Michel Foucault modern iktidar aygıtını ele alırken sadece
egemen iktidarı değil, aynı zamanda bu iktidarın mütemmim cüzü olan
disiplin tahakkümünü de incelemek gerektiğini vurgular. Günümüzde
her iki iktidar mekanizmasının iç içe geçtiği egemenin toplumun
kılcal damarlarına kadar uzanan aygıtlarla terbiye etmeye çalıştığı
bir döneme tanık oluyoruz. Kamu sağlığı, okul, aile, din gibi
çeşitli alanlarda toplum disipline sokulurken muhalefeti toptan
imha edilmesi gereken bir virüs veya böcek olarak tanımlayan bir
iktidar söylemi yükseliyor. Egemenlikle disiplin arasındaki alanın
giderek daraldığı bir zamanda Foucault’nun her iki iktidar
mekanizmasıyla mücadele için önerdiği hak kavramı ve düşünürün
liberalizm eleştirisi önem kazanıyor.
EGEMEN VE DİSİPLİN
Foucault, Leviathan modelinin hukukî-siyasî bir egemenlik
kuramına dayandığını ileri sürer. Bu kuramın kökeni Roma hukukunun
yeniden canlandırıldığı Ortaçağ’a uzanır ve dört rol üslenir:
1) Somut bir güç mekanizmasına atıf yapar: Feodal monarşi;
2) Monarşinin bürokratik idare yapısını meşrulaştırır;
3) 16'ıncı ve özellikle 17'inci yüzyıldaki Din Savaşları’ndan
itibaren hem monarşiyi güçlendirmek hem de onu kısıtlamak isteyen
güçler tarafından kullanılır;
4) Rousseau ve çağdaşları tarafından mutlak monarşiye alternatif
bir idare sistemini, yani parlamenter demokrasiyi ortaya atmak için
kullanılır. (1)
Bu bakış açısına göre hem mutlak monarşi hem de parlamenter
demokrasi taraftarları Roma hukukuna dayanan aynı hukukî-siyasî
egemenlik kavramını kullanmaktadır. Ancak kurama yansımamasına
rağmen 17'inci ve 18'inci yüzyıldan itibaren hukukî-siyasî
egemenlik kavramına uymayan, yeni bir iktidar mekanizması ortaya
çıkmıştır. Bu mekanizma topraktan ziyade bedenlere uygulanır, emtia
ve servetten ziyade zaman ve emeği emmeyi mümkün hale getirir.
Foucault merkantilizmden fizyokrasiye geçişi tarif etmektedir:
Egemenlik kuramı iktidarın mutlak bir biçimde uygulanmasını
öngörürken, yeni iktidar mekanizması minimum güç uygulamasıyla
maksimum verimlilik elde etmeye çalışır. Düşünür burjuva toplumunun
en önemli icadı olarak nitelediği bu yeni iktidar mekanizmasını
“disiplin iktidarı” olarak tanımlar.
NORMALLEŞME TOPLUMUNDA İNSAN BİLİMLERİ VE TIP
Yeni bir iktidar mekanizmasının ortaya çıkmasına rağmen
Ortaçağ’ın hukukî-siyasî egemenlik kuramı nasıl hayatta kalmış ve
kanunlaşma hareketlerinin, reformlarının temelini
oluşturabilmiştir? Foucault bunun iki nedeni olduğunu belirtir:
Birincisi, hukukî-siyasî egemenlik kuramı disiplin toplumuna engel
oluşturan monarşik kurumların tasfiyesi için kullanılmıştır;
İkincisi, bu kuram disiplin mekanizmalarının bir haklar sistemi
içinde gizlenmesini sağlamıştır. Egemenliğin demokratikleşmesiyle
tüm vatandaşların egemen devlet sayesinde egemenlik haklarını
kullandığı varsayılırken, disipline içkin tahakküm mekanizmaları
görünmez kılınmıştır. Foucault’ya göre egemenlik hakkı ve disiplin
mekanizması iktidarın uygulandığı alanın iki karşıt sınırını
oluşturur.
Disiplin söylemleri hukukî söyleme tamamen yabancıdır. Disiplin
kuralları egemenlikten değil, “doğa kanunlarından”, yani
“normlardan” türer. Disiplinler hukuk kanunlarını değil,
normalleşmeyi tanımlar ve bu yüzden kuramsal ufuklarını hukuk değil
insan bilimleri oluşturur. Disiplin söyleminde hukuktaki yargı
içtihadının yerini klinik bilgi alır. Foucault böylece akademik
disiplinlere dair tezlerine geri döner: İnsan bilimlerinin ortaya
çıkışı bilimsel ilerleme ve rasyonalitenin artmasıyla değil, iki
uyumsuz iktidar söylemi (egemenlik ve disiplin) arasında
arabuluculuk ihtiyacıyla açıklanabilir. Hakikate ilişkin bir söylem
olarak bilim egemenlik ve disiplin söylemleri arasında giderek
büyüyen uyumsuzluğu giderme, idare etme işlevi görür. Modern tıp
söylemi, insan davranışının ve arzularının medikalizasyonu da
benzer bir arabuluculuk rolü oynar.
YENİ BİR HAK ANLAYIŞI MÜMKÜN MÜ?
Foucault’ya göre günümüzün temel sorunlarından biri şudur:
Bilimsel bilgiye dayanan disiplin tahakkümünün zorbalığına karşı
çıkmaya, direnmeye çalıştığımızda başvurduğumuz somut mekanizma
yine egemenlik kuramına dayanan bir hak (eski, meşhur burjuva hak)
kavramıdır. Yani: Disiplin tahakkümüne karşı elimizdeki araç
egemenlik hakkına sığınmaktır. Foucault artık bu kısır döngüden
çıkmamız gerektiğini; egemenlik ve disiplinin toplumumuzdaki genel
iktidar mekanizmasının iki ana direği olduğunu vurgular. Düşünür
hem disiplin-karşıtı hem de egemenlik ilkesinden kurtulmuş yeni bir
hak kavramına ihtiyacımız olduğunu ileri sürer. Bu ihtiyacı
tanımladıktan sonra Foucault’nun bastırma (repression) kavramının
gerek egemenlik kuramı gerekse normalleştirici disiplin
söylemleriyle ilişkili olmasından ötürü yeni hak kavramının
tarifinde kullanılamayacak kadar lekelenmiş olduğunu iddia eder.
Seminerlerin geri kalanı 17'inci yüzyıldan itibaren hukukî-siyasî
egemenlik kuramına alternatif olarak geliştirilen ve siyaseti
temelde bir savaş olarak yorumlayan tarih yazımına ayrılmıştır.
Peki hem egemenliğe hem de disipline karşı bir araç olarak
kullanabileceğimiz bir hak kavramı neye benzer?
LİBERALİZM: EGEMEN DEVLET VE EGEMEN BİREY
Foucault disiplin kurallarının egemenlikten değil, “doğa
kanunlarından”, yani “normlardan” türediğini iddia ederken
haklıdır. Ancak egemenlik kavramının da 16'ıncı yüzyıldan itibaren
doğa kanunlarından türetildiğini es geçer. Doğa hukuku mutlakiyetçi
devletin temel meşruiyet zeminidir. (2) Kendisini Foucault’nun
modernite eleştirisinin karşısında konumlandıran Jürgen Habermas
doğa hukukunun modern devletin doğuşundaki rolünü şematik bir
biçimde tarif etmeye çalışır. Buna göre, Geç Ortaçağ devletlerinde
birden fazla geçerli hukuk sistemi bulunur: Hükümdarın buyruğu
(kanun), örf ve adetler ve kaynağı kutsal metinlere dayanan bir
hukuk (şeriat, kilise hukuku). Mutlakiyetçi devletlere geçişte
yasaların kaynağı hükümdarın elinde tekelleşirken örf ve kutsal
hukukun etkisini yitirmesi bir meşruiyet krizine yol açar.
Nitekim hukuk kendi kendini meşrulaştıramaz, meşruluk için
iktidardan bağımsız bir söyleme ihtiyaç duyar. İşte doğa hukuku
kuramı iktidarın tekelleşmesinde bu meşruiyet rolünü üstlenir. Bu
süreci evrimsel bir süreç olarak tanımlayan Habermas sonunda doğa
hukukunun da tekil kanunlar üzerine eleştirel bir düşünceyi mümkün
kılan normlar tarafından aşıldığını öne sürer. Foucault için
disipliner tahakküm aracı olan normlar Habermas için egemen hukuku
sınırlayacak, eğip bükecek eleştirel, muhalif söylemlerin
geliştirilebileceği uzlaşma kurallarıdır. Böylece Habermas Kant’ın
etiğini doğa hukukundan azade edip, insanlararası iletişim
kuralları üzerinde yeniden inşa eder. Habermas liberalizmi
metafizikten kurtarmaya çabalarken Foucault’nun uyarılarının güzel
bir örneğini sergiler.
Modern doğa hukuku, insanın doğal hakları, yani insan hakları
kavramı egemenlik hukukuna karşı ne kadar koruyabilir? Nihayetinde
egemen devlet, Leviathan egemen birey kavramıyla birebir örtüşür:
Devleti atfedilen nitelikler (tıpkı tarihteki mitolojide örneğini
gördüğümüz diğer fetişler gibi) insana özgü niteliklerdir. Bu insan
biçimli (antropomorfik) devlet anlayışı mutlak iktidarı
savunanlarla, egemenliği sınırlamaya çalışan liberallerin ortak bir
özelliğidir. (3)
POPÜLİZM VE LİBERALİZM
Gerek saf bir ahlak siyaseti (moralpolitik) gerekse saf bir güç
siyaseti (realpolitik) savunanlar devlet ve bireyi birbirinden ayrı
ve bağımsız iki özne olarak tarif eder. Her ikisinin de dayandığı
yaklaşım 16'ıncı ve 17'inci yüzyılların doğa hukuku ve toplumsal
sözleşme kuramıdır. Her ikisinde de öznelik, faillik “sahip olma”
kapasitesiyle tanımlanır. Kanadalı siyaset kuramcısı Crawford
Brough Macpherson bu yaklaşıma “sahiplenici bireycilik” adını
verir. (4) Modern liberalizmin kökeninde yatan ve mülkiyet hakkına
dayanan bu birey kavramı 17'inci yüzyılda Protestan ilahiyatından
beslenir. Macpherson ilahiyata dayanmayan liberalizmin
sekülerleşmiş bir ahlak anlayışına ihtiyacı olduğundan bahseder.
Habermas bu ihtiyaca cevap vermeye çalışır, ancak es geçtiği önemli
bir nokta vardır: Liberal hak kuramı mülkiyet hakkında dayandığı
müddetçe demokrasi kavramıyla çatışma halindedir. Macpherson’ın
işaret ettiği gibi John Locke bir demokrat değildir. Locke’a göre
emekçi sınıflar siyasî bedenin tam üyesi değildir, çünkü rasyonel
bir yaşam sürmezler ve süremezler, “elden ağıza yaşarlar”, bütün
enerjilerini hayatta kalma mücadelesine tüketirler ve düşüncelerini
bu düzeyden daha yukarı yükseltemezler.
Macpherson’a göre emekçilerin siyasî hak mücadelesi sonucunda
19'uncu yüzyılda kitle siyasetinin doğmasıyla liberalizm
demokrasiyi benimsemeye başlamış, ancak liberal kuramla demokrasi
arasındaki uçurum hiçbir zaman kapanmamıştır. 1960’ların ortasında
Macpherson liberalizmin yeni bir demokrasi krizine doğru yol
almakta olduğunun haberini verir. Bugünkü popülizm tartışmalarında
tanık olduğumuz argümanları liberalizmin kuramsal tarihinin
eleştirel bir okumasıyla öngörür. Geldiğimiz noktada liberalizmin
güdük bir “iyi ahlak ve iyi yönetim” kavramına sığınması, demokrasi
mücadelesinde “elden ağıza yaşanların” rolünü sürü
misali sandığa gitmekle sınırlaması Macpherson okuru için
şaşırtıcı değildir. Mülkiyet iktidarının mutlakiyetçiliğe parmak
ısırtacak bir diktatörlüğe dönüştüğü, egemenlikle disiplin
tahakkümü arasındaki parantezin giderek daraldığı bir dönemde yeni
bir hak mücadelesi hangi strateji ve taktiklerle yükseltilebilir?
Kanımca Foucault’nun can alıcı sorusu budur.
1- Michel Foucault, “Societ Must Be Defended”, Lectures at the
Collège de France, 1975-1976 içinde, David Macey (Çev), New York,
Picador, 2003, ss.34-35.
2- Buradaki tartışmanın ayrıntıları için bkz.: Mehmet Sinan
Birdal, Kutsal Roma İmparatorluğu ve Osmanlı: Küresel Emperyal
İktidardan Mutlakiyetçi Devletlere, Barış Özkul (Çev), İstanbul,
İletişim, 2017.
3- Richard Tuck, The Rights of War and Peace: Political
Tought and the International Order From Grotius to Kant, Oxford,
Oxford University Press, 2001.
4- Crawford Brough Macpherson, The Political Theory of
Possessive Individualism. Oxford, Oxford University Press, 1964,
s.23.