Hristo İzmirliyev: Ezilir tacın ve haçın ruhsuz düzeni!
Smirnenski, 1920-1923 yılları arasında tüm Bulgar şiirindeki eğilimi değiştirir. Okuyucular ve önyargısız eleştirmenler, Bulgar şiirinde o zamana dek görülmemiş bir şeyin oluştuğunu, yepyeni bir yeteneğin yeni bir yol açtığını ve yeni yasalarla ortaya çıktığını fark ettiler. O, Bulgar proleter edebiyatına taptaze bir canlılık, devrimci bir duygu getirir. Konulara soyut yaklaşmaz. Devrimci öğretiyi eylem açısından ve bunun gerçeğe uygulanması açısından anlar.
Ömrü çeşitli sebepler sonucunda kısa sürmüş sanatçılar için edilen beylik birkaç laf vardır: “Şuncacık yaşamına çok sayıda eser sığdırdı”, “Yaşasa kim bilir daha neler yapacaktı” gibi… Bu cümleler, her ne kadar genelde söylenmiş olmak için söylense de gerçeği yansıtabilir. Fakat böylesi sanatçıların yaşamını en dikkat çekici kılan, kısa bir zaman dilimi içerisindeki nicel değil nitel üretimdir. Bulgar komünist şair/yazar Hristo İzmirliyev bu kimselerden biridir. Sadece 24 yıl yaşamış olmasına karşın Bulgar edebiyatına yepyeni bir soluk getirir. Şiirinde işlediği sınıf mücadelesi, onun için gerçeğe yaklaştıkça değerlenir. Mizahi karakteri ve yaşam sevgisiyle birlikte eserleri gerçeğin en yalın haline bürünerek karşımıza çıkar.
Şairimiz bizim zamanımızdan yüz yıl kadar önce yaşamıştır. Ancak yazdıklarının yaslandığı gerçek bizim bugün onu tekrar okumamızı gerekli kılıyor. Mücadele içinde yozlaşan sapmalara dair esprili dille yazdığı öyküler ya da Nazım Hikmet’in Salkım Söğüt şiirine çarpıcı benzerlikler taşıyan şiirleri konuşacağız. Ama adet olduğu üzere kısaca yaşamını anlatarak söze başlayalım.
‘İZMİRLİ’YE SAVAŞTA VEDA
Hristo İzmirliyev, 1898 yılında Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde bulunan, Selanik’in kuzeyindeki Kılkış’ta dünyaya gelir. İzmir kökenli babası bir şekercidir. Ancak bu mesleğinden çok Gotse Delçev tarafından kurulan İç Makedon Devrimci Örgütü üyesi olmasıyla dikkat çeker.
Hayat hikayesinin acılarına rağmen Hristo memleketinde mutlu bir çocukluk dönemi geçirir. Gençlik yılları ise iki Balkan Savaşı’nın gölgesinde geçer. Bu dönem, tüm dünya için karanlık günlerin gelip çattığının artık ayyuka çıktığı bir dönemdir. Kılkış, savaş sırasında yakılır, harabeye döner. Ailesi, binlerce diğer Kılkışlıyla birlikte göç yollarına düşer, Sofya’ya ulaşır. Burada karşılaşılan ekonomik zorluklara rağmen ailesi bir şekilde Hristo’nun iyi eğitim almasını sağlar. Yazı hayatı da böylece şekillenir, çok genç yaşlarda mizahi öyküleri ve şiirleri çeşitli dergilerde yayınlanır.
Birinci Paylaşım Savaşı’nın başlamasıyla birlikte, o güne kadar kullandığı mahlas yerine farklı bir isim tercih eder. Nedeni ise cephede bir arkadaşını kaybetmesiyle ilgilidir. Arkadaşı üzerine bir yazı kaleme almak ister ancak o güne kadar güncel konuları esprili bir dille yazdığı için seçtiği mahlas da komiktir. Dolayısıyla bu isimle arkadaşı hakkında bir yazı yazmayı doğru bulmaz. İzmirliyev soyadının ise Bulgarca kulağa hoş gelmediğini düşünür, kısa bir araştırmayla İzmir’in Yunanca kulağa daha hoş geldiği sonucuna varır, böylece o tarihten itibaren ‘Smirnenski’ soyadını kullanmaya başlar.
Savaşın sonlarına doğru, Smirnenski de askeri okula yazılır. Fakat bu dönem aynı zamanda burjuva-milliyetçi rüzgarların dindiği ve onun yerine devrimci bir ruhun yükseldiği bir dönemdir. Yazarımız da Ekim Devrimi’nden etkilenir, takibindeki yıllarda Bulgaristan Komünist Partisi’nin haftalık dergisi Kızıl Kahkaha’da çalışmaya başlar. İkinci kitabı Lüks Fiyat hemen tükenir ve birkaç ay sonra ikinci baskısı yapılır.
Smirnenski, 1920-1923 yılları arasında tüm Bulgar şiirindeki eğilimi değiştirir. Okuyucular ve önyargısız eleştirmenler, Bulgar şiirinde o zamana dek görülmemiş bir şeyin oluştuğunu, yepyeni bir yeteneğin yeni bir yol açtığını ve yeni yasalarla ortaya çıktığını fark ettiler. O, Bulgar proleter edebiyatına taptaze bir canlılık, devrimci bir duygu getirir. Konulara soyut yaklaşmaz. Devrimci öğretiyi eylem açısından ve bunun gerçeğe uygulanması açısından anlar. Her şiiri, halkın devrimci duygularını uyarır. Onun için sosyalizm, bilinmeyen, esrarlı bir geleceğin sorunu değildir, çeşitli ülkelerde gerçekliği olan gerçek bir sorundur.[1] Smirnenski’nin şiirini güçlü kılan mizahtan öte budur.
“Bastırılmış, kudretli bir fırtına gizlidir kalabalıklarda / Orada güneş de vardır. / Kuşattığında bitimsiz kalabalıklar / Kenti, kurşuni bir toz kaldırarak / Kaynaşan, kabaran o dalgalanmada / Bugünün kaygılarının fırtına bulutları çalkanır / Ve gelecekteki mutluluğun / Işıldayan belirtileri... / Onlar büyük kavga için doğarlar / Kahramanları adsızdır / Yıldızların sımsıkı kaynaştığı / Samanyolundaki gibi tıpkı: / Bir başına gözleyemezsek de hiçbir yıldızı / Samanyolu nasıl da göz kamaştıran bir ışıltıyla parıldar / Güçlü bir yürek çarpar bağrında kalabalıkların / Yeni dünyanın yüreği / Ve duyduğunda kalabalıklar / Silah başına çağrışınca / Kükreyen alanları gümbürtüyle doldururlar / Paramparça ederler tüm barikattan / Ve yürek, kanatlanır yükseklere / Yeni dünyanın yüreği"
BİR BAŞKA ‘SALKIM SÖĞÜT’
Şairin bir başka dikkat çekici eseri ise 1920’de yayınlanan Kızıl Bölükler. Bu şiirin ilginç yanlarından biri de Nazım Hikmet’in Salkım Söğüt şiirine içerik olarak benzemesi. Hikmet’in 1929’da Moskova’dan Türkiye’ye döndüğünde yayınladığı ve büyük bir yankı uyandıran 835 Satır kitabında yer alan Salkım Söğüt’te de atlılara, ağlayan salkım söğütlere, yaralanıp atından düşenlere ve komünist bir dünya için kavgaya rastlıyoruz. Ancak Smirnenski, olay örgüsüne son dizelerde daha doğrudan bir politik anlatı da ekliyor:
“Merak ve telaş uyandıran mutlu bir günün müjdecileri- / Güçlü bölükler, sıkı saflarla hücuma kalkar. / Sabahları hüzünlü ve gri, avlanılacak kuş sürüleri gibi / şarapneller ortalarına düşer ya da sürüyü bozar. / Bir at yükseklere şaha kalkar, gürültüyle kişner. Ve savaşçı dik ve gururlu, / bir kurşun parçasıyla delinmiş, devrilir. / Korkmuş at aniden durur, şiddetli bir homurtu yayarak, / Sonra, fırlar, ölümü geride bırakır, ölüsünü gömmeye. / Ölmüşlerin ruhları ve kuyruklar, binlercesi tepelerden ve vadilerden akar. / Bölükler ardı ardına uçar, kasırgalar gibi, / yere zar zor dokunan toynaklar, havayı çınlayan bir sesle doldurur, / ve ışıldayan ufka boylu boyunca bronz renkli perdeler çeker. / Hüzünlü ağlayan söğütlerin yanında, saklı silahlar delicesine fışkırıyor, / Ateşli çatışmanın ve göğüs göğüse vuruşmanın kanlı dalgaları. / Acımasız insan fırtınasında, çelik kan akıtır – canlı ve sıcak; / Sadece bir çatışma, ardından bölük diğerlerine katılmak için yola çıkar. / Uçun, korkusuz bölükler, uçun! Düzenbazlıkları ve yalanları ayaklarınızın altında çiğneyin! / Sizin kahramanlıklarınıza tüm dünya hayret etti, / ve tüm insanlar sıkılı yumruklarıyla izliyorlar, inatla ve azimle, / hazırlandılar kavgaya ve ölmeye kutsal inançları uğurunda. / İlkel bir korkuyla vurulup ve taşkın ışıkla körelip, / Haksızlığın küflü yapısı un ufak edilir, / Kıskançlık, husumet ve nefret kendi ağırlığı altında ezilir, / Tacın ve haçın ruhsuz düzeni. Kurşun, ateş, ölüm ve acı yağmurunun arasından korkusuzca uçun; / Siz, güneşli günlerin mutlu habercileri, / Fırtınalı uğultunun arasında kölelerin verdiği savaşı ilan edin, / Kızıl muzaffer dalgalar dünyayı ateşe verdi! / Ve yanan kaleler çöküp küllere gömüldüğünde / çürüyerek ve utançla, atlarınızdan inip diz çökün, / ve hürmetle öpün toprağı, kutlu doğumu selamlamak için, / Adaletin, sevginin ve mutluluğun doğumunu, insanın sonsuz özgürlüğünün doğumunu!”[2]
DEVRİMCİ İHANETİN ÖYKÜSÜ: MERDİVENLER
Smirnenski, henüz 24 yaşındayken tüberküloz nedeniyle 1923 yılında hayatını kaybeder. Biz de son günlerinde yazdığı ve “Benimle bir alakası yok!” diyecek herkese ithaf ettiği, Merdiven Hikâyesi’yle bitirelim:
“Şeytan sordu: ‘Kimsin sen?’
‘Ben doğuştan halk takımındanım ve hırpalanmış insanlar benim kardeşimdir. Ne beter bir dünya bu, insanlar ne kadar zavallı!’
Yumrukları sıkılı ve başı dik bir delikanlıydı konuşan. Merdivenlerin başında durdu -gül benekli mermerden beyaz ve yüksek bir merdivendi bu. Yoksulluğun gri kalabalığının, kabaran bir ırmağın çalkantılı suları gibi karıştığı uzaklara gözlerini dikti. Kalabalık aniden kaynadı ve taştı, siyah kollardan bir orman yükseltti, fırtınalı gazap çığlıkları ve haksızlığa karşı öfke havayı yırttı ve yankısı uzaktan ateşlenen bir silah gibi yavaş ve ağırbaşlı bir şekilde söndü. Kalabalıklar sarı toz bulutlarında büyüdükçe büyüdü, gri ufka karşı tekil silüetler besbelli ortaya çıktı. Bir ihtiyar adam yaklaştı, kaybolan gençliğini arıyormuş gibi yere eğildi. Yalınayak bir kız çocuğu, onun yırtık kıyafetlerini gerdi ve peygamber çiçeği gibi mavi renkli gözleriyle yüksek Merdiven’e baktı. Baktı ve gülümsedi. Ardından gri figürler paçavralar içerisinde, uzunca yayılmış bir cenaze korosuna eşlik ederek geldi. Biri kuvvetle ıslık çaldı, diğeri ellerini ceplerine sokarak gürültülü ve sert bir kahkaha attı ve gözlerinde cinnet hali parıldadı.
‘Ben doğuştan halk takımındanım ve hırpalanmış insanlar benim kardeşimdir. Ne beter bir dünya bu, insanlar ne kadar zavallı! Ama sen yukarıda, sen en tepedesin…’
Yumrukları tehditkâr bir şekilde sıkılı ve başı dik bir delikanlıydı konuşan.
Şeytan sinsice öne eğilerek, ‘Demek en tepedekilerden nefret ediyorsun, öyle mi?’ diye sordu genç adama.
‘O soylulardan ve prenslerden intikamımı almalıyım. Kardeşlerimin öcünü, kimsenin gözünün yaşına bakmadan almalıyım. Kardeşlerim ki yüzleri kum gibi sarıdır ve iniltileri Aralık ayının tipilerinden daha acıdır. Onların kanayan çıplak bedenlerini görün, iniltilerini işitin! Onların öcünü alayım. İzin ver de gideyim.’
Şeytan gülümsedi: ‘Ben o tepedekilerin koruyucusuyum ve rüşvet almadan onlara ihanet etmem.’
‘Benim altınım yok. Sana rüşvet olarak verecek hiçbir şeyim yok… Ben yoksulum, paçavralar içinde bir gencim. Ancak hayatımdan vazgeçmeye hazırım…’
Şeytan yine gülümsedi: ‘Ah, hayır. Senden bu kadar fazlasını istemiyorum. Sadece bana işitme duyunu ver.’
‘İşitme duyum mu? Seve seve… Bir daha hiçbir şey işitmeyeyim, bir daha hiçbir…’
Şeytan ‘Yine de işiteceksin’ diyerek inandırdı ve ona yol verdi, ‘Geç!’
Delikanlı koşar adım atıldı ve bir seferde üç basamağı geride bırakmışken Şeytan’ın kıllı eli onu yakaladı.
‘Bu kadar yeterli! Şimdi dur ve aşağıda inleyen kardeşlerine kulak ver.’
Delikanlı durdu ve dinledi.
‘Ne garip! Neden aniden neşeli türküler tutturmaya ve kaygısızca gülmeye başladılar?’ Tekrar koşar adım atıldı.
Şeytan da onu bir kez daha durdurdu. ‘Bir üç basamak daha çıkmak için senin gözlerini almalıyım.’
Delikanlı çaresizliğini gösteren bir ifade takındı: ‘Ama o zaman kardeşlerimi ya da cezalandırmaya gittiğim kişileri göremem.’
‘Onları yine göreceksin’ dedi Şeytan, ‘Sana daha farklı, çok daha iyi gözler vereceğim.’
Delikanlı üç basamak daha çıktı ve arkasına baktı.
Şeytan, ‘Kardeşlerinin çıplak ve kanayan vücutlarını gör’ diyerek kışkırttı.
‘Aman Allah’ım, bu nasıl iştir! Bu kadar güzel kıyafeti giymeyi nasıl başardılar? Ve kanayan yaralar yok, onun yerine vücutlarını bezeyen şahane kırmızı güller var…’
Şeytan üçüncü basamakta şeytan küçük geçiş parasını istedi. Ama genç adam ilerledi, amacına ulaşmak ve besili soyluları, prensleri cezalandırmak için sahip olduğu her şeyi feda etmeye hazırdı. Şimdi önünde bir basamak, sadece son bir basamak kalmıştı, ardından en tepede olacaktı. Sonra şüphesiz ki kardeşlerinin öcünü alacaktı.
‘Ben doğuştan halk takımındanım ve hırpalanmış insanlar…’
‘Delikanlı, hâlâ önünde son bir basamak var. Sadece bir basamak ve sonra intikamını alacaksın. Ama bu son basamak için iki geçiş parası isteyeceğim: Bana kalbini ve hafızanı ver.’
Delikanlı karşı çıktı.
‘Kalbim mi? Olmaz, bu çok canice!’
Şeytan derin ve hükmeden bir kahkaha attı: ‘Ben senin düşündüğün kadar cani değilim. Karşılığında sana altın bir kalp ve hiç kullanılmamış bir hafıza vereceğim. Ama eğer teklifimi geri çevirirsen, o zaman yüzleri kum sarısı ve iniltileri Aralık ayının tipisinden daha acı olan kardeşlerinin intikamını asla alamazsın.’
Delikanlı, Şeytan’ın yeşil gözlerinde ironiyi gördü.
‘Ama o zaman benden daha lanetlisi olmayacak. Benim tüm insan doğamı elimden alıyorsun.’
‘Tam tersi, senden daha mutlusu olmayacak. Peki, kabul ediyor musun: Sadece kalbin ve hafızan?’
Delikanlı ölçüp tarttı, yüzü buruştu, alnındaki çatlaklardan boncuk boncuk terler aktı, öfkeyle yumruklarını sıktı ve gıcırdayan dişlerinin arasından ‘Tamam o halde. Al onları benden!’
…Ve öfke ve gazabın bir hızlı yaz fırtınasını andırırcasına, siyah bukleleri rüzgarda uçuşarak son basamağı da aştı. Şimdi en tepedeydi işte. Ve aniden yüzünde geniş bir gülümseme yayıldı, gözleri dingin bir keyifle parladı, yumrukları gevşedi. Orada gününü gün eden soylulara baktı ve aşağıda homurdanan, küfürler saydıran öfkeli gri kalabalığa baktı. Baktı ama suratında bir kas bile titremedi: yüzü parlak, mutlu ve memnundu. Aşağıda gördüğü kalabalıklar, bayramlıklar içerisindeydi ve inlemeleri artık ilahiye dönmüştü.
‘Kimsin sen?’ diye sordu Şeytan sakin, sinsi bir sesle.
‘Ben doğuştan bir prensim ve tanrılar benim kardeşimdir. Ne güzel yer şu dünya ve insanları ne de mutlu!’”
*
Bu kadar kısa bir hayata onlarca nitelikli eseri sığdırabilme başarısı değildir onun hayat hikayesini sıra dışı kılan, aynı zamanda bunca felakete rağmen felaketlerin ta kendisini dahi yalın ve yer yer neşeli bir şekilde okuyucuya anlatabilmesidir. Öyle ki Merdivenler hikayesinin üzerine fazla bir şey söylemeye gerek bile kalmıyor. Günümüzde şeytanın kimlerden hangi rüşvetleri talep ettiğini hatırlamak, belki Smirnenski’nin anısına en layık olan anma olabilir…