Türkiye uzun yıllar Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin
kararlarına uymayan ülkeler arasında ilk sıralarda yer alıyordu.
Yerli ve milli olmayan bir mahkemenin başta Kürtlere yönelik
olanları olmak üzere verdiği hak ihlali kararları ile maddi ve
manevi tazminatlar devletin zoruna gidiyor ancak bir çare de
bulunamıyordu.
Uzun süre bunun önüne geçmenin yolları araştırılmış, nihayet
AİHM’i taklit edecek, kısmen de olsa onun yerine geçecek bir
yerli/milli mekanizmanın kurulmasına karar verilmişti. 2012’de
Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yolunun açılmasının ana
sebeplerinden biri buydu. AİHM’e başvurular azalacak, böylece
dışarıdan ülkeye yargı/adalet dağıtılmasının bir nebze önüne
geçilecekti. Anayasa Mahkemesi de o tarihten itibaren utangaçça da
olsa bir insan hakları mahkemesi rolüne girecekti. Bu proje bir
ölçüde başarıya ulaştı, 2012 itibariyle AİHM’e yapılan başvurularda
gözle görülür bir düşüş yaşandı. Ülke içindeki ihlaller bir bakıma
ülke içinde tutuldu.
AYM, yıllar içinde apaçık insan hakları ihlallerinde bile ihlal
kararı vermekte ya zorlandı ya da “yapacak bir şey yok” dercesine
kerhen ihlal kararları verdi. Ancak zamanla hem Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi hem de Anayasa’nın gerekleri doğrultusunda
hareket etmek zorunda hissederek mevcut siyasi iktidarın hoşuna
gitmeyecek kararlar da vermeye başladı. Sulh ceza hakimliğinden
ağır ceza mahkemesine, istinaftan Yargıtay’a hemen her merci
üzerinde tam hakimiyet kuran hükümet için bu çatlağın varlığı artık
kabul edilemez hale geldi ve nihayet müdahale etmek için koşullar
yaratıldı.
Yargıtay 3. Ceza Dairesi ve Yargıtay Başkanlığı’nın AYM’ye bir
tür had bildiren açıklamaları ile Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu
açıklamaları destekleyen beyanları sonrası AYM’nin yetkilerinin
azaltılması, bireysel başvuruda yeniden yargılamanın yolunu
kapatacak bir düzenlemenin yapılması gündemde. 25/07/2023 tarihli
Keser Altıntaş kararında makul sürede yargılanma hakkına
yönelik artan başvuru sayılarıyla başedemediğinden ve artık bir tür
“tazminat mahkemesi”ne dönüştüğünden yakınan AYM’nin tam olarak ve
sadece bir tazminat mahkemesi olarak yoluna devam etmesinin yolları
aranacak.
Öte yandan AYM’nin işlevsizleştirilmesi karşısında adil
yargılanma hakkının ihlal edildiği/edileceği dosyaların bundan
böyle AİHM’e gideceği de bir gerçek. AYM’yi zayıflatmak doğrudan
AİHM’in 2012 öncesindeki etkinliğinin ortaya çıkmasına yol açacak.
Dolayısıyla çekingen AYM’ye bile tahammülü kalmamış olan
AKP-MHP’nin AİHM’e nasıl ve neden tahammül edebileceği de ayrı bir
soru. “Milli yargı” projesinin bu paradoksu karşısında hükümetin
belki de medet umduğu şey AİHM’in giderek hantallaşan, yıllarca
karar veremeyen yapısı, bugün yapılacak bir başvurunun yıllar
sonra, belki 2030’larda sonuçlandırılabilecek olması olabilir.
Elbette “milli yargı” projesinin yalnızca AYM ile sınırlı kalıp
AİHM’le de uğraşmayacağını varsaymak naiflik olur. AYM’nin
zayıflatılmasından sonra AİHM kararlarının iç hukuktaki etkilerini
de azaltacak adımların atılması gündeme gelebilir.
Hükümetin Anayasa Mahkemesi’ni hedef alarak yapısında
değişiklikler yapacağının işaretlerini vermesi ülkenin daha da
içine kapanacağının, şeffaflık ve hesap verebilirlikten iyice
uzaklaşacağının habercisi. Türkiye 90’lı yıllardan bu yana Avrupa
Birliği adaylık süreci dolayısıyla içeriye ve dışarıya hukuk
devleti görüntüsü vermek zorunda hissediyordu. İktidarın AYM
“krizi” üzerinden verdiği mesajlar ve atmayı düşündüğü adımlar
bundan sonra bu yönde bir çabanın da olmayacağını, mevcut rejim
açısından hukuk devleti görüntüsü vermenin dahi yük haline
geldiğini ve her haliyle tamamen iktidarın insafına kalmış devletçi
hukuk düzeninin tahkim edileceğini gösteriyor.