirisini,’ diyorlar... Ya da bu insanlar, çocuklarından haberdar olmalı. Eğer yaşamıyorsa, ne zaman öldüğünü, nerede gömüldüğünü bilmek haklarıdır. Kimse bunu yadsıyamaz. Onların acıları asla istismar edilmemeli. Anneler arasında asla ayrım gözetilmemeli. Cumartesi Anneleri’ni de biliyoruz, yıllardır oturuyorlar. Nitekim yeni bir haber var, AK Parti’nin de orada oturmaya başlayan birtakım anneler olmuş. Yani, bu sorunları yok saymadan, oturup, hakikaten soğukkanlı bir şekilde çözüm üretmek lâzım. Yani, o kadar çok acı var ki Türkiye’de. Hakikaten dayanılmaz oldu artık. Kimse bunu taşıyamıyor. Geçen gün bir anne, çok ağıt yakarak ağladı. Sosyal medyada epey dolaştı. Belki gördünüz... Ben şöyle bir hayal kurdum; biz böyle acıları olan o kadar çok kadınız ki, hepimiz birlikte o sesle ağıt yakmaya başlasak, kim dayanabilir? Bunun önünde kim durabilir? Dolayısıyla annelerin feryadını, acısını küçümsememek lâzım diyorum.
Türkiye haritasına baktığınızda ‘töre cinayeti’ konusunda kent veya taşra adına bir ayrım görüyor musunuz?
Şimdi bir kere, ben ‘töre cinayeti’ tanımını yanlış buluyorum. Töre cinayeti diyerek, namus adına işlenen cinayetleri bir kültüre, daha çok Türkiye’nin doğusunda, güneydoğusunda yaşayan kültürel çeşitliliğe mal edilmeye çalışıldı bu. Sanki bu cinayetler sadece Kürtlerin, ya da o bölgede yaşayan diğer farklı etnik kimliklerin sorunudur diye düşünüldü ve adı, öyle yapıştı, kaldı. Ben, bu cinayetlere töre cinayeti demiyorum. Aslında bugün, bu cinayetler yok denecek kadar azaldı. Çünkü TCK, namus cinayeti saiki ile işlenen cinayetlere karşı indirimi kaldırdı. Dahası az önce de dediğim gibi azmettirenlere de ceza vermeye başlandı. Ancak, kadınların hayatlarını kaybettiği iki türlü cinayet var. O farkı anlatayım ben: Birisi, kadın cinayetleri dediğimiz ve Emine Bulut gibi, her gün sıkça rastlamaya başladığımız cinayetler. Biri de, daha önce üzerinde çalıştığımız ve TCK’de indirimi olan,’namus saiki ile işlenen’ cinayetler. Burada bir kadın, sözüm ona herhangi bir sebeple yargılanıyor. Ve ailede bir meclis kuruluyor. O meclis, o kadını kendince yargılıyor ve bir ceza öngörüyor. Hatta bazen bu konuda bir din adamından fetva da alınıyordu o zamanlar. Kadının, ne zaman, nerede öldürüleceğine, kim tarafından öldürüleceğine bu aile meclisi karar veriyordu. Aile meclisi üyesi olan azmettiriciler, aslında esas suçlulardır. Cinayeti işlemekle görevlendirilen, çoğu çocuk olan katiller ise aslında birer mağdurdur. Şimdi, bu tarz cinayetler kalmadı. Dolayısıyla diğerlerine kadın cinayetleri diyoruz. Onlar da, aynı kaynaktan beslenen bir zihniyetin ürünü olarak ortaya çıkıyor. Ve zaten, eskiden töre cinayeti diyerek bu tarz cinayetleri Kürtlere mal etmeye çalışanlar şimdi görüyor ki, bu cinayetler Türkiye’nin her yanında oluyor. Bütün farklılıkların görüldüğü, tüm toplumlarda, etnik kimliği, inancı ne olursa olsun görülüyor. İkisi çok farklı şey.
'KADINLARIN YÜZDE 70'İ KORKTUĞU İÇİN DAVA AÇMIYOR'
Peki cezaevlerindeki kadınlara baktığınızda, kendilerine verilen cezaların adil olup olmadığı konusunda neler diyebiliyorsunuz?
Aslında kadınların kaç tanesi hangi suçtan ceza almış ve bütün mahkeme süreçleri nasıl geçmiş gibi genel bir bilgi yok elimde. Ama KAMER’in yürüttüğü ‘Suçlu Kim?’ isimli bir çalışma var. Dolayısıyla, herhangi bir sebeple dava açmış kadınların dosyalarını, isterlerse alıp, inceliyoruz. Kadınlar, hayatları boyunca çeşitli eşitsizlikler yaşıyorlar. Mesela eğitim haklarından yararlanamıyorlar, zorla erken evlendiriliyorlar, planladıklarından daha fazla çocuk sahibi olmaya bazen mecbur kalıp, kayınlarıyla evleniyorlar vb., sonra da, günün birinde bir şiddet vakası oluyor ve dava açıyorlar. Biz, bütün bu süreci toptan ele alıp, bir kadının hayatındaki bütün suçlulara dikkat çekmeye çalıştık. Meselâ, bu proje sırasında gördüğüm şey şu: Zaten hayatı boyunca bir sürü haksızlığa uğramış bir kadın, mahkeme önüne çıktığı zaman, bu toplumsal cinsiyet meselesinin farkında olmayan ya da özellikle, kadınların özgürleşmesi ve eşit olmasını istemeyen bir heyetin önüne çıktığı zaman ona veya onlara farklı davranılıyor. Cesaretleri kırılıyor. Ya da bazıları dil bilmiyor. Yaptığımız bir diğer araştırma şunu gösteriyor: Kadınların yüzde 70’i, zaten korktukları için dava açmıyorlar. Dolayısıyla esasında kadına yönelik şiddetle ilgili büyük bir cezasızlık söz konusu. Dava açtıkları zaman da, süreci yarıda bırakan, takip etmeyen kadınların oranı da çok fazla. Çünkü, bu duruşmalara gitmeleri, gelmeleri sorun, avukat tutmaları sorun, şimdi adli yardım bürolarından faydalanıyorlar. Ama oraya ulaşmaları bile sorun. Çünkü dil bilmiyorlar, paraları olmuyor, korkuyorlar, yeterli güvenlik sağlanmadığı için cesaretleri kırılıyor... Dolayısıyla, Türkiye’de genel olarak galiba bir yargı sorunu var ve muhtemelen bu sorunun da en mağdurları, yine kadınlardır diye düşünüyorum.
Öte yandan mahkemelere baktığınızda gördüğünüz ‘kadın manzarası’ nedir?
Deneyimlerime bakarak şunu söyleyebilirim: Esasında, bütün yargı mensupları, güçlü ailelerin bireyleri tarafından işlenmiş, kadına yönelik şiddet meselesi söz konusu olduğunda daha ürkek davranabiliyorlar. Meselâ, yerel avukatlar böyle davaları aldıkları zaman, genellikle bizlerden, başka kadın kuruluşlarından destek istiyorlar, çünkü mahkemelere bile tek gitmek, onları bazen ürkütüyor. Böyle şeyler oluyor...
Son cümlelerinizi size bırakmak isteriz...
Aslında konuşmaya Hrant Dink Ödülü üzerinden başlamıştık. Ben gene Hrant’a duyduğumuz büyük özlemi ve onun bitmeyen acısını dile getirerek bitirmek istiyorum. Şu dönemde düşünüyorum da, Hrant gibi yüce gönüllü barış elçilerine ne çok ihtiyacımız var.
AGNES KHARSHIING: İKLİM MESELESİNDE BİZİ ÇOCUKLAR UYANDIRDI
Ödül konuşmanızla başlayalım, vurgu yaptığınız birçok mesele, ne yazık ki halen ülkemiz için de, cinsiyetler, siyasetler ve dahi seks içerikli şiddet bağlamında son derece olağan durumda. Bu konuşmayı hangi koşullarda yazdığınızı paylaşmak ister misiniz? Misal, gelmeden Türkiye veya Türkiye insanıyla ilgili bir ön bilgiye sahip miydiniz?
Hayır. (Gülüyor.) Bu benim Türkiye’ye ilk gelişim. Ve hakkında hiçbir şey okumuşluğum yok. Ben sadece HrantDink hakkında kimi okumalar yaptım. Düşüncem o ki, konuşmamda değindiklerim, benim ülkemdeki (Hindistan) tecrübelere dair tanıklıklarımı yansıtıyordu. Ama bir yandan da, dünyanın dört bir yanında bu durumların yaşandığını biliyordum. Sadece bizim bölgemizde vuku bulan şeyler değil bunlar. Haberleri ben de izliyorum ama Türkiye’ye geldiğimde konuşmamı çoktan hazırlamıştım. Ve bölgesel şiddetin mevcut olduğunu biliyordum. Buradaki suç oranını sorduğumda kimi yanıtlarla karşı karşıya oldum.
Bu konuşma veya bilgilerinizin de ötesinde, daha öncesine dayalı olarak ülkemizle ilgili herhangi olumlu veya olumsuz izlenime sahip miydiniz? Sözgelimi ülkemiz modern mi, ya da demokrasi, ifade özgürlüğü gibi konularda mücadele mi vermekte?
Kimi gazetecilerin tutuklanmış olduğunu bildiğim için hayal kırıklığı taşıyorum. Kimi STK temsilcileri için de rahatsız durumdayım. Bunun doğru olmadığı hissiyatındayım.
Yaptığınız bilinçlendirme çalışmaları, kitap yazarlığı veya medya faaliyetlerini de kapsıyor mu? Emekleriniz için belli bir arşiv gözetiliyor mu örneğin?
Hayır, ama ben özel bir dava ile karşılaşmışsam, internetten faydalanıp ülkemizde faal durumda bulunan kimi avukatlarla bir araya geliyorum. Onlardan tavsiyeler alıyorum. Çünkü her bir mevzu, bir diğerinden ayrılabiliyor. İyi olduğunu addettiğim kimi insanlarla tartışıyorum. Ayrıca onların tavsiyelerine başvuruyorum.
Dünyada sivil toplum ve insan hakları ile, demokrasi adına emek veren örgütlerin kimlik ve eylemleri, bir kıtadan diğerine farklılık gösteriyor mu size göre? Adalet anlayışları ayrılıyor mu? Misal, ABD’nin adalet algısı, Avrupa’nınkine göre nasıl olabilir?
Belki, bazıları çok daha gelişkin, çünkü yazılı kaynaklara yaslanıyor olabilir. Belli hakların bilincindeler. Elbette bazı farklar mevcut, zira kimileri de konuşamıyor bile, sesini çıkaramıyor. Bunu yapabilecekleri alanları bile yok. Ama buna sahip olanlar için, durum başka. Onlar seslerini yükseltebiliyor ve haklarını ayırt edebiliyorlar.
Şiddet ile ekonomik kriz, ırkçılık ve iklim değişikliği, cinsiyet ayrımcılığı ve benzeri sorunların arasında belli bir zincirleme etki olduğunu ileri sürebilir miyiz?
Kadınlar ve çocuklara yönelik işlenen suçlar bir yanda, bunu dünya çapında büyük bir ölçüde kınamakla yükümlüyüz. Ve ardından iklim değişikliği geliyor. Bunu hepimizin ciddiye alması gerekiyor. Çünkü bu mesele birçoklarının yaşamına zarar veriyor. Hepimiz tek bir dünyada yaşamımızı sürdürüyoruz. Onu yok edemeyiz. Diğer yandan baş gösteren bir korku ise, ekonomik olanı. Bu, beraberinde sefaleti ve hiç olmaması gereken eşitsizliği getiriyor. Bunlar arasında en az seviyeye inen unsur ise, insanlığın ta kendisi. Bu mevcut olabilirse, değişim de olabilir. Politik olarak baktığımız zaman ise, bizler insanız ve birilerini iktidara getirdiğimizde, onlar bizi temsil ederler. Yoksa onlar, bize hükmedenler değiller. Bir demokraside, özellikle demokrasinin galip gelmesi elzemdir.
Yani bu yönüyle demokrasinin de taciz edildiğini, kötüye kullanıldığını söylemeliyiz öyle mi?
Evet. Her anlamda kesinlikle evet. Eğer bir yerde baskı varsa, orada tacize uğramış demokrasi vardır. Ve böyle hallerde demokrasiler, iktidardaki halk tarafından korunagelmişler. Bunu hep gözledik.
Örneğin Hong Kong’daki eylemler ya da Dink törenindeki ‘Işık İnsanları’ gibi mi? Peki çocukları demokrasi adına nasıl eğitebiliriz?
Bu evvelâ ailelere, sonra okullara düşen önemli bir vazife. Ama bildiğiniz gibi okula gidemeyecek durumda çocuklar da mevcut. Bu bakımdan devletlerin, ekonomik manada ihtiyaç sahibi çocuklara sahip çıkarak eğitim vermesi gerekiyor. Nefreti ancak bu şekilde ortadan kaldırabiliriz. Böylece çocuklar, okula gider, öğrenir. Onlar arasında nefreti yayıcı her türlü eğitim sistemi, doğru yolda olmadığımızın belirtisi. Eğer vakalar artıyor ve hükümetler de nefreti kontrol edemiyorsa, sanırım bu, ancak gücü elinde bulunduran halkın yapabileceği bir şey haline gelir. Nefret ve şiddete, ayrımcılığa izin verirseniz, bu da sizin bu unsurları durdurmadığınızı ve bunların, iktidardaki biri tarafından gözetildiğini gösterir.
'DEVLETLER NİYE SİLAHI SAVUNUR Kİ?'
En medeni olan ülkelerde bile korku, şiddet atmosferi yok olmuyor. ABD buna ilk örnek. Neredeyse her hafta bir toplu şiddet vakası yaşanıyor.
Evet ve küçük oğlanların silah alıyor oluşları çok üzüyor. Niye silahları savunursun ki? Niye barıştan yana olmazsın? Uyuşturucuyu, terörü niye desteklersin? Hükümetlerde, iktidarlar bunu engellemezler ise, diyebilirim ki bir biçimde destek gördüğü içindir.
Peki sosyal medyanın da tehlikeli olduğunu var sayamaz mıyız ?
Sosyal medya da bazen tehlikeli olabiliyor, evet, çünkü bizler hiç paylaşılmaması lâzım gelen bir şeyi aktarabiliyoruz. Bu, içine çok yoğun bir nefreti alabiliyor. Bunun gibi, söyledikleriniz yalan haberi paylaşmamayı da içeriyor. Bunun gibi, Twitter gibi mecralarda da nefret söylemini yaymamanız gerekiyor. Ben de tam bu noktada, ister sivil halk, isterse iktidar olsun, nefretin durmak zorunda olduğunu dile getiriyorum. Bizler nefretin değil, en doğru haliyle, barışın savunucusu olalım, gelin buradan başlayalım diyorum. Bunu bana küçük bir çocuk söylemişti: “Sadece tek bir dünya var, herkes nereye gidecek? Bu yalnızca tek bir dünya.”
Türkiye’deki benzer STK’larla ilişkiniz nasıl olabilir?
Bu kurum (Hrant Dink Vakfı) ile henüz tanıştım. Yine burası vesilesiyle elimden geleni yapacağım. Gelmesem de, medya aracılığıyla ilişkimizi kesmeyeceğimizi düşünüyorum. Bu yönüyle sosyal medyayı da kötüye kullanmamamız gerekiyor.
Bir iyilik meleği olarak, canınızı hiç sayıp yaşamlarını etkilemiş bulunduğunuz kişi ya da gruplarla etkileşim veya dostluğunuz sürüyor mu?
Tarafıma yapılan saldırı esnasında cep telefonum zarar gördü ve birçok bağlantımı yitirdim. Ancak yine de benimle ilişki kurabilenler oldu ve onları gördüğümde yeniden birbirimizi bulmuş gibi olduk. Bir yanıyla da bu benim için özellikle de ciddi vakaları göz önünde bulundurduğunuzda bir öğrenme sürecine tekabül ediyordu. Zira bu durumlara da teşne değildim. Beni yönlendiren, sürecin kendisi oldu. İnternetten faydalanınca kimi numaraların izini bulabildim. Nihayetinde, vakaların kaynağı olan kimselere neler olduğunu öğrenebildim. Ancak yine de kendimi, süreçlere fazla müdahil kılmaktan çekiniyorum.
Devlet sizinle nasıl bir ilişkiye giriyor, tecrübelerinizden nasıl dersler çıkarıyor?
Halen tarafıma gerek kişisel, gerekse hükümet kaynaklı olarak açılan davalar bulunuyor. Bunların sayısı yediye, hatta sekize ulaştı. Davaların kimi, devleti küçük düşürüyor oluşum yönünde iddiada bulunuyor. Bu davalar halen devam ediyor, evet bunu söylemesi hiç kolay değil. Sistemin ta kendisi bizi öyle bir noktaya getirdi ki, iktidarda bulunanlar size artık yardımcı olmuyor. Sadece size hükmediyor. Bu sebeple iktidardakilere baktığınız zaman, onların hiç de iyi insanlar olmadığını alenen görebiliyorsunuz. Ancak insanlarla ilişki kurabilmiş insanların, size yardımı dokunabildiğini anlıyorsunuz. Ama eğer, birbirinizle ilişki kuramayacak olursanız, bu sizin bir sonraki seçimlere kadar ıstırap çekeceğiniz manasına gelir. Dolayısıyla bu da sizi bir sonraki seçimlere kadar kimleri iktidara getireceğiniz ile ilgili olarak sorumlu kılar.
Gündemden hiç düşmeyen, birçok vakada da temelinde cinsel şiddet ve mağduriyeti barındıran son derece hassas kürtaj meselesi hakkındaki gözlem ve yorumunuzu alabilir miyim?
İnancıma dayanarak, bunun bir günah olduğu fikrinde olduğumu söylemeliyim. Neticede bir insanın hayatından bahsediyoruz. Evet, bence bu yanlış. Elbette bu uygulamaya giden kadınlar olabiliyor. Bu çok vahim. Toplumun birçok meseleyle ilgilenmesi gerekiyor, bunu sadece hükümetlerin eline bırakmamalılar. Hatta sadece bu sorumluluk dinsel kurumlara da düşüyor. Yani düşünün, halen çocuk olması gereken bireyler, çocuk sahibi oluyor! Ve doğan bu çocuklarla kimse ilgilenmiyor. Erkeklerin taciz vakaları sebebiyle de kürtaj konusunda mecburiyetten doğan bir baskı meydana geliyor. Evet biliyorum bu çok acı, ancak insanların bu konuda ayağa kalkarak direniş gösterebilmesi gerekiyor.
Kadınların politikadaki konumu hakkında umutlu musunuz?
Elbette. Bu sadece erkeklerden ibaret bir toplum değil. Kadınlar da hükümette görev alabilir.
Peki son dönemde çocukların küresel iklime ve diğer sorunlara yönelik eylemleri için fikriniz ne?
Büyüklerin bu konudaki duyarsızlıkları karşısında şok içindeyim diyebilirim. Bizi uyandıran çocuklar olmadı mı? Bundan utanmamız gerekiyor. Bir çocuğun hepimizi ayağa kaldırmış oluşundan ötürü bizim utanmamız lâzım.
Dilerseniz son kelimeleri size bırakalım...
Burada bir çok şey deneyimledim ve kendi payıma bundan birçok ders çıkardım. Neticede ben de bir insanım. Hatta yanılabilirim bile, ama hep birlikte çalışırsak, dünyanın her yerinde çalışarak barışı elde edebilirsek, nefreti ortadan kaldırabilirsek, eminim ki öteki şiddet mağdurlarına da yardımcı olabiliriz. Böylece en azından değişimi getirebiliriz. Gelin bunu birlikte yapalım, gelin sesimizi birlikte duyuralım. İnsanlara korkuyu çok fazla yansıtmamanız gerekiyor. Eğer bir şeyler söyleme talebinde olan bu insanların gözünü korkutacak olacak olursak, onlara umut vermemiş ve hayal kırıklığına uğratmış oluruz. Bunun için gelin, onlara umudu götürelim.
Peki medyaya güveniniz ne seviyede, yalan haberden yana tavrınız nedir?
Medyada bilgi peşindeyseniz, bilginin kökenine yol almalısınız. Gerçeğe ancak böyle erişebilirsiniz. Böyle olmazsa sadece doğru olmayan ‘haber’ler arasında dolanır, durursunuz. Evet, çoğu zaman bu konuda hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz ama lütfen ısrar edin. Aldığınız haberleri doğruladığınız sürece, başkalarını da yanıltmış olmazsınız. Evet, medyada günümüzde herkesin bir rolü mevcut. Bu rolü üstlendikçe gözden de çıkmamış bulunurlar. Emeklerini birleştirdikçe de, umut kendini gösterir. Ancak o zaman bir çok şey yapabiliriz.